BİR KAPI ARALIĞINDA
Kış bitmiş,
bahar gelmiş, uzunca bir sömestr tatilinin sonu… İzmit’ ten Kurtalan Ekspresle Diyarbakır’a doğru yolculuk. Güzel ve maceralı bir yolculuk. Doktorun
otobüsle gitmemize izin vermediği için treni tercih ettiğimiz , köye,
öğrencilere duyduğumuz özlemi taşıdığımız, geride sevdiklerimizi bırakmanın
hüznünü birlikte götürdüğümüz, kaybetmenin korkusunu yaşayarak bedenimde yeni
yeşeren yavrumuzu sağlıkla dünyaya getirebilme çabasıyla çıktığımız bir
yolculuk…
Tatil
başladığında “kısa bir tatil, değmez” deyip köyde kalarak kısa sürede okuma-yazma öğrettiğimiz çocuklarla tatilde
de çalışmaya devam kararı.
Tatil
başlamadan birkaç gün önce de karlı yollarda saatlerce yürüyerek tatilde
okusunlar, öğrendiklerini unutmasınlar
diye aldığımız kitapları çocuklara ulaştırma hevesinin zorlu macerası…
1980 kışı
çok çetin geçti bütün ülkede. Kışı yaz ,yazı güz kovaladı; yeniden kış, kara
kış, hala etkileri derinlere kazılı kapkara bir kış.
Sömestr
tatili bitti bitiyor, radyonun Cuma günü
akşam ajansında spikerin sesi sanki yalnız bize sesleniyor, bize özel haber
sunuyor gibi kulak kesildik. Kış koşulları zorlu geçtiğinden okullar bir ay
daha tatil yapacaklardı. On beş günün üzerine bir ay daha tatil!
Ailelerimize,
İzmit’e, medeniyete özlem o kadar işlemiş ki içimize adeta bayram yaptık gaz lambasının duvara yansıttığı
gölgelerimizi de iki kişilik dünyamıza
katıp kalabalıklaştırarak zıplayıp, döndük durduk dakikalarca sekiz metrekarelik odamızda. Gönüllü kalmıştık
oysa dağ başındaki köyde, kimsesiz ,
aşsız, ekmeksiz bile isteye…
Kar vardı
köyde, tipi zaman zaman karları savuruyor lojmanı kapatıyordu kar
yığınları. Köylüler alışkın oldukları için doğanın onlara verdiği kışlık görevlerini aksatmadan yerine
getiriyor, küçük arklar açarak, evlerin birbirine geçişini sağlıyorlardı.
Sevinçten
sabahı zor ettik. Bir ay daha burada
işsiz, işlevsiz, aşsız, erzaksız duramazdık, durmasına da köy yolu kapalı ve
ilçeye gideceğimiz bir araç dahi yok.
Katırların dahi gidemeyeceği bir
halde yollar. Ben kahvaltıyı hazırlarken köylülerle konuşmaya gitti
eşim. Yolcu timi hazırdı, bize eşlik edeceklerdi yol boyunca. Çok değil daha on beş gün önce köye döneceğiz
diye yalnız başına donma tehlikesi atlatan bizdik. Zaten kimse bizi yalnız
bırakmazdı yollara. Köye gelirken getirdiğimiz iki valizden birini alelacele
hazırladık. Kahvaltımızı aceleyle yapıp, bulaşığımızı dahi yıkamadan düştük
yola , evde su yoktu, getirmek zaman alacaktı ’döndüğümüzde çay bardaklarının
dibinin ilk günden donmuş olduğunu görecektik, bir ay sonra’.
Bir ay boyunca İzmit, Gölcük, Ümmiye
arasında mekik dokuyup durduk, gezdik, tozduk, hasret giderdik, arkadaşlarla
görüştük. Tatil sonu sağlık problemlerim başladı. Okullar açılıyor- gitmem
gerek; kanamalarım var- yolculuk yasak, öyleydi, böyleydi derken yatma koşuluyla tren yolculuğuna izin
çıkıyor; artık dünyalar benim.
Ergani’ de akşamüstü trenden
iniyoruz. Bana kalsa hemen köye
gideceğim. Gideceğim gitmesine de hala yollar kardan kapalı ve değil gece, gündüz bile gidecek
taşıt yok.
Ergani
Diyarbakır’ın büyük ilçelerinden ama bize göre köy kadar küçük. Otel arıyoruz, sorup soruşturup en lüks (?) otele
Saray Otel’e varıyoruz. Ailelerin otelde kalma durumu olmadığından otellerde
kalabalık yataklı odalar bulunmakta. Zoraki iki kişilik oda buluyoruz; iki kişilik
diyorum, oda altı kişilik, biz parasını verip odaya yerleşiyoruz, ancak tuvaletler odaların dışında ve bütün otelin
ortak kullanımında. Köy yolları kapalı ancak Ergani’ye bahar gelmiş, bahar
gelmiş ama gece çok soğuk ve ağustosta donan üşüyen ben tir tir titriyorum. Yalvar
yakar otelciye sobayı yaktırıyoruz. Yatağa yatar yatmaz soba sönüyor, yine
otelciye yalvarma faslı başlıyor, iki tane odunu fazlasıyla para vererek zorla
alıyoruz.
Ülkemiz çok
zorlu günlerden geçiyor, gün geçmiyor ki katliamlar yaşanmasın, gün geçmiyor ki
bir demokratik kuruluş kapanmasın. Ülkenin zorlu günleri her birimizin
yaşantısına ayrı bir zorlukla yansıyor. “Ben ne yapabilirim bu durumda ülkem
için?” dediğimizde ideallerimiz
yoğunlaşıyor. Benim hiç sönmeyen idealim de öğretmensiz hiçbir köyün kalmamasıydı,
sanki öğretmensiz bütün köylerde ben
olacaktım.
Sabah erkenden uyandık. Kahvede bir çay
içtik. Öğretmen örgütü TÖB-DER’in kapısına vardığımızda kapının mühürlendiğini gördük.
Kendimi öksüz hissettim ilk kez. Evsiz – yurtsuz kalmıştık buralarda.
Tanımasak da kimseyi buralarda TÖB-DER’li
olan herkes dostumuz, yoldaşımız,
güvenilirimizdi.
Alış
veriş yaptığımız bakkala uğradık. Orada hem kahvaltı edecek hem de yol durumunu
soracaktık. Hem de ilçeye gelmiş köylüleri görebilecektik.
Kahveden çaylarımız geldi. Bakkalın ısrarıyla köylerden gelen taze
peyniri de (ömrümde süt ürünü yemememe rağmen, çocuğuma şifa olsun diye) lavaş
ekmekle yedik. Bakkaldan aylık
erzağımızı alıp, daimi şoförümüz Naman’ı aramaya çıktık. Köylülerin demesine
göre belli bir yere kadar yol açıkmış, oradan sonra da katırlarla gidecektik.
Ergani’ye
bahar gelmiş, hava öyle güzel ki, paltolarımız ağırlık yapıyor. Köy çok yüksek
olduğu için yollar hala karlı.
Bir köylüyle
birlikte Naman’ın kaldığı kahveye gidiyoruz. Gidiyoruz da ayaklarım gitmiyor,
ama ben yürüyorum ama ilerlemiyorum bir türlü, eşimi ileride köylüyle yürürken
görüyorum, aramızdaki mesafe iyice açıldı. Sesleniyorum, gücüm yettiğince
bağırıyorum, sesimi duyan yok. Yan sokaktan gelen sebze yüklü bir el arabası sol bacağıma şiddetle çarpıyor.
Aylarca bacağımın üst bölümünden morartısı gitmiyor. Canım çok yanıyor, can
acısıyla bağırıyorum duyan yok. Kulaklarımda şiddetli bir uğultu, bağırıyorum,
bağırıyorum, “Bana bir şey oluyor” diyorum, olanca gücümle bağırıyorum, eşim çok uzaklarda, onu kaybetme bulamama
kaygısı kaplıyor içimi, ve ben bağırıp duruyorum. sesim kısılıyor ve oracıkta yere
yığılıyorum. Birileri yardımıma koşuyor, gözüm ilerde giden eşime takılı, olup
bitenin farkındayım ama kendimi yönetemiyorum. Kollarımdan tutanların
desteğiyle ayağa kalkıyorum, gözlerim ilerde… ayağa kalkar kalkmaz bir baş
dönmesi bir mide bulantısı bir kusma, bir kusma ve tekrar kanamam başlıyor.
Gürültü ve kargaşayı eşim duymuş olacak ki yanıma geliyor, beni apar topar bir arabaya atıyorlar, gözlerimi hastanede açıyorum.
Karşımda
kırklı yaşlarda bir ebe duruyor. Kahvaltıda yediğim peynir taze olduğu için
beni zehirlemiş. O nedenle bayılmışım. Hamile olduğumu, kanamalı olduğumu ,
düşük tehlikesi yaşadığımı söylüyorum, doktor yatırmak istiyor, hastaneye
yatmak istemiyorum. Ebe cebinden çıkardığı on tabletlik bir hapı bana
uzatıyor;” Sen beni dinle, bunu her gün bir tane iç, bir şeyin kalmaz” diyor. Hastanede
kalmamak için ebenin teklifi daha cazip geliyor. Bir saat kadar dinlendikten sonra doktorun
bir ton ilaç yazdığı içlerinde iğne de bulunan reçeteyi alarak hastaneden
ayrılıyoruz.
Ben köye
gitme taraftarıyım, eşim hiç değilse bir gün
ilçede kalma bu halde köye gitmeme yanlısı. Köyde paslı şırıngası eski
bir enjektörüyle iğne vuran muhtar Ömer Amca var nasılsa. Ömer Amca şırıngayı
ocağa koyar kaynatır, mikroplar ölür, iğnesini vurur, benim de aylarca iğne
yerlerim acır. Yine de olsun evimde olacağım ya.
Naman köye
arabayla gitmenin imkansızlığını söyleyince, bir gece daha donmaya talim, Saray
Otel’de kalmaya niyetlendik. Ergani’de birkaç lokanta var, hiçbir kadın
lokantaya gitmiyor, yemeğimizi yiyoruz, et kokusundan hayli rahatsız olduğum
için lokantada da duramıyorum, yediğim mercimek çorbası, o vakitler veganım.
Karnımız tok, otel tamam, iğne olmam gerekiyor. Ergani’ye ilk
geldiğimizde İlköğretim Müdürünün odasında tanıştığımız sağlıkçı Mustafa Abi geliyor
aklımıza. Çalıştığımız köyü de Mustafa Abi öneriyor bize. Daha önceleri kız
kardeşi ve enişteleri çalışmış o köyde. Dediğine göre o köye giden zengin olup
dönüyormuş. Zenginlik bizi bağlayan bir durum hiç olmadı. Gülümsemekle
yetindik. Bizi rahat ettirmek isteyen İlköğretim Müdürünün de(Senayi Bey) aklına yatıyor
olacak ki bizim atamamızı Gisto’ya yapıyor.
O günkü iğneyi ona vurulurum, düşüncesiyle kahveleri gezmeye başlıyoruz Mustafa Abiyi bulmak için. .
O günkü iğneyi ona vurulurum, düşüncesiyle kahveleri gezmeye başlıyoruz Mustafa Abiyi bulmak için. .
Mustafa Abi gözleri her daim gülen konuşkan biri. Sağlık memuru, mesai dışında
Ergani’nin kahvelerini gezip tansiyon
ölçüyor, iğnesi olanlara iğne vuruyor. Nedense insanlar onu pek sevmiyor. Hem
solcu olduğundan , hem de ekstra çalıştığından, parayı çok sevdiğini ileri
sürüp, cimri olduğunu iddia edip “Kuruşoğlu” diyorlar ona.
İnsanlar
insanların iç dünyalarını bilmeden çabuk harcıyorlar. Kimselerin pek sevmediği
Mustafa Abiyi nasıl oluyor da biz çok seviyoruz, ilçeye her gelişimizde
gözlerimiz onu arıyor, köydeyken sıkça ondan bahsediyoruz, sohbetini
özlüyoruz. Memur maaşıyla beş çocuğunu
okutmaya çalışıyor, evi kira , eşi çalışmıyor. Evine günlük iki gazete
alıyor. Evinin iki duvarı boydan boya
rafları dolu dolu kitaplık, Kendisi gibi çocuklarının da aydın olmasını
istiyor. Eşi de bilgili bir insan.
Derken biz Mustafa Abiyi kahvenin birinde buluyoruz, çay sohbet derken
iğne meselesi açılıyor. Tutturuyor “Bize gidelim, burda iğne vurulmaz”
diye. Çok birilerine gitmeyi istemesem
de , istemeye istemeye gidiyoruz evlerine. Biz geldik diye, evde bir telaş bir
telaş, mahcup oluyorum. İğne olma, çaydı, yemekti derken bu defa da eşi
tutturuyor; “ Bırakmam sizi, bu halde nereye, otel de neymiş “ diye. Ne yapsak
ne desek de yoğun baskıdan kalmak zorunda kalıyoruz evlerinde.
İlk dikkatimi çeken kitaplık olmuştu
evlerinde, eşinin bilgeliği ve çocukların donanımı. Ne güzel bir aileydi.
Kendimizi o kadar değerli hissetmiştik ki orada hemen kaynaşıverdik.
İki
günlük yorgunluğun ardından çok güzel bir gece geçirdik. Dinlenmiş ve huzurlu
uyanmıştık. Rahatsız olduğum için bana
iş yaptırmıyorlardı, o kadar utanıyordum ki bu durumdan, sıcaklıkları, içten
tutumları bu duygumu çabuk siliyordu benliğimden.
Kahvaltı hazırlığı esnasında sohbet derken büyük oğul da sıcak ekmek
için fırına yollanıyor. Şen kahkahalar
arasında sertçe açılan kapıya yöneliyor bakışlarımız. Nefes nefese kalmış çocuk
elindeki ekmek torbasını yere düşürerek “ karakol taranmış , ……………… gili evden almışlar, alt
sokaktaki evler aranıyor deyip kendini sedire atıyor.
Hepimizde
bir gerginlik, tedirginlik. Bizim orada
bulunmamız da bu durumda pek
açıklanabilir bir durum değil. Çıksak şüphe çekecek, kalsak hem bizim, hem aile
için gereksiz tehlike. Seri beyin fırtınası; “Ne olur, neler yapılabilir, nasıl
davranacağız, gitmeli miyiz, durumumuz izah edilebilir, reçetemiz var, dün
yaşananların şahitleri var, ama kitaplar, ev sahibinin tanınmış kimliği, ya kitaplar,
en suçlusu kitaplar, her karanlık
dönemde korkulmuştur onlardan, kitapları
hemen evden çıkarmalı”
Derken çuvallar bulunuyor, kitaplar doldurulmaya başlanıyor,
çoluk çocuk görev başında. Ben hastayım ya
yalnızca çuvalın ağzını tutuyorum. Evin giriş kapısı kapalı, arka
bahçeye açılan kapı ardına kadar açık. Kapıya en yakın olarak ben
divanda oturuyorum. Kitaplıktan
boşalan yerlere süs mahiyetinde kap kacak konuyor, herkes otomatik olarak
kendine bir görev edinmiş, sessizlik
içinde kitapları yok etme telaşındayız. İş bölümü o kadar dengeli o kadar
ahenkli ki kısa zamanda üç – dört çuval doluyor.
Ergani’ye
bahar gelmiş, güneş o kadar parlak o kadar sıcak ki. Arka kapıdan salonun
yarısına kadar vuruyor ışıkları. Kimse
güneşin , baharın derdinde değil. Karanlık zihniyetin, dünyamızı karartmasını
engelleyecek aydınlatma aracı kitapları onların gözünden sükunet içinde saklama derdindeyiz.
Derin
sessizliği bir tıkırtı bozdu. Hepimiz tedirgin kulak kesildik. Ses gittikçe artıyordu.
Bu bir ayak sesi, evet evet bir ayak sesi kapıdan içeri adeta yankılanıyordu. Hemen
ardından güneşin kapıya vuran huzmelerinin arasında bir gölge belirdi, gölge an
be an devleşiyor, kapının bir ucundan diğer ucuna doğru ilerliyordu.
Kapıya
en yakın olan ben gelmekte olanı gördüm sonunda. Kırk kırk beş dakikadır süren
gerginliğin ardından içimi huzur kaplamıştı. O kadar rahattım ki, evdekiler de
rahatlasın düşüncesiyle “ polis!” diye şaka yapıverdim. Bu düşüncesizce birden
çıkıvermişti ağzımdan. Ortalık buza kesti, gene derin bir sessizlik oldu.
Mustafa Abi' nin elindeki kitaplar yere döküldü bir bir, rengi sarardı, soldu.
Üzerindeki yük, sorumluluk ne kadar büyüktü, eşi, çocukları, kitapları,
itibarı… neleri elinden kayıp gitmişti düşen kitaplarla… hangi düşünceler
korkuya dönüşmüştü beyninde.
Ben
yaptığım şakadan bin pişman, gölge iyice devleşti, ses gittikçe gürleşti,
gölgenin sahibi geldi geldi kapının ortasında durarak küçük bir sineği
gagasıyla yakalamaya çalıştı. Küçücük
bir tavuğun dakikalar boyunca verdiği korku. Küçücük insanların bir yerlerde baş
olduğunda etrafa saçtığı korkuyla özdeş değil miydi.
Bin
dokuz yüz seksen yılının mart ayının ortaları, her ne kadar bahar gelse de
ülkeme, bir çok acı günler yaşayacağı, pek çok kötülüklere gebe kaldığı
günlerdi o günler. Seksen yılının ne yazı ne de güzü güzel geçti . insanın
insan olmaktan utanç duyduğu, insanın insanı yok ettiği, , insanın insana en
içtenliğiyle yüreğini açtığı olmasaydı hiç denilen bir yıldı. Üzerinden kırk
yıla bir kala zaman geçen bir on iki eylül daha . Bir tarih olmaktan öte
öncesinde , esnasında ,sonrasında ve
hala da nice canların yandığı etkilerinin yıllarca daha süreceği o karanlık
gün.
Yukarıdaki anekdot da dostluklar, insanlıklar, zorlu doğa koşulları,
idealler, acemilikler, karanlığın
aydınlığı zapt etmesi, genç bedenlerin idam edilmesi, zindanlarda çürütülmesi, pek
çok canın katledilmesi, yok edilmesi, kardeşin kardeşe düşman edilmesi, yaşamın
esir edilmesi, ille de güzel insanlar, inadına güzel
yaşam….
Gülsem
mi ağlasam mı, bir tavuğun gölgesinin devleşip korkuya dönüşmesi toyluğun verdiği bir düşüncesizliğin
pişmanlığı … hep iyi-güzel-çirkin – kötü
yanıyla yadımda kaldı.
GÜNAY
UZUNER
12.09.2019