18 Temmuz 2012 Çarşamba

ASANSÖR KAPILARI


     Üç ayrı asansör yan yana , her birinde “yirmibir kişiliktir” yazıyor yazmasına da on- oniki kişiden sonra binene;

   “Fazla oldu, çekmiyor” deyip, daha;

    “Ama yirmibir kişilik” demeye kalmadan;

     “Kiloluları iki-üç sayarsak..”  ünlemeleri peşpeşe geliyor birkaç ağızdan, çocuklar yarım sayılmıyor nedense…

      Üç ayrı asansör kapısında bir dolu insan beklemede… İlk hedef asansöre binebilmek, kırk derece sıcakta kim çıkar onca merdiveni. Hem çıkılan yer öyle güle- oynaya, üçer- beşer, koşa koşa coşkuyla merdivenlerin adımlanacağı yer değil herkes için.

      En soldaki asansörün çağrı tuşuna her dokunana giderek bir bir artan ses korosu

        “ O bozuk!” deyiveriyor.

        Hadi gelse.. Herkes ikisinin kapısına dayandı, epeyce oldu bekleyeli. Ortadaki giriş katına yaklaşmada. Bir hız tekerlekli sandalyeyi iten genç yanaşıyor açılan kapının önüne, herkes doluşuyor asansöre sığan sığana. Bir sığmayan tekerlekli sandalye ve onu iten genç hastabakıcı, pek de ürkek. Bir de geride kalan birkaç kişi ve yeni gelenler. Bir homurtu, bir patırtı kapı kapanıyor, yol alıyor asansör yukarı yukarı.

         Biz üç yabancı sağdaki asansörün sadık kapıkulları, geldik geleli beklemekteyiz gelmesini önünde. Tekerlekli sandalyedeki yaşlı teyze bulut rengi gözleriyle gülümsemede ıslak ıslak, sağa sola bakınarak, sevimli ve çocuksu. Hastabakıcı ondan çocuksu ve çelimsiz. Herkes bize ;

        “Hastaya yol verin!”diyor.

         “Burda herkes ne çok birbirine akıl veriyor, herhalde öncelik hastanın” diyorum. Başka örneklerden bıkkınlığımı yanıma alarak.

         “Abla görmedin mi kimse yer vermedi?”  diyor, orda  oluşan akortsuz ses korosu, gülümsüyoruz bu şehirdeki üç yabancı, hasta bakıcı gülümsüyor, yaşlı teyze gülümsüyor, tutup sevesim geliyor teyzeyi.. Boynunu büküyor genç çaresiz;

          “Sıra vermediler, gördün ya” dercesine,koroyu da kanıtlıyor kendince.

           Oda ne? Kapı birden açılıyor, kenara çekiliyoruz, tekerlekli sandalye geçsin diye.. Biz daha bir adım gerilemeden “Hastayı kim takar” dercesine az önce bize akıl verircesine çıkışanlar doluşuyor asansöre. El yordamıyla itiştirip sokuyoruz hasta arabasını, bizi de itişenler sokuşturuyor içeri, arkadan itip kakan cabası.. Bir kolum poşetlerle dışarıda. Bir kadın bağırıyor;

            “Kadının kolunu koparacaksın” diye bir adama. Uğruma tanımadığım bir kişinin kavga etmesi beni sinsice gururlandırmıyor değil. Aman Allahım bu ne hiddetli savunma. Kolum birkaç kişiyle birlikte kavga hengamesinde içeri giriyor. Adam:

       “ Ne bağırıp duruyorsun terbiyesiz?” diyor kadına.

     “ Terbİyesiz sensin!” ,”Sensin!”  göndermeleriyle tartışma sürüyorken yol alıyoruz üçe bas, beşe bas, dörde bastın mı, sen kaça çıkıcan, dahiliye kaçıncı katta vb ..sesleri arasında yukarı yukarı…

     “Sen adama nasıl terbiyesiz dersin, onun anası var” sözleri, “Kalabalık olduk” sözleriyle birlik ilk yolcular iniyor.. Kimsenin binmesine izin vermiyoruz; “Hasta var!” diyerek hep beraber, dayanışma içindeyiz şimdi.

       Teyze tekerlekli sandalyede otururken gülümsemesini saçıyor etrafa olan bitene karşı tepki sanki. Hastabakıcı:

      “ Gördün mü abla?” dercesine haklılığını kanıtlar eminliğinde.  Ben bir yabancının kolumu kurtarma operasyonuyla birlikte  aslında kendini içeri sokma telaşındaki Donkişotluğundan gururlu, ama aklımızın bir yanında ineceğimiz durağın bir hasta ziyareti bilinciyle biraz mahzunuz.

       Kavganın birazdan hangi ara olduysa gülüşmelere yerini bıraktığı şaşkınlığıyla çıkıyoruz yukarı yukarı..

      Adliyelerinin önündeki kavgalarını ana haberlerde sıkça izlediğimiz bu büyük kentin, bu büyük hastanesinin, büyük asansörünün  kapısından girerken aniden alevlenen  ve sönen kavgaya şaşkın bakarken diliyorum ki bu hastanedeki, tüm hastanelerdeki ve doktorsuz olan tüm hastaların büyük-küçük tüm dertleri şifa bulsun ve bu yapay kavga gibi çabucak sönsün de yerini yüzlerdeki tatlı gülümsemelere, yaşam sevinçlerine bıraksın…


                                                                                                                           18.07.2012
                                                                                                                      GÜNAY UZUNER

8 Temmuz 2012 Pazar

YİTİK



       Uzun zamandır yazmadım, yazamadım, elim varmadı hiç ama hep buralarda dolandım durdum ayrılamadım sayfalarımdan. Ayrılırsam yazma isteğim bitecek, yitip gidecek okuyucu sayımın arttığını gördükçe sevinçten  coşan çocuksu ruhum, buradaki yazılarım da bana küsüp gidecek ,silinecek  diye korkumdan sık sık uğradım bloğuma.

    Birkaç ay önce önemli evraklarla beraber  yıllarca tuttuğum notlarımı, temize geçmemiş yazılarımı, orta okul –lise yıllarında yazdığım şiirlerimi, öğrencilerimin şiirlerinin- bana mektuplarının bir kısmını ve dahası çocukluktan gençliğe değişik zamanlara ait resimlerimi kaybettim.

   Hepsi bir iki şeffaf dosyanın içinde leptopumun çantasının yan cebindeydi.

  Önemli evraklar dershaneye teslim edilecekti, bugün- yarın derken olmadı, emanet hımbıllığımla  hıyanete uğramış oldu.

   Yazılarımı- şiirlerimi  kendimce bir sıraya koymuş yazıyordum sırası geldiğince ;ha bugün ha yarın yazarım diye de yanımda gezdirip duruyordum.

  Fotoğraflarımı da tarattırarak albüm oluşturmayı düşlüyordum ki fotokopi bozuldu o aralar, olmadı gitti işte.

  Üç dört aydır gördüğüm kağıt parçalarına-tomarlarına bakmadan geçemiyorum, minik bir kağıt parçası ne de değer kazandı gözümde, atmayı bırakın başkalarının atmasına tahammül edemiyorum. Geri dönüşüm kutularını kerelerce kontrol ediyor, boşaltım gününde son kontrolümü de ihmal etmiyorum.

   Aklım birbirinden değerli üç ögede takılı uzun zamandır. Hiç birini diğerine yeğleyemeyeceğim bu değerli yitiklerimi nasıl kaybettiğimi aklım almıyor bir türlü. Kayıplara mı üzüleyim, hatırlayamadığıma mı üzüleyim, başka bir şeye odaklanamayışıma mı üzüleyim, yapacaklarımı unutmama mı, bilemiyorum. Öfkem kendime ama yanlış yerde patlak veriyor, buna daha çok üzülüyorum.

    İnsan yol aldıkça yaşamda edindiği değerleri yitiriyor her şeyden ilk. Memleketinden oluyorsun, arkadaşlarından, alıştığın evinden, sokağından, arkadaşlarından, komşularından,akrabalarından, sevdiğin bir eşyandan, oyuncağından, uğurundan… dostundan. Sevdiklerin göçüp gidiyor bir bir dünyadan yalnızlaşıyorsun.

   Çok şey kaybolmuştur yanıbaşımdayken, küçük büyük madde olarak. Yabana atılmayacak çalıntılarım olmuştur. Bir çoğu aklıma bile gelmez. Ama bu son kayıplarım iyice yalnızlaştığımı hissettirdi bana bir dostun yitimi gibi…

   Adım attığım, el sürdüğüm, akla gelebilecek her yere baktım durdum yok yok yoklar işte. Yanımdan geçen çöp kamyonlarına bile gözüm takılmıyor değil. Ben yine de umudumu yitirmeden bir gün bulurum  inancıyla “Evraklarımı, yazılarımı, şiirlerimi, fotoğraflarımı kaybettim hükümsüzdür” demeyeceğim; “ Kaybettiğim değerlilerimin her hakkı mahfuzdur!” diyeceğim. Dünya küçük  aramaya devam edeceğim…

                                                                                  08.07.2012

                                                                           GÜNAY UZUNER