29 Şubat 2012 Çarşamba

ARTIK

      
      Hesapladım da tam on üç artık yılım olmuş. Artık yıl... Malumunuz şu bizim cüce Şubat'ın diğer ayları, bilhassa aralarına sıkışıp kaldığı Ocak ile Mart'ı kıskanıp uzamaya çalışıp da lastik misali koyverince kısalıveren yılı.


    Eeee artık bu yazım da, artık yılın artık gününün hatrına olsun…


    Bu gün olmayıvereydi neler eksilirdi Dünya'dan, dünyamızdan... Pek aranmazdı sanırım, bir şey de fark etmezdi gibi, koccaa Dünya'da, milyarlarca yıldır dönüp duran Dünya'da lafı bile olmaz bir küçücük günün, hele ki dört yılda bir gelirse. Tam öğrenilir unutulur çabucak. Noolcaktı ki; geldi de geçiyor bile.. Yok bir farkı diğerlerinden..


     Geçiyor da mutlananların tadı damağında; birileri Purim Katan Bayramını kutlamada; öte yandan yaşananların acısını , acının, kederin sızısını geride bıraka bıraka.. Şimdi bir yerlerde bir çocuk ağlıyor, açlıktan; bir çocuk titreşiyor soğuktan; boynunu bükmüş bir çocuk öksüz, yetim, kimsesiz, bir hasta dermanını lokmanlara sormada, bir Mecnun Leyla'sını aramada, bir mahkum ufak pencerenin görüntüsüne giren güvercini kollayarak gününü bekliyor nedensiz, bir koltuğa yapışan sanıyor ki sonsuzda, bir suçlu bir gün daha vicdanını savmada, bir düşünce yorulmadan savaşmada, biri var ki olan biteni seyretmede, birileri de güzel günleri umutla beklemede..


       Artık günden arta kalan mutlulukları zay etmemek için yakalamak gerekir...
  
    Artık artık yılların artık günü gelir mi benden taraf bilinmez ki.. Geldiğinde artık ondört, onbeş... diye sayarak, en güzelinden yaşayarak geçirmek olacak artık biliyorum, ve artık  umuyorum ...                                                      

29.02.2012               
  Günay UZUNER          


27 Şubat 2012 Pazartesi

GERİYE NE KALDI Kİ?

İlk günündeyim bugün
Geriye kalan günlerimin...
Adımlarımı küçük küçük  atıyorum
Düşmekten korktuğumdan değil
Ruhum  bana yetişsin diye…
İnkalar Tanrılar’ına biran evvel kavuşmak için
Önce hızlı hızlı koşarmış

Meksika tepelerindeki tapınaklara,
Tam yolu yarıladıklarında
Yere diz çöküp
Secde ederlermiş hayli bir vakit.
Neden  bu kadar eğleştiklerini soranlara;
“Yolumuzu yarıladık nasılsa,
Çok hızlı koştuk ,
Ruhlarımız arkada kaldı
Eğleşiyoruz ki bize yetişsinler”
Diye açıklarlarmış nedenlerini.

Şu gün, bu gün  gelsin diye
O güne koştum durdum.
Şu da olmalı bu da olmalı diye
Tatmadığım, bilmediğim
Görmediğim, öğrenmediğim
Kalmadı gibi güzel anılarla beraber…
İdeallerimin çoğuna  ulaştım sayılır,
Olmayanlar elimde değil…
Kendimi es geçtim çoğu zaman

İnsanı sevdim,  çiçeği sevdim,
Börtü böceği sevdim, kuşları sevdim,
Doğayı sevdim, yurdumu  sevdim,
Evreni sevdim,
Barışı sevdim, özgürlüğü sevdim

Dostluğu sevdim
Sevmeyi sevdim
Bu gün ömrümün geriye kalan günlerinin ilk günü
Eğleşmem gerek küçük adımları da bırakıp

Çocukluktan ayrılmayan
Ruhum bana yetişmeli…


En son kendimi sevdim
Geriye ne kaldı ki?

                                 27.02.2012
                            Günay UZUNER


FBM blogerleri arasında yapılan " geriye" konulu yarışma için yazılmıştır..

26 Şubat 2012 Pazar

yoksun

 
ellerim cepte parıltılı neonların altında dolaşırken gözlerim seni arıyordu. cadde aralıklarına sızmış geçitlerin başında durup gözlerimle sokakları dibine kadar tarıyordum. dilime düşürmesem de beynimi kemiriyordu yokluğun... neonları kör edip, ayı mahçup eden ışığın yoktu, yoktun. labirentler bitmiyor, seni aramaktan yorulmuyorum. yürüyorum... ellerim cepte, neonlar yokluğundan istifade yanıp yanıp sönüyordu. neonlar inat, ben inat, sen yokluğunla inat...
caddeler yürüyor, geçitler derin, gece uzun, caddelerle yürüyorum; birinde olmazsan ötekinde mutlaka...



bende sabır çok!

elbet bir metelik ayak ucumda ışıldayacak.



                                                                                     26.02.2012                      
                                                                                  gün-se yayıncılık                  





pazar pazar

          pazar kahvaltılarını öyle özledim ki...
          çocuklar küçük
          babanın "kalkın !" ünüyle sofradalar
          herkesin yumurtası farklı pişmede
          iki kardeşin atışmaları..
          zeytin çekirdeklerini sayışan yok
          uzun zamandır dörtleyemiyoruz sofralarımızı
          hep bir iki sandalye boş
          keşke hiç büyümeseydiler, ah keşke

                                               26.12.2012
                                            Günay UZUNER


21 Şubat 2012 Salı

zaten


hayatta bir çok bilinmeyen vardır
bizse çok şey her şey bildiğimizi sanırız
bilmediklerimiz yığın olmuş dağ olmuş...

kumdan kalelerde koruruz
bellediklerimizi
asker yengeçlerin kıskacıyla;
asi deniz kızının saçlarına takılarak
hırçın dalgalarla boğuşup
girdaplarının türbülansında sürüklenmiş
karanlık denizdeki
batık gemilerin  kuytu dehlizlerinin
koynunda uyumakta
paslanmış hazine sandığının
aralanmasını bekler
içinde unutulup saklı kalmış...

Sorar biri "bu ne, şu ne?" diyerek
dilinin ucuna gelip durur durur...
da  bir türlü düşmez oradan
bir  şey, bir emare gerekli çıkarmaya 
zihninin kuytu derinliklerini
yoklar durursun çıkmaz da

bir fırtına eser dokunur  ona
bir fırtına eser dokunur aniden
gün vurur
gün olur
dalgalarla kıyıya vurur...


                               21.02.2012
                            Gün-Se Yayıncılık





 Not: Herşey Ayberk'in Scroll Lock tuşunun başının altından çıktı.


20 Şubat 2012 Pazartesi

MEĞER

        Bir kere daha ezberim bozuldu.

      Yıllarca öğrendiklerim, öğrenip de doğruluğundan emin olarak körpe dimağlara belletmeye çalıştığım birçok karinenin aslında doğru olmadığını görmek canımı hayli sıkıyor.

        Zaman zaman ilköğretimi yeniden okuyacağım deyip kendime takıldığım da olmuyor değil.

       Efendim, gelelim sadede: Şu bizim İstanbul' u Fatih değil de Hasan fethetmiş, Ulubatlı Hasan, Büyük bir çağ, Orta Çağ  onun ölümüyle bitiyor ve yeni bir büyük çağ, Yeni Çağ  onun ölümüyle başlıyor. İstanbul'un Fethiyle bayraklaşan Eğri Kapı Surlarına fetih sırasında Osmanlı Bayrağını ilk diken yirmibir yaşındaki korkusuz cengaver sancaktar Ulubatlı Hasan. Bir de varlığından habersiz adı konmamış ana rahmindeki çocuğu.. Tarih bu gözüpek askerin ölümü ve doğacak çocuğuyla devir kapatıp, devir açıyor.

        Ne bin yılı aşkın yaşam süren Doğu Roma İmparatorluğunun çöküşü, ne Osmanlı İmparatorluğunun zaferi, ne de Sultan Mehmet’in Fatih oluşu, padişah oluşu, Cihan İmparatoru oluşu. Varsa yoksa Ulubatlı.

      Fetih 1453 filminde öne çıkan bu. Hoşuma gitmedi de değil hani. Kızdığım nokta ikide bir doğru diye bellediklerimin değişiyor olması…
      Film 2. Murad'ın ölümüyle 2. Mehmed'in ikinci kez tahta gelişiyle başlıyor, Ulubatlı Hasan'ın kahramanlıklarıyla devam ediyor. Fethi anlatmıyor da sanki, Ulubatlı'nın yaşamında Fetih de olmuş gibi gösteriliyor. Filmin adı yanlış bence.

      Sadrazamın durduramadığı yeniçeri ayaklanmalarını bir narasıyla bastıran o, padişaha kuşatmayı bırak diyen o, beş altı Bizans şövalyesine bir başına kafa tutan o, her an her yerde , her tehlikeyi savmada gene o. Nerdeyse Osmanlının hali harapmış diyesim geliyor. Gerçi o vakitler nüfus yoğunluğu yokmuş ya birkaç askere bir Ulubatlı yetmiş işte. Tabi burda o müthiş Ulubatlı Efsanesini yadsımak niyetinde hiç değilim.

     En fazla bütçeyle çevrilmiş ilk Türk filmi.. çekimler çok güzel, savaş sahneleri de harika, birkaç güncel objeyi de görmezden gelirsek, döneme uygun dekor, kostüm ve mekanlar yerinde kullanılmış. Filme hiç sözüm yok, emek vermeden eleştirmekten yana hiç değilim, kurgu için de senarist özgür olmalı diyorum, diyorum da bu kadarı tarihin gerçekliğinden çok ötelere gitmek gibi geldi bana.. Bir de asırlardır Dünya’ya nam salmış koca bir padişahın, baş komutanın Fatih’in karizması Ulubatlı’nın  karizmasının yanında ikincil kalması bana bile dokundu hani. Daha çocuk yaşta " Eğer padişah sensen gel ordularının başına geç, yok eğer padişah bensem emrediyorum gel ordularımın başına geç!"diyecek kadar Varna Savaşı öncesi babasının  tahta geçmesini reddetmesini önlemek için kafa tıutacak kadar zeki,ısrarcı ve gözükara bir şahsı, tahttan indirilmiş, aciz biri gibi göstermek de cabası olsa gerek...

    ““Tarihini bilmeyen milletler yok olmaya mahkumdur.” diyen Atatürk, tarihini yanlış öğrenen bizler için ne derdi?” diye düşünmekten de alamıyorum kendimi. Ne öğreneceksek baştan öğrensek de diyorum, tüm bildiklerimizi sil baştan tekrar geçmesek!

                                                                 20.02.2012

                                                              Günay UZUNER

13 Şubat 2012 Pazartesi

BEYAZ YAPRAKTAKİLER

         Okumuş olduğum yüzlercesinde ve okumadığım <kim bilir kaç tanedir?> sayısızca kitabın, hikaye olsun, roman olsun, şiir olsun ve daha nicelerinin  yazımı zor aşamalardan geçmiştir.
        Zorluğu en çok ilhamı beklerken yaşanmıştır.  Kağıt önünde, kalem elde çok kala kalınmıştır. Önündeki kağıtlara bir çizgi çiziktirip olmadı diyerek mıncıklanarak kaç kağıt fırlatılmıştır oraya, buraya, çöp sepetine. Ya ödev yapan çocuklar? Öğretmene beğendirme, iyi not alma kaygısıyla kaç kağıdı ilk harfi kondurur kondurmaz kağıda, beğenmeyerek buruşturup basket etmişlerdir.
      Ya sevgiliye yazılacak mektuplar? Bir de ilkse, bir de zorsa söylenecekler, öyle bir çırpıda tıkır tıkır yazılmamıştır. Ondaki ilham daha bir nazlanır olmuştur.
        Buruşturulan bu kağıtların içinde, öfkelerimiz, beklentilerimiz, kendimize kızgınlığımız, beğenisine sunacaklarımıza kızgınlığımız, hasretimiz, tutulmuş, tutulmamış dileklerimiz umutlarımız, gelip yarım kalan ilhamlarımız, deyip pişman olduklarımız, diyemediklerimiz, başlayıp vaz geçtiklerimiz, köğüklerimiz, ağız buruşturmalarımız, burun kıvırmalarımız, cık cıklarımız, savurganlığımız, sevgimiz, zamanımız... neler  yoktur ki içinde. Buruşturulmuş,  ufak bir çizik çekilen, bir söz, bir dize yazılan nice nice beyaz kağıtlar. Bu kağıtlar derlenip, toparlansa ne  şaheserler oluşurulurdu kim bilir? Hangi yaşanmışlıklara şahitlik etmişti, yaşanacakların önüne geçmişti bu boş kağıtlar, hangi söylenen söz geri alınmıştı?
          Bir arkadaşım kitabı  "Her kitap bir insandır." diye tanımlamıştı.Ben ce de öyle, insana verdiğim değer kadar değer veririm, içindeki  yaşamlardan ötürü. Hangi kitabı elinize alırsanız alın, dikkat edin içinde, bir yerde, genelde de baş sayfalarda muhakkak boş bir ya da birkaç yaprak bulunmaktadır. Bunu insanların anlatmak isteyip de anlatamadıkları için, anlatmak istemedikleri için ya da okuyucunun eksiklikleri tahmin edip ufak dokunuşlarla boşluğu doldurmaları için ayırdıkları bir sayfa diye nitelendiriyorum ben. Biz de öyle değil miyiz? Kendimize sakladığımız beyaz yapraklarımız yok mudur? Her anımızı yakınımızdakilerle bir şekilde paylaşsak da paylaşmadığımız bizde kalan anlarımız  vardır değil mi?
Veya her hangi bir sebeple yaşamayı ertelediğimiz, es geçtiğimiz anlarımız, günlerimiz, boş yapraklarımız  vardır hepimizin. 
       Evet kitaplardaki boş beyaz yapraklar, sayfaları çevirirken, önemsemeden geçiştirerek çabucak onlarca, yüzlerce iz bırakarak parmak temasıyla çevirdiğimiz. Dirseğimizin hoyrat ağırlığıyla ezişlerine maruz kalıp kıvrılan, önceki olan yazılacaklardan vaz geçilmiş beyaz yapraklar. Oysa her sayfa çala kalem dolu dolu yazılabilmeliydi..
       Yaşamdaki başlayıp da boş bıraktığımız, ertelenen, yaşanmayan anlarımız da dolu dizgin tadını çıkara çıkara yaşanmalıydı. Boş sayfalardaki bıraktığımız parmak izlerimiz gözükmese de, sayfalar hep beyaz görünse de izlerimiz, oradadır. Yaşarken atladığımız günler,anlar da öyle... Yaşanmasa da orda öyle tarihimizin yapraklarında  bembeyaz, tertemiz durmaktalar.
       Yapacağımız tek şey gelmeyen ilhamlara kızıp kağıtları buruşturmak yerine; kalemin bizi sürüklediği dizelerle yolculuk yapmak, kitaplardaki boş bırakılan yerlere dirsek dokunuşlarıyla rötuşlar yapmak ve en önemlisi geçmişimize olta atarak boş bıraktığımız tarihimizin yapraklarından birini çekerek gönlümüzce yaşamak olmalıdır.

                                                                        Günay UZUNER        
                                                                          14.02.2012            


FBM blogerleri arasında yaptığımız yarışmadaki "beyaz yaprak" konusu için yazılmıştır.

yürek dolusu


      Yaşam yolculuğumda benimle zaman zaman aynı yolu yürüyen, yollardaki zorlukları birlikte aştığım, engelleri aşmamda bana destek olan tüm yoldaşlarımı çok çok seviyor ve yolculuklarının uzun, sağlıklı, başarı dolu ve dostlarıyla birlikte sevgiyle geçmesini diliyorum... iyi yolculuklarr!

                                                                             Günay UZUNER
                                                                               14.02.2012

10 Şubat 2012 Cuma

KIŞTAN GERİYE

     - Gene niye geldin? demişler kara. Daha geçen gün buralardaydın..
     - Meteoroloji idaresi ifadeye çağırdı, ondan geldim, demiş o da.
     Bu gün güne bu espriyle başladım, karsa dışarda olan bitenden habersiz kendi seyrince yağıyordu.
     Bu günlerde ifadeye çağrılan çağrılana da hala darbecilerin, işkencecilerin, karda yürüyüp de izini belli etmeyen haramilerin ifadesini almamak için bir kaç nesli yaşlandırıp zamanları katlayarak  aşıma uğratmak için olağanüstü çabalayanlar var.
     Kar kendini iyice tanıttı herkese.  Gene birileri evsiz barksızdı, birileri aşsız, giysisizdi, gene birileri dondu soğuktan, zehirlendi sobadan, kalkamadı çığların altından...
     Kar bende camdan bakarken güzelliği, güzel anıları, oynayan çocukları, koşuşan telaşlı insanları ve empati kurduğum, aç- açık, üstsüz- başsız insanları çağrıştırırken; dışarda olduğumda, oynama coşkumun geçtiğini, Gisto'da su taşırken kayıp düşmelerimi, üşüyüp ağlamalarımı, Köye gidiş coşkumuzu, çocuklara kavuşma heyecanımızı, geç vakitlere kadar yürümelerimizi, kar altındaki sohbetlerimizi, oyunlarımızı, kuşlara yem vermelerimizi, anımsatıyor...
     Güzelliğini resmedenler oldu sayısızca. Kardan adamların binbir çeşidini yapıp güzellik yarışına sundular. Herkesin bir resmi bir anısı oluştu karda. Yazı, güzel deriz de, hiç yazın kendisine ait anı saklarmıyız ki? Yaz sıcaktır o kadar. Ya bahar, ya güz? Anılar mevsime ait değil, yaşadıkarımıza ait nasılsa. Kış öyle mi ya? Koşmalar , yuvarlanmalar, yolda kalmalar, kartopu oynamalar, kardan adam yapmalar,kayıp düşmeler, kar altında yürümeler...   
    Hele çocuklar...İlk kez görüp tanıyanları oldu karı belki de... Evdeki leğenleri kızak yapanlar mı dersin, eldivenlerini zaptedemeyip kar topuyla  fırlatarak karda kaybederek eline çorap geçirenler mi? Sırtüstü yatıp kendini karda resmedenler mi..?Yoksa yoksa kayıp düşenlere katıla katıla gülenler mi?Keyfini çıkarmalı çocuklar vakit geçmeden; kim bilir bir dahaki kar yağışında yine çocuk kalmayı başarabilecekler mi? Bir daha ki kar yağışlarında oynayacak şevki, masum duygularını, kaygısız gülen yüzlerini bulabilecekler mi?
     Karda yürümeli insan, iz bırakmalı..
     Erise de karlar hatırası kalmalı
     Çocuk kalmalı çocuklar büyümemeli...
    Keyfini bir iyi çıkarmalı karın çocuklar...
    ...
    Kar ifadesi alınmak üzere geri döndü. 


                                                                            10.02.2012
                                                                    Günay UZUNER
  

9 Şubat 2012 Perşembe

UMUTTAN KAYGILARA















Gecenin uykusunu tüketmiş

Yavaş yavaş sabahı karşılıyorken gözlerim

Derinlerden yakınlara yankılanarak

Uzayıp gelen tanıdık bir sesle

“Merhaba!” dedim güne.

Ferfecirle günü müjdeleyen

Saba makamından  ilahi sesle

“Merhaba!”  dedim güne.

Gecenin kör karanlığına hüznü katarak

Yolculadım yaşamın arşivine.

Güneş kızıllığını dağıtıp göğün eteklerine

Sarararak dolu dizgin yükseliyor gönderine

Dilekler yıldızlarla mayalanmış

Günün teknesinde yoğrularak

 Umutlar çoğullaşıyor birlikte ferfecirle, 

Ha gayret nasibini almalı umutların içinden

Kara bulutların haseti ötelemekte

Günün umutlarını

“Günaydın Türkiye!” diyerek şen sesle başlayıp

Hararetle  günden kara haberler sunan

Sesle kırgın uyandım güne.

Günün güzelliğine yaşamın sancıları karışıyor

Gün  olacaklara gebe


   09.02.2012
Günay UZUNER

5 Şubat 2012 Pazar

GÜL ŞEKERLİ TATLI



Karne...

    Evet karne...Birçok çocuğu mutlu eden, bir çoğunu da mutsuz eden sonuç, önceden bilinen bir gerçek.. Karnede görünenden çok görünmeyen ,bize ait katkılara bakıp değerlendirmek gerekir,
    Okul yaşamı yaşantımızın önemli fakat küçük bir bölümünü oluşturuyor. Oysa çocuklarımıza şöyle bir baksak okulun dışında ne harika değerler taşıdıklarını göreceğiz.. Bu değerleri görerek çocuklarımızı değerlendirirsek yerinde olur. En değerli olanı da bizle olmaları, var olmaları, bizimle olmaları değil midir?
 Onların yaşamımıza dahil olduklarından duyduğumuz, sevinci onuru onlara hissettirmemiz gerekmektedir.İşe bir tatlı yaparak başlamak iyi olur kanısındayım ... güzel bir tatlı tarifi benden ; tüm çocuklara sevgilerimi de katarak karne armağanı  niyetine ...

GÜL ŞEKERLİ TATLI

a) ana malzemeler

1 anne
1 veya birkaç çocuk

b) iç malzemeleri

biraz ilgi
bir kucak sevgi
sonsuz saygı
orta karar hoşgörü
bir fiske güven
bir tutam masumiyet

c)üzeri için

malzemeler kıvama gelinceye kadar zaman

yapılışı:

malzemeleri güzel aş kokan mutfağınızda pekişinceye kadar anne şefkatiyle karıştırınız.mutlu yuvanızda beklemeye alınız.sıcak bir aile ortamında pişiriniz.

üzerine zaman sosunu gezdirip,alakanızı serperek hayata sununuz.

gül şeker tatlınız hazırdır,
mutluluklar onların,
gurur sizin,
afiyet insanlığın olsun...

            20.01.2012
GÜN-SE Yayıncılık şekerleme dizisi



3 Şubat 2012 Cuma

UMUT BEN













orda, ilerde bir yerdeyim
nasılsa buralara düşecek yolun
eğleş biraz, anı yaşa
tez yürüyüp de
çakıllara takılmanın manası mı var
aldatmasın seni parıltıları
sahtedir onlar,
yakamozları ışığın suya vurduğu..
eğleş biraz
koşsan da zaman aynı zaman
önündeki taşı al
sektir sudaki yakamozlara
onların telaşı da senin yüzünden
sektir taşı,
 utancı bitsin devrilişlerinin
boşver onu bunu
bana varman için
bulutlarla salın da dur
sarhoş etsin seni
rüzgarların şarkıları
eğlen biraz
bulutlarda rakset de dur


koşsan da zaman aynı zaman
ittirme taşlarını zamanın
aman dur
hedefin yine ben olayım
anı yaşa etme plan
nobran bir taş önüne durur


zaman kendi yolunda seyreder
sen yalnız güneşe meylet
gör bak ki ben ordayım...

    03.02.2012
Günay UZUNER

1 Şubat 2012 Çarşamba

ayaz baskını


çelikten bir zırhla
sarmaladım özümü
ta içre kadar sızmış
soğukluğu kılıfımın
bu ayazda donmuş 
yürümez kanım

öz kendim kendime düşman
içten içe dost görünürüm
sarmalamaya kollarım yetmez
bir kurt kemirir de sorar dururum
kendi benliğime hasret kalırım

ufak bir od belli belirsiz
ısıtmaya acz içinde
pürmüz de yetmez ki alev sarsın
ayaz var ağır basıyor
dondurmada ateş topunu
bahara daha ne kadar var

masal mıydı yaşananlar
bir vardı da iki hiç olmadı
bilmem ki hangi zamandı
kendimle dost olduğum zamanlar
çoktan vazgeçmişim benden çoktan

30.01.2012
Günay UZUNER