Gönüllü dua öğreticimiz Mehmet Dedenin verdiği teneffüs arasında en zevk aldığımız
oyunlardan birine koşuştururduk on dakikalık da olsa. Dövene binmek çok müthiş
bir şeydi. Üzerindeyken buğdayları tanelerine ayıran dövene yapışık çakmak
taşlarını hissederdik adeta. Yalpalanmanın verdiği haz anlatılamaz güzellikte
bir taddı.
Tozun toprağın
içinde dövenin üzerinde ağustos sıcağının savurduğu saman kokularının verdiği
hazla karışık atların hızlı dönüşüne ağırlık diye oturtulan cılız bedenimizin
bir sağa , bir sola savruluşunun verdiği gıdıklamalardan yere düştüğümüzde;
gülüşmelere ara verebilip de atın dönüş devrini tamamlayamadan dövene
binebildiysen ne ala, yetişemediysen atın hızına kendini ezilmiş buğday
saplarının üzerinde sağa doğru fırlatmak zorunda kalırdın tepiklerden korunmak
için; içine elbisenin orasından burasından girip kaşındıran samanlar da cabası.
Bir de alan gıdıklamayla biteviye kıkırdayıp gülüşürken atların üzerlerine
konan sineklerden kurtulmak için sallayıp durduğu kuyruğunun sillesi yüzünüze
geldi mi, hayatının şokunu yiyip korkmaya gör. Sıcak, toz- duman, saman kokusu,
rüzgar, gülüşmeler, düşmeler, kalkmalar, göze kaçan tozlar, ve ve atın kuyruk
kamçısının şiddeti , ama inadına da aldığın zevk, Mehmet Dedenin seslenişini
geç duymaya, defalarca seslenmesine fazlasıyla yetiyordu bile…
Yolun tek tarafına
sıralı evlerimizin karşısında yolun diğer sırasında Raif Amcanın çiftliği
vardı. Çiftlik öyle bilinen kadar büyük değilse de bize devasa gelirdi.İki at, birkaç
inek, koyun, tavuk, ördek , bir- iki
kedi, bir köpek ve kellerden ibaret olan hayvan topluluğuna karşı, haaa az kalsın unutuyordum çiftliğin tek oğulu Hasan abinin geceleri altını ıslatmasını önlemek için yakalayıp gizlice yedirmeye çalıştıkları ileri gidip bizlere de tabii, ben sürekli kadınların arasında olduğumdan bana yutturamadıkları ve vejeteryan olmamın en büyük sebebi kirpi ve fareleri ve de tüm börtü böcek yabanıllara karşı her
tür meyveden birer ikişer ağaç dikiliydi, en çok da elma ağaçları vardı.
Kapımızın karşısına dut ağacı denk gelmişti. En cömerti de oydu bana kalırsa.
Vakti geldi mi, yerler dutla dolardı,
sinekler, kelebekler ve mahallenin çocukları epey bi kısmetlenirdi.
Bizim almamız yasaktı yerden de olsa, annem “Arsız demesinler” tembihiyle sokağa
salardı bizi. Gerçekten de hiç birimiz bir tane dut almazdık kaçamak da olsa
ağzımıza yerden bile. Silkeleneceği zaman dutlar, brandanın bir ucundan tutmaya
çağırırdılar bizi, silkeleme işi bittiğinde çabucak sıvışırdık oradan ama Sadiye Teyze nafakamızı koca bir tepsi ile
arkamızdan getirir “Çocuklar yesin “ derdi anneme kıza kıza.
Komşularımız Sadet abla, Sadiye Teyze, Şerif Teyze, Çorçil
aynı zamanda da arkadaşlarımızdı annemle benim. Annemin üstten basmalı düğmeli
sabit saplı Aga Marka seyyar radyosundan saat on oldu mu arkası yarını
dinlerdik mahallecek. Hiç unutmadığım
Tütün Zamanını izlediğimizde gün boyu yorum katardık senaryosuna. Sadet Abla
Zeliş olurdu hep; ve kendini onda, onu
da kendinde yaşatırdı.
Mehmet Amca öğleleri bizi dua öğretmeye
çağırır, sureleri o söyler biz tekrar ederdik. O yaz Kafirun Suresi “Kulya’ “
ya takılıp kaldım, ilerleyemedim nedense , ezberim de kuvvetliyken üstelik,on
bir yaşında beşi bitirmiş idim bir de ... Hergün hergün hocamızın karşısında utana
sıkıla Kul Ya ha Kul Ya… Teneffüsler utancımı aralardı az da olsa..
Sadet Abla teneffüs verdiğimizi görünce bize
seslenir, ganimet bulmuşçasına sevinçle “İşim
var “ deyip , ağırlık yapacağımızı düşünerek üç-dört cılız çocuğu, bizi dövenin
üzerine oturtur, kendi Zeliş’in senaryosunu sürdürmeye sanki bir çürük urganın
kopuşunu fırsat belleyip, az ileride ağaçların ardına saklanan sevdiğinin el
edişine uyarak sohbete sektire sektire giderdi. Anlamadığımızı sanırdı ya, biz
de açık vermezdik çünkü en sevdiğimiz oyunla baş başaydık, nasılsa Sadet Abla
birazdan anlatacaktı planlarını sevdiğiyle.
O sevdiğiyle
gönül eğlendiredursun biz de sevdiğimiz oyunla gönlümüzü eğliyorduk. Şimdilerde
ne gelincikli buğday tarlaları ne harman yerleri çocukların oynaşı olabiliyor
yoklar ki. Bir vakitler harman yeri şen kahkahalarımızla toza dumana karışıp,
saplarından ayrılan buğdaylarının mutlu
sofralara ekmek olma yolculuğuna biz de kendimizce karınca kararınca eşlik ediyorduk…
Günay UZUNER
21.02.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder