10 Haziran 2023 Cumartesi

 Değerli Dostlar;

“ Bizden gitti” diyemesem de bugün on beş gün oldu ayrıldığı Sevgili Cengiz’in aramızdan. Sizler son anına dek yanındaydınız O’nun, yanımızdaydınız. Defalarca yazmak istedim sizlere küçük de olsa bir teşekkür yazısı, ne elim ne de dilim varmadı varamadı yazmaya. Ardından öylesine güzel, öylesine içten, öylesine dostane sözler yazdınız, paylaşımlar yaptınız ki, yazdıklarım benim ulaşamayacaktı görkemine yazdıklarınızın. Şu dağlayıcı süreçte pek çoğunuz bizimle bedenen de olamasanız da uzaklarda bir yerlerde
gönlünüzle bizle olduğunuzu, O'nu sevgi, saygı ve muhabbetle andığınızı biliyoruz.
Bizimle birlikte sizin de CENGİZ’İNİZ di. Uzun vade planlarının içinde sizler de dahildiniz, Günlük planı yoktu hiç; her an değişirdi yapacakları, ya akşamdan bir telefon görüşmesiyle şekil alırdı gün, ya da sabahtan bir dost telefonuyla uyanır daha ben çay suyu koyana dek o yol alırdı yolunun, dostunun sorununu çözmeye doğru. Hiç “ HAYIR” ı yoktu sevdiklerine; bir iş içinde kırk işi çözümlemeye çalışır, çoğunu da hallederdi; çözüm yollarına da yine bir telefon uzağındaki siz dostlarının destekleriyle ulaşırdı. Mücadelesinde yoldaşlarıyla birlikte yol almaktan mutluluk duyardı, zira son yolculuğunda da sizler uğurladınız O’nu ben sadece sizlere olan güvenle ardından bakıp öylece kalakaldım.
Bir canlı olarak ölüm gerçeğini kabullensem bile hiç yakışmadı Cengiz’e ölüm, hele hele böylesi erkence ve pisi pisine olanı. Bu yaz bir arı sevdası sardı onu. Yıllarca boş duran kovanları temizledi, donattı içlerini.. Gidişinden yirmi gün önce bal arılarının hışmına uğradı, “Aşımı oldum ben” diye seviniyordu, bir şeyler olmadı ellerinin şişmesinden başka. Hiç olacak gibi değil bir yabani arı, sabah uykuda, evin içinde … dağladı yüreğimizi, vurdu O’nu boynundan bükük bıraktı boynumuzu. Burada olsaydı şimdi nüktedanlığı devreye girer bu olayı fıkralaştırır, gülünecek, ders alınacak biçimde sunardı bize, arıların larvalarıyla döllediği incirlerin fotosundan sonra bu gönderiyi de kesin paylaşırdı.
Hep her zamanki gibi çıktığı kapıdan geri gelecek hissinde olsam da aklım çabuk hatırlatıyor o amansız gerçeği. O güzel bir tarih yazdı kendince. Tesellisi varsa bu işin, halk ağzıyla diyeyim; “acı çekmeden, kimseye muhtaç olmadan, yataklara düşmeden” gitti. O kendi için hiç yaşamadı ancak yaşamındaki uğraşıların her biri onun tercihi idi ve mücadele etmekten yılmadı, yorulmadı, mutluluk duydu. Bizlere de onurlu yaşamının gururu ve yokluğunun acısı düştü.
Teşekkür etmeyeceğim size, niyetim oydu oysa, sohbetlerinizde, dost meclislerinde, toplantılarda, eylemlerde hep sizinle olacak biliyorum. Uğruna mücadele ettiği değerlere bir gün mutlaka ulaşacağız.
O, yaşarken, son yolculuğunda ve sonrasında dostluğun, kardeşliğin, yoldaşlığın en güzel örneğini verdiniz … Bizler için çok değerlisiniz. ..İyi ki varsınız, iyi ki… Her biriniz kendinize çok çok iyi bakın (07.08.2022).
Günay UZUNER

 Sevgili Cengiz;

“Kaç yıl oldu?“ yazmıştın gönderdiğin çiçekte kırk birinci yılımızda evliliğimizin. Söyleyeyim mi şimdi sana, bu gün 23 Kasım 2022 ve kırk üç yıl oldu seninle olan evlilik birlikteliğimiz. Evimizdeyim. Üzerine not iliştirilmiş papatya buketin yok, sen de yoksun, gülen yüzün de...
Depremle uyandım gecenin dördünde dün gece. Çok uykusuzum. Korktum, hem de çok. 99 depremiyle yendiğimi sanıyordum deprem korkumu. Oysa korkularımı senin güvencenle aşıyormuşum. Gisto’da iken akşamüzeri muhtarın yanına Dölek’e gittiğinizde hissettiğim Erzurum depremiyle korkudan bir hışımla dışarı çıkıp öyle bir inletmiştim ki koca köyü “Cengiiiiiiz!” diyen çığlığımla iki dakikada o dik tepeyi aşıp yanıma gelmiştin. O vakit de Haziran vardı yanımda, bebecikti. Dün gece de yanımdaydı çok şükür. Lodosla beraber yağmur var dün akşamdan beri üstüne üstlük. İnsan yalnızlaşınca şehrin kalabalık gürültüsünde bile doğanın o korkunç yüzünü daha bir hissedip kendini yenik hissediyor maalesef. Bilemiyorum ki acı ve korku doğanın yenilmez ve amansız gücünden midir yoksa yalnızlığın kederinden mi?
“Dışarıya yağmur,
Yüreğime hasret
Fikrime sen
Nasıl yağıyorsunuz üçünüz birden
Bir bilsen…” demiş ya şair tam öyleyim işte.
Korkular bir yana, hasret bir yana, yalnızlık da bir yana yavanlaştı dünya sensiz, tat tuz yok hiçbir şeyde. Öncesinde üzüldüğüm günlerin geçiyor olmasında, çabuk çabuk geçiyor diye seviniyorum şimdi. Günleri sayıyorum bir bir beklediğim, varmak istediğim neyse artık gelen günlerde.
Yıl dönümümüzde hüzünle başladım sana yazmaya, güzel geçen günler de oluyor aslında, iyileşiyorum gün gün. Çocuklar bu günden tahtayı süslemiş sürprizler hazırlamışlar sınıfta. On dakika boyunca sınıfa girmemem için yalvar yakar oldular. O çocuk heyecanları mutlanmama yetiyor anlık bile olsa. Bileklerime renkli renkli boncuklardan dizdikleri bileklikleri takıyorum, gönlümü okşuyor boncuklar. Helen’imin bayram için yaptığı boncuk kolye hala boynumda. " Bana yok mu ?" demiştin de Helen gülmüştü "sen kız mısın dedeee?" diye. Takmasam da boncukları çok severim. Neden takamadığımı, boncuklara niçin kırgın olduğumu ilerde anlatırım belki; o çoook eski, çok uzun, çok ayrı bir hikaye; işte bu kırgınlığım da çocuklar sayesinde geçmeye başladı, pek çok korkumu çocuklarla yendiğim gibi. Yaşam bu yavan da olsa geçiyor işte, ağlayıp gülüyorum kardeşliklerinde, gezip dolaşıyorum, şarkılar türküler dinliyor, şiirler romanlar okuyorum, seni buluyorum içlerine dalarak, dizilerin sahte dünyalarına takılıp sahici hüzün, mutluluk, umut yükleniyorum; yiyip içiyorum da “Ne yiyeceğiz?” diyenimiz olmayınca yavanlaşıyor yediklerim…
Yarın 24 Kasım, dört ay olacak gidişinden bu yana. Duygularda değişen hiçbir şey yok. Hep sen varsın, hep burdasın, hep kendimi seninle konuşurken yakalıyorum. Sürekli, anahtarı çevirip içeri giriyorsun, haber izlerken dönüp yorum yapasım geliyor hep, kayıp kitaplarımın hesabını soruyorum sıkça, bilmen gereken bir olayı, bir haberi sana anlatma isteğim oluşuyor hep, evde yemek yok ne yapayım diye koşuşturuyorum eve. Geçenlerde sabah uyandım sen bilgisayarın başındaydın. Ben çıktım odadan okul için hazırlandım. Ameliyatlıydın ya, kahvaltını hazırladım yine, getirirken yanına tepsi elimde tam odadan içeri girdim oradaydın hala “öğle yemeğin de mutfakta” dedim ki birden yokluğunu fark ettim. Bu durum sıkça oluyor. “Deliriyor muyum?” diye soruyorum kendi kendime, sonra kendimi kendimce test ediyorum ki aklım fikrim yerinde, aklım da fikrim de yeri olan sende.
Yokluğunun üçüncü ayında yani geçen ay senle buluşmaya, senle olmaya Dalyan’a gittik Haziran’la, Hatice de bizimle geldi; Pamir, Işık, Helen Mavi, Pera Deniz de Antalya’dan geldiler hep birlikte buluştuk. Dostların, arkadaşların, yoldaşların da oradaydı. Sen de ordaydın. Adlarından tanıdığım arkadaşlarınla tanıştık, görüştük, senden bahsettik, seni çekiştirdik, sana olan sevgimizi paylaştık, güldük, eğlendik, türküler söylendi, tam senlik bir buluşma oldu.
Biz Dalyan’a vardığımızda toplantıya başlanmıştı. Biz arka koltuklara oturduk. Herkes pür dikkat paneli dinliyordu. Bu kapalı salonda bir arı hafif bir vızıltıyla salonun dört bir yanını dolanıyordu. Annemin anlattığı batıl bir inanışa takıldı aklım ister istemez( biri ölünce ruhu sinek, arı, böcek, kuş.. kılığına girer aramızda dolanırmış). İleride en önde birisi, konuşmacıların dışında tek onun yüzü dönük dinleyenlere bakıyordu, video, fotoğraf çeken biri gibi geldi geçti aklımdan, sonra bir an bu tanıdık yüzü görünce içimi büyük bir sevinç kapladı, o sendin. Büyük boy resmindeki gülen yüzünle bize bakıyordun. Panel bitince yakından görmek, sana dokunmak için kürsüye yaklaştım. Evet sen bizimleydin. Ertesi gün seni anmak için yine salonda toplandık. Slaytın ilk fotosu duvarda yansıtılmış sabit duruyordu. Pera’nın “Dedem!” diye bağırışını duymalıydın. Nasıl da sessizce izlediler dedelerini. Senin yaşamın ailenle başlayan, bizimle olan, dostlarınla olan, özgürlük düşlerinin yolcuları yoldaşlarınla olan; o güzel, o mücadeleci, o insanların mutluluğu, dünyanın barışı, halkların kardeşliği için yaşamın tılsımını arayan onurlu yaşamın bir bir geçti resimlerinle beraber gözlerimizin önünde hatıralarla.
Ben seni- bizi anlatmaya çalıştım karmaşık duygularımla beraber. Işık birey olmanın mücadelesinde senin kızın olmanın zorluğunu anlatırken aslında bunun bir güzellik olduğunu yokluğunda fark ettiğini anlattı bize. Ve sen iyi ki bizimleydin, iyi ki bizimdin, iyi ki dünyanın güzelleşmesine, o güzelliğe kavuşmak için yaşadığın, yaşadığımız zorluklara katlanmışın. İyi ki var olmuşun…
Anmadan sonra tekne ile çamurlu banyo kaplıcalarına gittik. Yol boyunca bir arı da bizimle yolculuk yaptı. Kaplıcada iki saatliğine mola verdik. Döndüğümüzde teknenin kaptanı yoktu. Bir arı, muhtemelen teknede dolanan arı kaptanı boynundan ısırmış, sağlık ocağına gitmiş, birazdan buz kalıbı boynunda geldi kaptan. Arıcılık da yapıyormuş, benden çok endişelenen yoktu sanki. Kaptan da rahattı, yola koyulduk. Ertesi sabah ağrıdan uyuyamadığını söyledi. Şükür ki bununla kaldı.
Dalyan çok iyi geldi bize yoldaşlarının benzerliğinde, hikayelerinde, anılarında, söylenen türkülerde, senle buluştuk, seni soluduk. Akşam yemeğinde sen krem renkli montun ve mavi gömleğin üzerinde biraz ileriden tekne limanına gidiyordun sırtın dönük, merdivenleri yavaşça bir bir inerken başını yavaş yavaş sağa doğru döne döne gözden kayboldun. Bu durumu Hatice’yle de paylaştım. Dalyan buluşmasını sen örgütlüyordun, bu son görevin de güzelliklerle sonuçlanmıştı, sende ve bizde bunun huzuru vardı. Bülent Uyguner’in olağanüstü çalışmaları da takdire değerdi. Birlikte yolculuğuna çıktığımız düşlerin için de hiç merak etme “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” kalanlar mücadeleye devam edecek, devam edeceğiz…
Dünya iyi olmasına iyi de, ülkemiz de öyle diyemeyeceğim, bildiğin gibi her gün gündem değişiyor. Yine savaş var Güneydoğu’da. Yine çocuklar ölüyor ,yine anneler ağlıyor Kobani’de.
Olaylara hep bir örneklemelerin vardı, bir fıkra, bir hikaye bir şiir dörtlüğü, bir atasözü ile muhakkak örneklerdin konuyu. Daha çok da hayvanlara dair olanlarından. “Arı soktuğunda ömrünü tamamlar “demiştin bir savaş sürecinde. Bizim arı kendi ömrünü tamamlamakla kalmadı bu kez dünyamızı da yaktı kavurdu. Bu hafta okuma programımızda “Dünyayı Kurtaran Arı” kitabını okuyacağız sınıfta. Korkmadığıma, ürkmediğime şaşıyordum arılardan. İlk kez dehşete kapıldım arılı bir kitap , bir çocuk kitabı okumaktan. Bizim dünyamızı karartan bir arı kocaman bir dünyayı nasıl kurtarırdı ki? Elime de alamadım kitabı, dur bakalım okuma sürecinde ne olacak?
Gidişinle beraber obituary yazıyorum gibi, aslında sana her dem yazardım bilirsin. En çok da tartışıp senin kapıyı çekip evden çıktığında sana ulaşmak için, kızgınlığımı atmak için, derdimi anlatmak için yazardım, sen hep kaçmakta buldun tartışmalarımızdan kurtuluşu, ben de yazıp rahatlardım, pek çoğunu okumadın bile, çabuk unuturduk neye tartıştığımızı. Yine kaçtın bizden ben de yazıyorum sana, içimi döküyorum, belki okumaya uğrarsın bir gün. Telefonun bende ya facebook taki anıların bu güne yazılmış gibi:
“Gitmek gerekir bazen,
fazla yormadan
daha çok bıktırmadan
eğer vaktiyse
ardına bile dönüp
bakmadan “ yazmışsın sanırım bir gittiğindeydi yine evden, veya bir yönetimden ayrıldığında. Bu gidişinde tartışmamıştık da. Niyeydi ki gidişin?
Yaşamda bazı şeyler tesadüfmüş gibi gelir. Sanmıyorum tesadüflüğünü. Bir 24 Temmuzda, nişanlanıp yüzük takmıştık yaşam yolculuğunu birlikte yürümek için, yine bir 24 Temmuz’da veda ettin birlikteliğimize. Yazdıkların, söylediklerin anılar öylesine örtüşüyor ki yaşamla…
Sen gittin ama eczanelerin arıyor hala, ilaç vaktini hatırlatıyor, randevu aldığın hastanelerdeki randevu tarihlerin de geldi senden sonra.. hele en acısı geçenlerde Çankırı’dan bir dostun aradı, yayladaymış yaz boyu. Bana kızmaklı “ Siz niye açıyorsunuz Cengiz’in telefonunu “ diye sorunca ben de “Sekreteriyim” dedim. Kızdı yine bana, , sonra durumu anlatınca koca adam ağlamaya başladı. Ben kapatamadım telefonu. O kapattı. Neden sonra tekrar aradı yine ağlıyordu, az önce kızan ses özürler diliyordu, sevginin özrü mü olur. Öyle çok yürekte iz bırakmışsın ki. “Ben onu arayıp dertleşirdim hep” dedi. Kederli bir insanın diğer kederli insanı avutması ne zormuş meğer, “Acını anlıyorum” diyebiliyorsun ancak. Hala profillerinde senin resmin asılı bazı dostların var.. Gün geçmiyor ki birinin bir yazısında, bir paylaşımında sen yoksun. Sosyal medyayı açar açmaz ölüm haberlerini görmesem dostların sıkça, seni görebildiğime daha çok sevinebileceğim.
Burhan Abi gitti senden sonra, çok üzülüyordun rahatsızlığına. O’nun varlığı, sakinliği, o içinden çıkılmaz tartışmaların arasında susup susup son cümleyi hiç bir şey olmamışçasına yumuşak ses tonuyla konuya noktayı koyması nasıl da güven vericiydi. Mustafa Abiye de aldığın randevunun hatırlatmaları geldi onun gidişinden nice sonra… Ahhh ne çok çabaladın onu yaşatmak için! Toplantılar uzadıkça geceleri sendikada senin işin uzar diye beni zorla eve kadar getirirdi, yalnız bırakmadı hiç beni, depremde de destekleri çok oldu. Yazları kaçış için sığınağındı Mustafa Abinin evi… Ardından çok sürmedi sen de gittin.
Bugün 24 Kasım. Birçok anlamsızlığın içinde pek çok anlam da yüklü. Her ne kadar biz kabullenmesek de dört ayı doldu gidişinin. Mesleğimize de başlayalı, birlikte yaşam yolculuğuna çıkışımızın da kırküçüncü yıldönümü. Pek çok öğretmenin mesleki koşulların iyileşmesi için verdikleri mücadeleden kaynaklı TÖB-DER’ li yoldaşların işkencelerden geçtiği, işkencelerde öldürüldüğü, sürgünlerde yalnızlaştığı, ailelerin çile çektiği bir devirde adımıza gün kondu. Evet biz ne kadar istemesek de toplum çabucak kabullendi bu günü. Küçücük bir çocuğun yüreğinin sevinciyle gün kutlayan o sesini ne deyip de reddedebiliriz ki? Sınıfa girdiğimde bu gün tüm sınıf bir telaş içindeydi, yine beni sınıfa sokmadılar. Sekiz yaşındaki çocukların gözlerindeki parıltı… ahhh o parıltı denizine gömülüp kaybolmak istersiniz… Bir olmuşlar birlik olmuşlar, tahtayı yazılarla, masayı kağıtlarla süslemişler, sınıfa girdiğimde fonda da bir müziğe eşlik eden bir bütünsellik, ne güzel bir duygudur o, tarifi imkansız: “Öğretmenim. Canım benim, canım benim….” İstediğimiz de tam da bu değil mi, güzellikler uğruna birlikte davranabilmek… umuyorum ki sevgi dolu bu minik yürekler büyüdüklerinde dünyanın güzellikleri için bir ve bütün olabilecekler.
Sevgili Cengiz dört ayda ne değişti desen, yokluğunun acısı daha bir derinleşiyor, bakışının sıcaklığına daha da bir hasretim, ufak bir hatırlatıcı done burnumu sızlatıyor, gittiğin son yolculuğun dönülmezliğini daha bir kanıksıyorum, dışarıda bir koca dünya gürül gürül akıp gidiyor binmiş yaşamın terkisine insanlar, herkes yine işinde gücünde… ‘İnce Memet’leri aldım okumaya yeniden, evdekiler yok bir çok kitabım da yok, niyeyse bunu sana sormalı, sorduğumda da yanıtın hazırdı zaten; “Ben ne yapacağım senin kitaplarını?" Ben bir şeyi kaybedince daha bir önemsiyorum bunu iyice öğrendim seni kaybedince. Kitapları tek tek parçalayıp yaktığımızda banyonun kazanında dökülen göz yaşlarıma bakıp bakıp biraz da kızarak “ Hepsini yeniden alacağımız günler gelecek” diyerek sarılıp beni avutmanı özledim. O günler illa ki gelecek buna inanıyorum da sevincini birlikte yaşayabilseydik. Söz verdiğin gibi dünyanın rengine kanıp bir de biz tadabilseydik.
Kırk üçüncü yılımızda Kasım rüzgarları esse de sertçe ve soğukça esintilerinde hep sen varsın, papatyaların olmasa da, kitaplığın karşısında o gülen resmine bakarken ben :
“O içten gülüşünü
Bir gün dudağından çalıp
Gözlerinin önünde
Yüreğimin ortasına koyup
Öpeceğim… diyebilseydim keşke… 23.11.2022
Günay

 " DOĞUM GÜNÜMÜ KUTLAYAN DOSTLARA

Bugün benim doğum günümmüş Facebook hatırlattı. Ne yapalım facebook diyorsa kabulümüzdür. Bugün doğmamışım ben. Annem ( O fedakar kadın) tütün ekerken tarlada sancılanmış. Beni eli zifirliyken (tütün kiri) doğurmuş bildiğim kadarıyla. Tütün haziranda ekilir. Olsun. Hatırlamanız bile anlamlı. HEPİNİZE DOSTÇA SELAMLAR, SAĞOLUN" diye teşekkür ederdi dostlarına her 28 Kasım' da Cengiz.
Resmi tarihi doğumunun bu olunca ister istemez binlerce kez kullanmış bir forma işlemiştir 28 Kasım' ı. Güller açarken, tütün dikerken derdi annesi doğumunu. Tarlada sancılanıp eve gelirken yolda doğuruyor en küçük oğlunu ve göbeğini bir taşla kesip, tülbentinin bir parçasıyla o zifirli elleriyle bağlayıveriyor. yeleğine sarıp eve getiriyor bebeciğini. Yoksulluk, yalnızlık zor koşullarda doğmak ve yaşama tutunmak. 1957 doğumlu olan Cengiz muhtarın dalgınlığına uğrayıp abisinin yerine ki abisi Yılmaz kayıtlı kütüğe ,ikinci kez 1955 doğumlu ve Yılmaz Adıyla kaydediliyor köy kütüğüne. Abileri okula gittiğinden erken yaşta okumayı öğreniyor, nüfusta 7, kendisi 5 yaşındayken okula başlıyor. 5. Sınıfı bitirip diploma alacakken kütükte iki YILMAZ olduğu fark ediliyor aileden, ve ikinci sıradaki Yılmaz adının arasına CENGİZ adını sıkıştırıyorlar. Bu çift isimli olma durumu siyasi yasaklı dönemlerde hayli lehinde oluyor Cengiz'in.
Remziye Nurisal anne üç erkek ve sonradan yaşamın zorluklarına katlanamayıp minicikken ölen ikiz kızlardan sonra hamile kalınca isteksizdir yeni bir çocuk doğurmaya. Bir çok ilkel yöntem kullanır düşmesi için, başarılı olamaz. Cengiz ilkokula gitmezden daha, bu durumu eltilerinden birine anlatırken annesi "Ne yaptıysam düşüremedim" derken orada konuşulanları gizlice dinleyen Cengiz iki elini yumruk yapıp " Düşer miyim hiç ,sıkıca tutundum ben" der. Yaşama da sıkıca bağlıydı böyle. Tütün tarlasında doğduğundan olsa gerek emeği. emekçiyi , tütünü tellendirmeyi pek severdi, büyük bir zevkle tuttuğu sigaradan iki parmağı hep zifirliydi. Ömrünce emeğin değerini, emekçinin hakkını savundu.
Evet yaşama fazlaca tutunuyor ve "Düşmana inat, bir gün fazla yaşamak" şiirini her koşulda paylaşır ,yaşamını da gönlünce sürdürürdü.
Onun doğum günü Haziranda idi ya ikizler burcu özelliklerini fazlasıyla taşırdı. Bu karmaşık durum bizim de işimize gelir hediye almayı es geçerdik ona unuttuğumuzda . Önemsemezdi de pek. Mevsime uygun giysi ise aldığımız hemen giyerdi Kırmızıysa eğer mevsimine bile aldırmazdı. Kimde kırmızı bir giysi görse takasa kalkardı. Bazen aldığımız bir hediyeyi babalar gününde tekrar verirdik. Fark etmezdi. Onun değer verdiği şeyler o kadar yüce idi ki ,maddiyata önem vermezdi. Bu durumu itiraf ettiğimizden kendisine bildiği için rahatça söyleyebiliyorum. Dilinde alınırdı bize. Çabuk da unuturdu.
Bugün onun doğum günü, tutunamayıp o çok sevdiği yaşama erkence gitti. Bir gün daha inadına yaşayamadı dediği gibi çünkü börtü böceği hiç düşman bellemedi ki inatlaşıversin. O doğduğu tütün tarlasında yaşama veda etti.
Bugün 28 Kasım güzel bir gün, çoooooook güzel bir gün. Bu gün onun doğum günü. İyi ki bu dünyadan bir güzel Cengiz Uzuner geçmiş. İki "yitik hasret" olsak da İyi ki iyi ki iyi ki ... 28.11.2022
Günay

 

DURGUNUZ

" Aranızdan ayrılalı beş ay oldu, emniyet bile peşimi bırakmışken nüfus genel müdürlüğünün " Sn YILMAZ CENGİZ UZUNER nüfus kartınız iptal edilmiştir. Bulunduğunuz yer nüfus müdürlüğüne başvuru yapmanız gerekmektedir" mesajındaki çağrısı beni bile güldürdü " derdi Sevgili Cengiz aramızda olaydı.

Sen hiç gitmedin ki Cengiz hep bizimlesin zaten, umudumu kessem de akşamları merdivenden gelen ayak seslerinden burdasın ve bizimlesin. Hayatsa güzel şeylere gebe, güzel günler yakında ...
Bizi sorarsan eğer;
"Burdayız işte...
Durgun bir sessizlikteyiz şimdi ... "

24 ARALIK 2023
GNY

                                     YİTİK SEVDA

Sevdaları bıraktığımız yarınlar çıkageliyor bir bir, bir sen yoksun altı aydır, nerede, nerelerdesin şimdi o sevdaları yaşamaya… ?

Bak bir sömestr daha geldi.. ilk sömestrımızı anımsadım dün gece. 1980 Şubat'ıydı. “Gitmeyelim” dedik memlekete on beş gün nedir ki gelir geçer, zaten yeni gelmiştik Gisto’ya. Karda beş saat yürümek de vardı valizle hem de. bize eşlik eden köylülere yük olmak da. Evimizde tedariksizlikten yokluk vardı, buraya geldiğimizde kış birden bastırdı. Zaten bir kışlık erzak alacak paramız da yoktu henüz maaş alamamıştık.. İlçeye giden köylülere bir – iki kilo erzak siparişiyle, yoğurt, yumurtayla geçiyordu günler, olsundu, eziyet de olsa, yokluk da olsa biz burayı sevmiştik. Hem köyü, köylüyü tanımak için güzel bir fırsattı da; ne de mutluyduk ki.
Benim Anadolu’da , uzaklarda, bir köy okulunda çalışma hayalimin peşine takılıp gelmiştin sevdan uğruna. Sonra beni kıskandıracak ölçüde senin daha büyük sevdan oldu Diyarbakır ve Diyarbakırlılar, sen de onların. Ömrünce o sevda uğrunda yaşantımız şekillendi.
Tatil bitmek üzereyken Cuma akşamı radyodaki bir ses içimize bastırdığımız, bizim İzmit’e, ailelerimize özlemimizi açığa çıkardı. Birbirimize sarılarak sevinçten hoplayıp, zıplamaya başladık: ”Kötü hava koşulları ve yakıt sıkıntısı yüzünden okullar bir ay tatil edilmiştir.” diyordu spiker. Kış şartları ağırdı evet ,bu sığınılacak bir nedendi… ülke iyiye gitmeyen bir sürece girmişti.
Bizim için gitmek her açıdan zor olsa da özlem ağır basmıştı. Trenle gitmeye karar verdik.
Hemen hazırlanıp sabah yola koyulduk birkaç köylü, birkaç katır valizimiz ve biz. Döndüğümüzde çay bardaklarında da yarım bıraktığımız çaylar öylece duruyordu, gece donmuş kimi günde erimiş olarak. Döndüğümüzde o küçücük evimize ailemizin üç kişilik olacağı müjdesiyle ayrı bir gururluyduk, kaygılıydık da.
Doğa koşulları yazda da kışta da hayli zordu, daha zor olanı ülkede yaşam savaşıydı. Sen bütün şartları zorlarken, yaşama tutunmamız için bizi de koruyup kolladın, bir çok yoldaşı koruyup kolladığın gibi. 80’li yıllarda bir liman oldu bize Gisto sığındığımız.
Geçen sömestrda hep birlikte Antalya’daydık. Torunlar bıcır bıcır etrafımızdaydı. Ne çok mutluydun, mutluyduk. Bu tatilde de ailemizle birlikte olacağız. Akşama evlatlarımızın yanına Antalya’ya gidiyoruz. 1979’da iki kişilik başlayan ailemiz yedi kişilik oldu. Biz orada senden söz edeceğiz, önce seni soracak minnaklar. Sen her zamanki gibi yine bizimle olacaksın.
Yaz çabucak geçti de sonbahar geçip gitmek bilmedi. Eylül tadındaydı günlerin sıcaklığı, hala yapraklar ağaçların dallarını terk etmediler. Yağmur yağmıyor ıslanmayacaksın diye sinsi bir sevinç içindeyim. Sular azalıyormuş, umurumda olmuyor hiç olmadığım bencillik hakkımı senin için kullanmaktayım.
Kar yok ama bugün hava hayli soğuk, içim üşüyor sen üşürsün diye oysa sen pek üşümek bilmezdin. Toprak da sıcaktır he mi, zaten köyüne de yakınsın. Nedense güven içindeyim, köye yakın olman, annenin, babanın, abilerinin yanı başında olman rahatlatıyor beni.
Ölümün şekli nasıl olursa olsun, ne kadar feci olursa olsun, ölenin yaşının da bir önemi kalmıyor, ölüm zamanla sade adıyla kalıyor. İlk günden beri vakit geçtikçe, yarınlar geldikçe bir bir, sevenlerinin yüreğindeki acı katlanarak çoğaldıkça özlem de çoğalıyor, yalnızlık da, sevgi de. Kalbi ağlıyor insanın gözü bırakıp gözyaşlarını.
Göz yaşlarımı hep sakladım, kalbimden akıttıklarımı da… görmesinler diye kalpyaşlarımı kalabalıklardan kaçacağım alanıma evimize sığındım, seninle baş başa kaldım, hep söyleştim hep söyleştim. Meğer ne çok şey varmış konuşacak. Ne büyük sevdamız varmış yaşanacak. Böylesi de mutlu ediyor insanı, acılarla beraber yaşamın güzellikleri, gelen günlerin o büyük hasretimizin gelişini müjdelemesi, ve de nefes almak başlı başına ne de güzel doğrusu.
“Ne hoş bir güzelliği vardır” diyor Virginia WOOLF ve devam ediyor ;
Hafif adımlarla
Dünyadan gülümseyerek geçenlerin,
Kimseye bir kötülüğü dokunmadan
Yaşayanların.
Onurlu bir yaşamı seçenlerin."
Hep o büyük hasretin yolunda onurla yürüdün, çabaladın durdun, yitik bir sevdaya tutulup yarınlara ertelesek de sevdamızı bilesin ki ben de senin sevdalandığın o büyük hasrete, o büyük sevdana tutkunum. Kış çabuk geçecek, sen üşüme sakın, bahar gelmekte memlekete…
Günay UZUNER

 Sevgili Abim,

21 Mart baharın başlangıcı... Hep mutluluk getirir hep umut taşır, hep torbasında bolluk bereket taşır ya bahar, bu yıl öyle olmadı, bizim için hiç olmadı hele. Yeşillenen çevreye inat bize sepyaydı her yer. Yağmur da hiç olmadığı kadar yağıyordu bir gün evelki güneşe inat. Üşüdük, yüreğimiz de üşüdü, donakaldık, acılara belendik, bir kez daha yetim kaldık.
Sen de gittin abim sessiz sedasız. “ … ve ben vaz geçip her şeyden, hayatlardan , bir gölge gibi çekiliyorum uzaklara “ dedin ve gittin. Oysa bir hasta oldun mu, bir yerin ağrıdı mı herkes duysun, bilsin isterdin, habersizce gidiverdin… ‘Gece oldu, kapılar kapandı , sürgüler sürüldü, dışarı taşan bahar gülleri olsa da kederin içimizde kaldı’ be abim.
Çok gerilere gittiğimde o çok sevdiğin memleketimizde sana dair damda oynamalarımız geliyor aklıma ,aşık atmalarımız, taşları dizip ev yapmalarımız, nahır geldiğinde güle oynaya koşuşturarak tezek toplamalarımız. Memleketten en son yadımda kalan minik kardeşimizi, Gülsümümüzü oyun sevdasına dama çıkarmandı. Ne yaptıysam engel olamadım sana, "Gülsüm hasta çıkarma dama" diye kavga etmiştik. Ben üç sen sekiz yaşında çocuktuk ilk didişmemizdi belki de bu.. şimdi onun yanındasın bizden uzakta.
Ve Senle oldum olası hep didişirdik. Senin hep bir çocuk yanın vardı, benim içime de bir kocakarı kaçmıştı. Oysa hep çocuk kalmayı, çocuk ruhlu olmayı istemiş, insanın çocuk kalabilmesini savunmuşumdur. İçimizdeki çocuğun hep var olmasını düşünmüş, hep çocuk kalanlara gıpta etmişimdir. Ama çocuk ruhlu olmayı nedense sana hiç yakıştıramadım, çünkü sen büyüktün ve abimizdin, ciddi olmalıydın sen. Ben içimdeki çocuğu kırklı yaşlarda ortaya çıkarabildim ancak, sense hep çocuk kaldın ne mutlu sana. Kimseye kinin garezin yoktu, kötülük nedir bilmezdin, Yaptığın en büyük kötülük bize nispet cebine koyduğun çerezleri gizli gizli yemendi.
Memleketten gelişimize en çok sen üzüldün, bir parçan hep oraya aitti. Ve hep oralı oldun, oralı gibi yaşadın, buraları benimsemedin. Ondandır ki hısım akraba ve hemşerilerimize düşkünlüğün. Gün geçmezdi ki birinden selam getirmeyesin. Senin tanıdıklarını bizim de tanıdığımız zannıyla selamları sıralardın bir bir.
Değirmendere de kestane ve fındıkları başak yapmaya giderdik beraber. Yavuz abimin yaramazlıkları arasında kalırdık hep arkadaşlarımızla. Evimize memleket havası estiren Kelebek ve Karagöz adlı iki koyunumuz olmuştu kurbana doğru. Onları öyle sevmiştik öyle sevmiştik ki, otlaklarda otlatırken hiç elinden bırakmazdın iplerini. Kurbanda Karagöz keslmiş, Kelebek de kesilmek üzere birine verilmişti. Karagözün kesilmesine razı olmuştun da Kelebek' in gitmesine çok ağlamıştın " bakacağım" diye. Yıllarca bu iki hayvanın yasını tuttuk. Çooook yıllar oldu ki onların fiziklerini hiç unutamadım ben de. Bugün çıksalar karşıma binlercesinin içinden tanırım onları, sen de tanırdın eminim. Onlar bizim gurbetteki yalnızlığımızın yoldaşı, köklerimizin bir parçası , memleketimizle bağımızdı. Onların gidişiyle yabancı olduğumuz bu yerlerde iyice yalnız kalmıştık.
Oyunlarınızda takımı tamamlayan yedek oyuncuydum ben, çelik çomak oynarken, top oynarken kalede duran hep bendim ; yüzüm gözüm yara bere içinde kalırdı. Kız kardeşim olmadığı için sizle oynardım , zaten yaşıtım kız da yoktu yakınlarda, sizle oynamak hoşuma giderdi. Bir yanımın sert ve erkeksi olmasını sen
ve arkadaşlarının takım arkadaşı olmamdandır sanırım.
Sen annemin en büyük ama hiç büyümeyen küçük çocuğuydun da. Ne yaparsan yap hep annemin takdirini kazanmak için yapardın. Ben bildim bileli sen küçücükkenden beri bir cami sevdan, namaz kılma sevdan, "ah bir imam olmasa da camide ezan okuyayım" sevdan vardı. Bu yanın annemi de çok gururlandırırdı.
Evin gelirine katkın hayli fazlaydı. Çocukluğundan beri çalışmaktan yılmadın, hiç gocunmadın. Bir keresinde patronuna kızan bir müşteri hıncını senden çıkarmış arkadan ayağına bıçak fırlatmıştı, ilk kaybetme korkum seni o zaman oldu, babamın kızmalarına karşın hep çalıştın, hep çalıştın... yaşadığımız geçim sıkıntısını küçücük omuzlarınla taşıyarak bir nebzede olsa hafiflettin, bizler hissetmedik bile sayende maddi sıkıntılarımızı.
Belediyede çalışırken Genel-İş ‘e üyeydin. Grevlere katıldığın için işten işe sürüldün de yine de vaz geçmedin eylemlerden, Genel-İş’ten, çalışmaktan. Toplumsal davalarda hep doğrudan, iyiden yana oldun. Kişisel çıkarlarını hiç düşünmedin. Evlatlarına da canını, tüm variyetini verecek derecede iyi bir baba , torunlarını parklarda oynatan, gezdiren çok da iyi bir dede oldun.
Kocelispor en büyük sevdandı. Deplasmanlar dahil hiç bir maçı kaçırmazdın. Kazançta keyfine diyecek yoktu, yenilgide küfürleri sıralar dururdun, ta ki yeni bir maça kadar. Deplasmana gittiğin şehirlerde bir hısım, bir akraba varsa ziyaret etmeyi de ihmal etmezdin.
Bulmaca tutkunuydun aynı zamanda, gazete satışlarının durduğu bu dijital dönemde sırf bulmaca için ikişer üçer gazete alırdın. Bulmacayı hem çözer, hem durmadan sorup durur bir şekilde tamamlardın .
Ben büyüğüm demez, bayramda,, seyranda, kandilde, aklına düştüğünde, Öğretmenler Gününde benim aramama fırsat vermeden hep arar, hal hatır sorar , ardından nedense hep ağlardın. Bizim ağlayanımız bir sendin, bizse Kaya gibi sert. Hoş eski soyadımızın Kaya olmasına bakarsak bu durum yadırganamaz bile. Gidişinle iyice yalnızlaştığımı hissediyorum be abim…
Eline küçücük bir diken batsa , azıcık başın ağrısa doktora giden sen, ilaç içenle ilaç içen sen, son zamanlarda ayağın kangren olmasına rağmen doktora gitmek istememişsin. Şeker hastası olduğunda isyanın hastalığın genetik olmasınaydı. Bizim kısmete de soyumuzdan hastalıklar düştü ne yapalım. Ayağının kesilecek olması nasıl ağrına gitti de bıraktın kendini, tutunamadın o çok sevdiğin hayata.
Bayram geliyor, arayacak bir abim de yok bu bayramda, dosttan akrabadan bir selam getiren ses de yok. Sen olmayınca bir yanımız eksik , sensiz tadı olmayacak ne baharın, ne yazın, ne bayramın…
Sana kızışlarım için kusuruma bakma, gönül koyma e mi, ben hiç çocuk olamadığımdan kızgınlığım senin büyük olmana rağmen çocuk kalışına idi… Yüreğinin saflığı, içinin duruluğu, yaşamın eziyetleri ile geçtin bu dünyadan .
Şimdi hatıralarımızda da kalan , seninle olan “Bir eski şarkı, Bir eski bahar, Bir bildik deniz … “ Senin yokluğundaysa “Vakit nisan ortasında bir akşam “ şimdi. Nisanla yaşanan güzelliklerin içinde sen yoksun ya: baktığımız yerlerde, güzelliklerde olmasan da bakıp da daldığımız yerlerde, yüreğimizde olacaksın hep, ışıklarda uyu can abim, huzurla uyu….
Bacın

Günay UZUNER

24 Eylül 2022 Cumartesi

 

                        VARLIĞINLA GÜZELLEŞEN DÜNYAMIZDAN GİDİŞİNE

                                                                                                               


                                                                                                     Sevgili CENGİZ'e

                  Yağmur gökten boşanırcasına yağıyor gök gürültülü hem de, kesilen elektrik de  cabası.  Senden sonraki ilk yağmur bu. Köyde yalnızım, içten içe nasıl korkuyorum, bilirsin.  Defalarca olduğu gibi sen geldın korkum geçti.  Bu defa sonsuzluğa  gittiğin mekanının toprakları kayıp akacak diye korkmaya başladım;; güldün yine.

               Henüz gitmedim mekanına, gidemedim, fotoğraflardan gördüm…  Işık öylesine güzel çevrelemiş ki taşlarla kabrini,  tutar o taşlar hem toprağını.

               Hani akşamdan bahçeyi sulamıştın da “yarın da biberlerini toplarım “ demiştin. Doktora diye gittin gelmedin. Ben oturduğum yerden öylece bakakaldım. Ama içimde hiç kötü bir his yoktu, birazdan gelecektin. Boynunu büktüğünde gülümsüyordun, inan şaka yapıyorsun gibi geldi. Şimdi çıkıp gelsen de “Şaka yaptım!” deyiversen…  Yokluğundaki bir ayda öyle çok biber, domates, salatalık, kabak oldu ki…toplamanı bekliyorlar.. karpuzlar ve mısırlar büyümekte.

          Tam bir ay oldu gidişin, hiç geçmek bilmeyen anlar, dakikalar, saatler, günler , hele de geceler ve haftalar ve çok çabuk geçen bir ay… İstanbul’a gidişi erteliyorum hep, birlikte gidecektik, beraber çıktığımız eve yalnız girmeye korkuyorum. Hep geleceksin diye geçiyor aklımdan, oturduğum yerden  kafamı kaldırıyorum  kırmızı penyenle, güleç yüzünle oynayarak içeri girerken görüyorum seni. Görüntün hiç kaybolmasın diye balkona dahi çıkmıyorum.  Son çektirdiğin fotolardan birine “Bir kaç güne kadar İstanbul’dayım” yazmıştın.  Sahi orda mısın?

          Çocuklar dün gitti. Minnaklar hep seni andı durdu,  sofrada yerin hep hazırdı, paylaşılan şeylerde payına düşeni ayırdık sana…  Biliyor musun dün Kola da Viski’yi yalnız bırakıp sonsuzluğa yürüdü. Çok üzüldük, çocukların haberi yok,  duyunca çok üzülecekler…

            İncir fiyatlarına dikkat çekmek için çekildiğin fotonu anında paylaşmıştın da ( ki o  son foton oldu ve yüzlerce kez paylaşıldı arkadaşlarınca )  sana; “ Ne çok resim çektirmeyi, paylaşmayı seviyorsun “ demiştim de “Ne var seviyorum “ demiştin, gülüşmüştük. Ardından sol yanıma oturup sol kolumu okşayarak “ Sana güzel bakıyorum de mi, teşekkür et hadi bana “ diye tutturmuş, birkaç kez tekrar etmiştin isteğini.  Ben de “Sen bana teşekkür et” dediğimde  “ Ben hep ediyorum” dedin. Ayağım kırıldığında bir ay boyunca hep yanımdaydın, her zamanki gibi zor anımda hep yanımda olman gibi. Öyle güzel baktın ki bana, ömrünce yapmadığın işleri yaptın, mücver yapmaya bile kalkıştın.. Sana gerçekten çok teşekkür ederim, bana güzel baktığın için.

            Bu arada söyleyeyim ayağımın alçısı açıldı, yavaş da olsa yürümeye başladım. Bahçeye çıkmıyorum, çıkamıyorum, ya tekrar düşersem diye. Ya ben tekrar düşersem, elimi tutacak mısın? İyi olunca hani gezdirecektin , istediğim her yere götürecektin beni?  Ne çok hesap soracak şey var sana…

        Baktım ki gelmiyorsun bu gün sana geldim… resimlerini çok gördüm ya yadırgamadım nedense  mekanını . Yağmur da bozmamış yatağını, resimlerdeki gibi… ama yanından ayrılmak öyle çok koydu ki… Sana geleli beri artık görmüyorum her bakışımda gördüğüm  o gülen yüzünü, “Gitmese miydim?”  diye geçti aklımdan. Otuz beşinci günündeyiz ayrılığının, ayağım gün gün iyiye gidiyor, buna çok sevineceksin biliyorum. Birlikte doktora son gidişimizde alçıyı açmayınca gözündeki hüznü gördüm, benden çok üzülmüştün,  ben de  çok üzülmüştüm ama sana eziyet edişime de içerliyordum, açılsaydı ayağımın alçısı sen de rahat edecektin.

            Kızımız ve oğlumuz da çok iyi baktı bana gözün arkada kalmasın, hele minnaklar… ilaçlarımı hatırlatıp, taburenin minderini kolluyorlardı, minder yere düşmeye görsün bir koşuşları vardı ; “ben ben  kaldıracağım” diye.

         Bak, buna çok sevineceksin bugün 31 Ağustos ve kitaplar dağıtıma hazır, Uyguner grupta paylaştı müjdeyi. Senden sonra öyle çok çabaladı ki yayınlanması için ,sonunda oldu; sevincini görebiliyorum, o ağız dolusu gülüşünü de.. olsaydın burda  kutlama planları, örgütlemeleri  yapar dururdun. Hem biliyor musun arkadaşların Datça buluşmasını “seni anma “buluşmasına çevirdiler, bir aksilik olmazsa gideriz diye düşünüyorum çünkü sen orada olacaksın.

          Dostların sık sık arıyor, hatır soruyorlar, köye kadar geliyorlar, sağ olsunlar. Onlarla konuşmak çok iyi geliyor, senden bir ses, bir seda oluyor sesleri, kendileri.

           İncirler oldu haberin olsun, abin her gün oldukça  iki üç koparıp getiriyor, ilk getirdiğinde dokunmadım, yiyemedim sen yersin diye, oysa sen bir tane yer bana bırakırdın. Geçenlerde adaşın bahçesindeki incirleri toplayıp senin adına komşularına dağıtmış. Bir arkadaşın paylaşımında “İncirler olana kadar kalsaydın bari “ diye yazmış. Ardındaki sevgi selini, hüznü görseydin sen de seninle gurur duyardın bizim gibi. Ah ne çok dostun, arkadaşın, kardeşin varmış meğer ne çok, her biri ayrı değer.

            Sonbahar geliyor, hüznün mevsimi, ben yazdan bu yana çok hüzünlüyüm,  okullar yaklaşıyor uzunca zamandır düşünüyorum okula devam edip etmemeyi.. Her gün ayrılık kararı alıyorum çocuklar çakılıyor gözüme gözüme  vaz geçiyorum. Bu gün okulu aradım ayrılık için, okul müdürü destek olacağını söyledi ayağım için, raporum bitmek üzere, bir hafta daha izin verdi, okulun açıldığı gün gideceğim okula. Ben sağlığımdan ziyade bir hafta daha senin yakınında olacağıma seviniyorum. Sana yakın olmanın yanı sıra eve gitmekten korkuyorum. Aklım hep bana oyun oynuyor, evde olduğunu düşünüyorum, eve vardığımda seni evde bulamamak ürkütüyor, senle gelmiştim buraya, sensiz dönmek çok acı geliyor, o acıdan kaçıyorum, gerçeklerden saklanmak hoşuma gidiyor. Çaresizlikle savaşıp duruyorum, benden çok beni düşünerek yol çizenleri kırmamaya çalışarak kulak tıkıyorum, bir anlamda yalnız kalmak karar vermeme kolaylık sağlıyor.

           Bir sonbahar akşamı saat 22.00 ,11 Eylül ve ben evdeyim, sensiz geldim, ayaklarım korka korka çıktı yukarı, kapıdan girdim odadan tarafa bakmadım , bakamadım; bir müddet mutfakta, banyoda oyalandım, çantaları açtım, döktüm ortalığa… isteksiz odaya döndüm yoktun , yerin boştu.. Neler vermezdim ki orada olman için, artık iyice kabullenmiş gibiyim  bu dünyadan göçtüğünü. Köyden ayrılmadan sana uğradık Haziran’la bugün. Yaşantımın en zor , en çaresiz, en yalnız anıydı bu, benim ağlamama kıyamazdın; üzülme diye sen hep içime içime akıttım göz yaşlarımı. Orda olmak hiç yakışmadı sana. Daha ne çok yapacakların vardı ve ben çaresizce seni bırakarak  istemeden de olsa mecburen döndüm İstanbul’a. Yarın okula gideceğim, kendimi hiç hazır hissetmiyorum. Başka zaman olsaydı stajyer öğretmen gibi heyecanla beklerdim çocuklarıma kavuşma anını.. zaten ben okulda doğup , büyüdüğümden başka türlü yaşamak bilmiyorum ki. Beni tek kıskandığın husus  okula düşkünlüğümdü. Şimdi bilsen ki sana düşkünlüğümün okuldan daha fazla oluşunu..

                “Belki il dışına çıktın” oyununa kaptırayım mı kendimi, yok yok bu çaresiz bekleyişler çok yoruyor beni, içimi acıtıyor. Sen doğduğun topraklardasın. O topraklar ki sana cömert davranmış,herkesten farklı koca bir değeri, barışı, özgürlüğü, yaşamı, doğayı, paylaşmayı, dayanışmayı, insanı seven seni yetiştirmiş, bizimle birlikte güzel ve onurlu bir yaşam bahşetmiş. Köyü hep severdim de şimdi daha bir sever oldum, her an orada olma isteğim depreşiyor. Yakın zamanda uğrayacağım yanına, hem de kırmızı çiçek tohumlarıyla, kapı dibine ektiğin kırmızı gülü de ayak ucuna ekeceğim ekim zamanında, hep kızıl güller versin kokusu etrafa yayılsın, sen sen koksun, rüzgarlara karışıp dünyayı barış sarmalasın diye.

                Bugün 21 Eylül kitapların geldi, öyle çok heyecanlandım ki, kapağını açar açmaz senin gülen yüzünle karşılaştım, içim huzurla doldu, onur duydum, kıskandım, senin adına çok sevindim, uğraşlarınıza değmiş, ne iyi etmişsiniz de hazırlamışsınız Uyguner’le birlik bir devrin,  yüzlerce insanın , acı- tatlı, mücadeleyle geçen o yılmaz, korkusuz, dirençli ve onurlu  yaşamını sığdırmışsınız iki kitabın içine. Ne mutlu size ki yüzlerce yoldaşınızın kitaplığında adınız yaşayacak, yoldaşlarınızın adlarıyla birlikte. Kitapları başucuna, sehpanın üzerine koydum. Sen olsaydın zaten uzunca zaman orada duracaklardı, yeniden yeniden okuman ve arkadaşlarınla telefonda saatlerce kritik yapman için. Ve ben kitabın hazırlanış sürecini,  arkadaşlarına tanıtım sürecini, yayınlanması gecikince üzülme- öfke sürecini, sevincini, kızgınlıklarını saatlerce ve aynı konuyu defalarca  telefon görüşmelerini dinlediğim gibi dinleyecektim seni. Kitaplar  evimizde başucunda Cengiz. Ben grubunuzu zaman zaman takipteyim, arkadaşlarının  selamlaşmasına, kitabınızı beğenilerine, görüşlerine şahit oluyorum, ben gruptaki yazılara göz gezdirirken sen yazıyor gözüküyorsundur, ne kadar doğru bilmiyorum ama bir müddet daha senin adına orada olacağım, şimdilik göz misafiri, kulak misafiriyim, dostların seni andıkça seninle gibiyim. Dostların beni anlar umarım.

            Geldim geleli senleyim yine.. her bir eşyan bin bir anıyla dolu. Kırk üç yıl ne çok anı;  yaşanmışlıklar, yaşanmamışlıklar, yarım kalanlar, başlanmamış olanlar… Mektuplarını okudum askerlikteki ve mektuplarımı sabaha kadar bir gece, tarihlerini sıraladım, sanki dün gitmişsin de askere ordan yazmışsın gibi taze ve sıcacıktılar. Üç aylık askerliğinde bir yılbaşı gecesi tatile gelip sürpriz yapmıştın bize Gisto ‘da beş saatlik karlı yolu yürüyerek, ne çok sevindirmiştin bizi. Özlemin, özlemimiz öyle çoktu ki o vakit, o zorlu engelleri  aşmana güç vermişti. Şimdi de çok özledik seni hadi gelsene.. Azıcık bir gelsen, kanayan yüreğime dokunuversen azıcık; ağlayan gözlerimi görmeyesin diye silsem dirseğimle, kızsan bana “Ağlama!” diye, ne olur azıcık gelsen… Mektupları okurken evlenip de sekiz yıllığına balayına gittiğimiz Gisto, Ergani, Diyarbakır geldi geçti aklımdan, o deli gençliğimiz, benim inadıma takılıp, o güzelim dağlarda güzel bir yaşam sürdüğümüz.…  Sonra Memleketimden İnsan Manzaralarından şiirler okuyup, kasetlere kaydedişimiz, En çok da “Tanya” yı kaydedip dinleyişimiz, jandarma köyü basınca kasetleri yok etme mücadelemiz .. Tanya gibi İran’da genç bir kızı (Mahsa Amini) öldürdüler saçı gözüküyor diye, Tanya’ya için yandığı gibi ona da için yanardı, yandı içimiz Dünyaca bir kez daha zalimlerin öldürdüğü nice canlara yandığı gibi…  Ardahan’a gittiğimde çektiğin İlk telgrafını da  okudum, “Çabuk gel, gelmezsen geliyorum” diyen telgrafını, sahi gittiğin yere telgraf çekiliyor mu, telgraf göndersem çabucak gelir misin?

                      Sonra düşündüm de telefonlar güzel icat ama ‘keşke olmasaydı’ dedim kendimce, konuşmaların yerini mektuplar alırdı okurdum  şimdi onları da… Anılar yitip gitmiyormuş, hatırlanmak üzere bir yerlerde asılı duruyormuş meğer. Günlüğümüzün bir kısmını sakıncalı bulup yok etmiştik, duran kısmını da okudum mektuplardan sonra. Keşke kızıp sana bırakmasaymışım yazmayı, eee senin günlüğündü bana bıraktın yazmayı, çok şeyi bıraktığın gibi.. şimdi onları yalnız okumayı, acını yaşamayı bıraktığın gibi…Gücüm yetecek mi bilmiyorum, bir çok şeye yetmişti oysa, son emanetin çok ağır, yüreğime saplanan, boğazıma oturan yük çok ağır.

                24 Eylül … iki kocaman ay sensiz ve senle dolu.  Yoldaşların Emek ve Özgürlük için yola çıktı. Sen  de ordaydın her bir yürekte, pek çoğu anmıştır seni. Hep burdaymışın hissindeyim ben de. Şimdi yoksun , eylem bitti birazdan gelirsin eve… Sabah birlikte haber izliyoruz. Tam bir yorum yapacak oluyorum, senden taraf dönerken başım geri çeviriyorum. Gece  ordasın gibiyken bakıyorum yerinde yoksun, “a gelmemiş daha” diye geçerken aklımdan, gene o aklım amansız gidişini hatırlatıyor bana.

                Dün gece ilk kez bir arı ile mücadele ettim rüyamda çocukların etrafında dolanıyordu, en kocamanındandı, işin garibi bir polis gelip eline aldı dışarı attı, kurtuldu panikten herkes; kimseye bir şey olmasın istemem ama kızdım arıya ona neden dokunmadı diye rüya bu ya.. Sen ne karınca, ne sinek , ne arı öldürdün, sivri sinekler gelmesin diye ayaklarına , kollarına yudumladığın rakıdan dökerdin. Ah arı ah.. Ne istedin ki bizden. Vurdun sevdiceğimizi boynundan, bükük bıraktın boynumuzu, vurdun can evimizden bizi. İki ay oldu sen gideli, hem öyle uzun hem çok çabuk geçen bir süreç. Bu süreçte ihtisas yaptım arılar üzerine. Seni yeniden yeniden tanıdım, arkadaşlarının seni anlatımlarıyla sentezledim bendeki, bizdeki seni. Sen çok güzel, çok iyi bir insandın, çok iyi arkadaştın. Ve o güzellikten yoksunuz şimdi.

           Biliyor musun, arılar hiçbir pisliğe, mikroba, bakterili olan yere konmazmış, o insanlara sunduğu bal için hep güzel çiçeklere konarmış. Senin dünyadaki değerini, güzelliğini ve eşsizliğini o da anlamış; anlaması çok güzel ama bıraksaydı da o güzelliğini biraz daha saçsaydın dünyaya, dünyana ve dünyamıza. ..  En sevdiğin türküdeki gibi Ordu’nun dereleri yukarı yukarı aksa da gittiğin yerden azıcık dönsen….  

            Sevgili Cengiz  yokluğunla yalnızlaşsak da, her an sensizliği yaşarken  varolduğumuz süre içinde hep bizimle varolduğunun  güçlü kalabalıklığıyla zor anımızda bizi omuzladığının, elimizden tuttuğunun, bize güç verdiğinin hissiyle yaşama tutunacak, onurlu yaşamının gururunu da yanımıza alarak birlikte savaştığımız değerler için mücadele etmeye devam edeceğiz. Attığımız adımlarda yine yoldaşımız ol e mi ….

                               Sevgilerimle …                                                                                                                        

                                                                                                              24.09.2022

                                                                                                                   GÜNAY

11 Eylül 2019 Çarşamba


                                                          BİR KAPI ARALIĞINDA
          Kış bitmiş, bahar gelmiş, uzunca bir sömestr tatilinin sonu… İzmit’ ten Kurtalan Ekspresle   Diyarbakır’a doğru yolculuk.  Güzel ve maceralı bir yolculuk. Doktorun otobüsle gitmemize izin vermediği için treni tercih ettiğimiz , köye, öğrencilere duyduğumuz  özlemi  taşıdığımız, geride sevdiklerimizi bırakmanın hüznünü birlikte götürdüğümüz, kaybetmenin korkusunu yaşayarak bedenimde yeni yeşeren yavrumuzu sağlıkla dünyaya getirebilme çabasıyla çıktığımız bir yolculuk…
           Tatil başladığında “kısa bir tatil, değmez” deyip köyde kalarak kısa sürede  okuma-yazma öğrettiğimiz çocuklarla tatilde de çalışmaya devam kararı.
           Tatil başlamadan birkaç gün önce de karlı yollarda saatlerce yürüyerek tatilde okusunlar, öğrendiklerini unutmasınlar  diye aldığımız kitapları çocuklara ulaştırma  hevesinin zorlu macerası…
            1980 kışı çok çetin geçti bütün ülkede. Kışı yaz ,yazı güz kovaladı; yeniden kış, kara kış, hala etkileri derinlere kazılı kapkara bir kış.
           Sömestr tatili bitti bitiyor, radyonun  Cuma günü akşam ajansında spikerin sesi sanki yalnız bize sesleniyor, bize özel haber sunuyor gibi kulak kesildik. Kış koşulları zorlu geçtiğinden okullar bir ay daha tatil yapacaklardı. On beş günün üzerine bir ay daha tatil!
         Ailelerimize, İzmit’e, medeniyete özlem o kadar işlemiş ki içimize adeta bayram yaptık   gaz lambasının duvara yansıttığı gölgelerimizi de  iki kişilik dünyamıza katıp kalabalıklaştırarak zıplayıp, döndük durduk dakikalarca sekiz  metrekarelik odamızda. Gönüllü kalmıştık oysa   dağ başındaki köyde, kimsesiz , aşsız, ekmeksiz bile isteye…
         Kar vardı köyde, tipi zaman  zaman  karları savuruyor lojmanı kapatıyordu kar yığınları. Köylüler alışkın oldukları için doğanın onlara verdiği  kışlık görevlerini aksatmadan yerine getiriyor, küçük arklar açarak, evlerin birbirine geçişini sağlıyorlardı.
        Sevinçten sabahı zor ettik.  Bir ay daha burada işsiz, işlevsiz, aşsız, erzaksız duramazdık, durmasına da köy yolu kapalı ve ilçeye gideceğimiz bir araç dahi yok.  Katırların dahi gidemeyeceği bir   halde yollar. Ben kahvaltıyı hazırlarken köylülerle konuşmaya gitti eşim. Yolcu timi hazırdı, bize eşlik edeceklerdi yol boyunca.  Çok değil daha on beş gün önce köye döneceğiz diye yalnız başına donma tehlikesi atlatan bizdik. Zaten kimse bizi yalnız bırakmazdı yollara. Köye gelirken getirdiğimiz iki valizden birini alelacele hazırladık. Kahvaltımızı aceleyle yapıp, bulaşığımızı dahi yıkamadan düştük yola , evde su yoktu, getirmek zaman alacaktı ’döndüğümüzde çay bardaklarının dibinin ilk günden donmuş olduğunu görecektik, bir ay sonra’.
            Bir ay boyunca İzmit, Gölcük, Ümmiye arasında mekik dokuyup durduk, gezdik, tozduk, hasret giderdik, arkadaşlarla görüştük. Tatil sonu sağlık problemlerim başladı. Okullar açılıyor- gitmem gerek; kanamalarım var- yolculuk yasak, öyleydi, böyleydi derken  yatma koşuluyla tren yolculuğuna izin çıkıyor; artık dünyalar benim.
           Ergani’ de akşamüstü trenden iniyoruz.   Bana kalsa hemen köye gideceğim. Gideceğim gitmesine de hala yollar kardan  kapalı ve değil gece, gündüz bile gidecek taşıt yok.
                Ergani Diyarbakır’ın büyük ilçelerinden ama bize göre köy kadar küçük. Otel   arıyoruz, sorup soruşturup en lüks (?) otele Saray Otel’e varıyoruz. Ailelerin otelde kalma durumu olmadığından otellerde kalabalık yataklı odalar bulunmakta. Zoraki iki kişilik oda buluyoruz; iki kişilik diyorum, oda altı kişilik, biz parasını verip  odaya yerleşiyoruz, ancak  tuvaletler odaların dışında ve bütün otelin ortak kullanımında. Köy yolları kapalı ancak Ergani’ye bahar gelmiş, bahar gelmiş ama gece çok soğuk ve ağustosta donan üşüyen ben tir tir titriyorum. Yalvar yakar otelciye sobayı yaktırıyoruz. Yatağa yatar yatmaz soba sönüyor, yine otelciye yalvarma faslı başlıyor, iki tane odunu fazlasıyla para vererek zorla alıyoruz.
           Ülkemiz çok zorlu günlerden geçiyor, gün geçmiyor ki katliamlar yaşanmasın, gün geçmiyor ki bir demokratik kuruluş kapanmasın. Ülkenin zorlu günleri her birimizin yaşantısına ayrı bir zorlukla yansıyor. “Ben ne yapabilirim bu durumda ülkem için?”  dediğimizde ideallerimiz yoğunlaşıyor. Benim hiç sönmeyen idealim de öğretmensiz hiçbir köyün kalmamasıydı, sanki  öğretmensiz bütün köylerde ben olacaktım.
             Sabah erkenden uyandık. Kahvede bir çay içtik. Öğretmen örgütü TÖB-DER’in kapısına vardığımızda kapının mühürlendiğini gördük.  Kendimi öksüz hissettim ilk kez. Evsiz – yurtsuz kalmıştık buralarda. Tanımasak da kimseyi buralarda  TÖB-DER’li olan herkes  dostumuz, yoldaşımız, güvenilirimizdi.
               Alış veriş yaptığımız bakkala uğradık. Orada hem kahvaltı edecek hem de yol durumunu soracaktık. Hem de ilçeye gelmiş köylüleri görebilecektik.
               Kahveden çaylarımız geldi. Bakkalın ısrarıyla köylerden gelen taze peyniri de (ömrümde süt ürünü yemememe rağmen, çocuğuma şifa olsun diye) lavaş ekmekle yedik.  Bakkaldan aylık erzağımızı alıp, daimi şoförümüz Naman’ı aramaya çıktık. Köylülerin demesine göre belli bir yere kadar yol açıkmış, oradan sonra da katırlarla gidecektik.
             Ergani’ye bahar gelmiş, hava öyle güzel ki, paltolarımız ağırlık yapıyor. Köy çok yüksek olduğu için yollar hala karlı.
               Bir köylüyle birlikte Naman’ın kaldığı kahveye gidiyoruz. Gidiyoruz da ayaklarım gitmiyor, ama ben yürüyorum ama ilerlemiyorum bir türlü, eşimi ileride köylüyle yürürken görüyorum, aramızdaki mesafe iyice açıldı. Sesleniyorum, gücüm yettiğince bağırıyorum, sesimi duyan yok. Yan sokaktan gelen sebze yüklü bir el arabası sol bacağıma şiddetle çarpıyor. Aylarca bacağımın üst bölümünden morartısı gitmiyor. Canım çok yanıyor, can acısıyla bağırıyorum duyan yok.   Kulaklarımda şiddetli bir uğultu, bağırıyorum, bağırıyorum, “Bana bir şey oluyor” diyorum, olanca gücümle bağırıyorum,  eşim çok uzaklarda, onu kaybetme bulamama kaygısı kaplıyor içimi, ve ben bağırıp duruyorum. sesim kısılıyor ve oracıkta yere yığılıyorum. Birileri yardımıma koşuyor, gözüm ilerde giden eşime takılı, olup bitenin farkındayım ama kendimi yönetemiyorum. Kollarımdan tutanların desteğiyle ayağa kalkıyorum, gözlerim ilerde… ayağa kalkar kalkmaz bir baş dönmesi bir mide bulantısı bir kusma, bir kusma ve tekrar kanamam başlıyor.
             Gürültü ve kargaşayı eşim duymuş olacak ki yanıma geliyor, beni apar topar bir arabaya atıyorlar, gözlerimi hastanede açıyorum.
              Karşımda kırklı yaşlarda bir ebe duruyor. Kahvaltıda yediğim peynir taze olduğu için beni zehirlemiş. O nedenle bayılmışım. Hamile olduğumu, kanamalı olduğumu , düşük tehlikesi yaşadığımı söylüyorum, doktor yatırmak istiyor, hastaneye yatmak istemiyorum. Ebe cebinden çıkardığı on tabletlik bir hapı bana uzatıyor;” Sen beni dinle, bunu her gün bir tane iç, bir şeyin kalmaz” diyor. Hastanede kalmamak için ebenin teklifi daha cazip geliyor.  Bir saat kadar dinlendikten sonra doktorun bir ton ilaç yazdığı içlerinde iğne de bulunan reçeteyi alarak hastaneden ayrılıyoruz.   
            Ben köye gitme taraftarıyım, eşim hiç değilse bir gün  ilçede kalma bu halde köye gitmeme yanlısı. Köyde paslı şırıngası eski bir enjektörüyle iğne vuran muhtar Ömer Amca var nasılsa. Ömer Amca şırıngayı ocağa koyar kaynatır, mikroplar ölür, iğnesini vurur, benim de aylarca iğne yerlerim acır. Yine de olsun evimde olacağım ya.
            Naman köye arabayla gitmenin imkansızlığını söyleyince, bir gece daha donmaya talim, Saray Otel’de kalmaya niyetlendik. Ergani’de birkaç lokanta var, hiçbir kadın lokantaya gitmiyor, yemeğimizi yiyoruz, et kokusundan hayli rahatsız olduğum için lokantada da duramıyorum, yediğim mercimek çorbası, o vakitler veganım.
               Karnımız tok, otel tamam, iğne olmam gerekiyor. Ergani’ye ilk geldiğimizde İlköğretim Müdürünün odasında tanıştığımız sağlıkçı Mustafa Abi geliyor aklımıza. Çalıştığımız köyü de Mustafa Abi öneriyor bize. Daha önceleri kız kardeşi ve enişteleri çalışmış o köyde. Dediğine göre o köye giden zengin olup dönüyormuş. Zenginlik bizi bağlayan bir durum hiç olmadı. Gülümsemekle yetindik. Bizi rahat ettirmek isteyen İlköğretim Müdürünün de(Senayi Bey) aklına yatıyor olacak ki bizim atamamızı Gisto’ya yapıyor.  
            O günkü iğneyi ona vurulurum, düşüncesiyle kahveleri gezmeye başlıyoruz Mustafa Abiyi bulmak için. .
             Mustafa Abi gözleri her daim gülen konuşkan biri. Sağlık memuru, mesai dışında Ergani’nin kahvelerini gezip  tansiyon ölçüyor, iğnesi olanlara iğne vuruyor. Nedense insanlar onu pek sevmiyor. Hem solcu olduğundan , hem de ekstra çalıştığından, parayı çok sevdiğini ileri sürüp, cimri  olduğunu iddia edip  “Kuruşoğlu” diyorlar ona.
               İnsanlar insanların iç dünyalarını bilmeden çabuk harcıyorlar. Kimselerin pek sevmediği Mustafa Abiyi nasıl oluyor da biz çok seviyoruz, ilçeye her gelişimizde gözlerimiz onu arıyor, köydeyken sıkça ondan bahsediyoruz, sohbetini özlüyoruz.  Memur maaşıyla beş çocuğunu okutmaya çalışıyor, evi kira , eşi çalışmıyor. Evine günlük iki gazete alıyor.  Evinin iki duvarı boydan boya rafları dolu dolu  kitaplık,  Kendisi gibi çocuklarının da aydın olmasını istiyor. Eşi de bilgili bir insan.
                 Derken biz Mustafa Abiyi kahvenin birinde buluyoruz, çay sohbet derken iğne meselesi açılıyor. Tutturuyor “Bize gidelim, burda iğne vurulmaz” diye.  Çok birilerine gitmeyi istemesem de , istemeye istemeye gidiyoruz evlerine. Biz geldik diye, evde bir telaş bir telaş, mahcup oluyorum. İğne olma, çaydı, yemekti derken bu defa da eşi tutturuyor; “ Bırakmam sizi, bu halde nereye, otel de neymiş “ diye. Ne yapsak ne desek de yoğun baskıdan kalmak zorunda kalıyoruz evlerinde.
                İlk dikkatimi çeken kitaplık olmuştu evlerinde, eşinin bilgeliği ve çocukların donanımı. Ne güzel bir aileydi. Kendimizi o kadar değerli hissetmiştik ki orada hemen kaynaşıverdik.
                İki günlük yorgunluğun ardından çok güzel bir gece geçirdik. Dinlenmiş ve huzurlu uyanmıştık.  Rahatsız olduğum için bana iş yaptırmıyorlardı, o kadar utanıyordum ki bu durumdan, sıcaklıkları, içten tutumları bu duygumu çabuk siliyordu benliğimden.
               Kahvaltı hazırlığı esnasında sohbet derken büyük oğul da sıcak ekmek için fırına yollanıyor.  Şen kahkahalar arasında sertçe açılan kapıya yöneliyor bakışlarımız. Nefes nefese kalmış çocuk elindeki ekmek torbasını yere düşürerek “ karakol  taranmış , ……………… gili evden almışlar, alt sokaktaki evler aranıyor deyip kendini sedire atıyor.
             Hepimizde bir gerginlik, tedirginlik.  Bizim orada bulunmamız da  bu durumda pek açıklanabilir bir durum değil. Çıksak şüphe çekecek, kalsak hem bizim, hem aile için gereksiz tehlike. Seri beyin fırtınası; “Ne olur, neler yapılabilir, nasıl davranacağız, gitmeli miyiz, durumumuz izah edilebilir, reçetemiz var, dün yaşananların şahitleri var, ama kitaplar, ev sahibinin tanınmış kimliği, ya kitaplar, en suçlusu kitaplar, her  karanlık dönemde  korkulmuştur onlardan, kitapları hemen evden çıkarmalı”
Derken çuvallar bulunuyor, kitaplar doldurulmaya başlanıyor, çoluk çocuk görev başında. Ben hastayım ya  yalnızca çuvalın ağzını tutuyorum. Evin giriş kapısı kapalı, arka bahçeye açılan kapı ardına kadar açık. Kapıya en yakın olarak  ben  divanda oturuyorum.  Kitaplıktan boşalan yerlere süs mahiyetinde kap kacak konuyor, herkes otomatik olarak kendine  bir görev edinmiş, sessizlik içinde kitapları yok etme telaşındayız. İş bölümü o kadar dengeli o kadar ahenkli ki kısa zamanda üç – dört çuval doluyor.
            Ergani’ye bahar gelmiş, güneş o kadar parlak o kadar sıcak ki. Arka kapıdan salonun yarısına kadar vuruyor ışıkları.  Kimse güneşin , baharın derdinde değil. Karanlık zihniyetin, dünyamızı karartmasını engelleyecek aydınlatma aracı kitapları onların gözünden  sükunet içinde saklama derdindeyiz.
             Derin sessizliği bir tıkırtı bozdu. Hepimiz tedirgin kulak kesildik. Ses gittikçe artıyordu. Bu bir ayak sesi, evet evet bir ayak sesi kapıdan içeri adeta yankılanıyordu. Hemen ardından güneşin kapıya vuran huzmelerinin arasında bir gölge belirdi, gölge an be an devleşiyor, kapının bir ucundan diğer ucuna doğru ilerliyordu.
              Kapıya en yakın olan ben gelmekte olanı gördüm sonunda. Kırk kırk beş dakikadır süren gerginliğin ardından içimi huzur kaplamıştı. O kadar rahattım ki, evdekiler de rahatlasın düşüncesiyle “ polis!” diye şaka yapıverdim. Bu düşüncesizce birden çıkıvermişti ağzımdan. Ortalık buza kesti, gene derin bir sessizlik oldu. Mustafa Abi' nin elindeki kitaplar yere döküldü bir bir, rengi sarardı, soldu. Üzerindeki yük, sorumluluk ne kadar büyüktü, eşi, çocukları, kitapları, itibarı… neleri elinden kayıp gitmişti düşen kitaplarla… hangi düşünceler korkuya dönüşmüştü beyninde.
              Ben yaptığım şakadan bin pişman, gölge iyice devleşti, ses gittikçe gürleşti, gölgenin sahibi geldi geldi kapının ortasında durarak küçük bir sineği gagasıyla yakalamaya çalıştı.  Küçücük bir tavuğun dakikalar boyunca verdiği korku. Küçücük insanların bir yerlerde baş olduğunda etrafa saçtığı korkuyla özdeş değil miydi.
              Bin dokuz yüz seksen yılının mart ayının ortaları, her ne kadar bahar gelse de ülkeme, bir çok acı günler yaşayacağı, pek çok kötülüklere gebe kaldığı günlerdi o günler. Seksen yılının ne yazı ne de güzü güzel geçti . insanın insan olmaktan utanç duyduğu, insanın insanı yok ettiği, , insanın insana en içtenliğiyle yüreğini açtığı olmasaydı hiç denilen bir yıldı. Üzerinden kırk yıla bir kala zaman geçen bir on iki eylül daha . Bir tarih olmaktan öte öncesinde ,  esnasında ,sonrasında ve hala da nice canların yandığı etkilerinin yıllarca daha süreceği o karanlık gün.
                Yukarıdaki anekdot da dostluklar, insanlıklar, zorlu doğa koşulları, idealler,  acemilikler, karanlığın aydınlığı zapt etmesi, genç bedenlerin idam edilmesi, zindanlarda çürütülmesi, pek çok canın katledilmesi, yok edilmesi, kardeşin kardeşe düşman edilmesi, yaşamın esir edilmesi, ille de güzel insanlar,   inadına güzel  yaşam….
                  Gülsem mi ağlasam mı, bir tavuğun gölgesinin devleşip korkuya dönüşmesi  toyluğun verdiği bir düşüncesizliğin pişmanlığı … hep  iyi-güzel-çirkin – kötü yanıyla yadımda kaldı.
                                                                                                  GÜNAY UZUNER
                                                                                                     12.09.2019