O günü yaşayan hemen hemen herkesin hikâyesi aynı başlar. Kapıları çalınanlar hariç; “Sabah uyandığımda televizyondan/radyodan
<<Yine de şahlanıyor aman,
Kol başının kır atı>>’nı söyleyen Hasan Mutlucan’ı dinledim...”
Kolbaşının kıratının nal sesleri gitgide yaklaşarak epeydir duyuluyordu zaten. Buralarda birçok sivil toplum örgütü kapatılmıştı zaten. TÖBDER’de öyle ki daha Diyarbakır’a ilk gidişimizde kapısını çalmak, üye olmak için uğradığımız ve kırmızı bir mühürle karşılaştığımız. Gelmişti işte nalet olası atlılar.
Ufak bir lojman odası. Uyumakta olan iki idealist öğretmen biz ve henüz yirmidört günlük yavrumuz Haziran.
Diyarbakır Ergani Gisto. Gisto’da köy okulunun küçük bir lojmanı ve lojmanın küçük odası.
Uyanan ben. Radyoya uzanıyorum. Uyandığımızda yaptığımız ilk işti zaten. Dünyayla tek bağımız olan <o da pili bitene kadar> radyoyu açmak.
Oda küçük, ses büyüktü. Gürlüyor savaş naraları atıyordu. Sese Cengiz de uyandı. Yoruma başladık, uyku uyanıklık arasında. “Nerenin kurtuluşuydu bu?” İzmir üç gün önceydi. Diyarbakır, Antep, Urfa... sıraladık hiçbiri değildi. Ve biz aynı anda gözlerimizden okuduk birbirimizi, bakışlarımız derinleşti evet kolbaşının atları gelmişti.
Derken her yarım bilemedin bir saatte demeçler haberler, haberler demeçler. Aynı sesten cezalar yasaklar yasaklar yasaklar...
Geçen yıl bugün şimdi iktidarda olan başbakanın seçim meydanlarında gözyaşlarıyla anlattığı 12 Eylül sürecinin yargılanması adına oy istediği Anayasa’nın değiştirilmesi ve kol başlarının yargılanması için oy kullandık ülkece. Bir yıl geçti. Birileri halktan koltuklarına sağlamca oturmanın icazetini aldı. Birileri de istirahatlarına devam etmekteler. Kol başının kıratları şahlanmalarını sürdürmekte, nallarıyla dövmekteler taşını toprağını yurdumun.
12 Eylül 1980 Gisto. Köyün en hareketli günleri bu günler. Bağ bozumu günleri. Üzümler toplanıyor, katırlara yükleniyor, bir katır ilçeye satışa gidiyor, diğerleri kapıların önlerine boşaltıyor yüklerini. Yeni alınan cizlavet çizmelerle üzümlerin şırası çıkarılıyor. Kurulan kazanlarda pekmez pestil şırası kaynatılıyor. Özenle saklanan pestil bezleri sandıktan çıkarılıyor. Geniş alanlarda kurutuluyor pestiller ve de cevizli sucuklar.
12 Eylül 1980. Bugün köyde bir durgunluk var. Hava güneşli ama pus çökmüş sanki. Köyde ses seda yok. Ses seda yok ama sessizlik içinde odalarda yaşanıyor ses ve sedalar. Cengiz Dölek’e muhtarın yanına iniyor. Köydeki havayı koklamak için. Anlatılan hikayelerde hep asker köylüyü sevmez, köylü de askerden ürker. Geçmiş darbelerdeki yaşantıları hiç iç açıcı değildir.
Kapılar camlar sıkıca örtülü hanelerdeki telaşı kimse görmemeli ve duymamalı. Oysa her evde yaşanan aynı telaş. Herkes de biliyor bunu. Yine de dışarıya sızdırmamaya çalışılıyor. Karakollarda, hapishanelerde, izbelerde yapılanların dışarıya sızdırılmaması gibi.
Önce Erdal’ı astılar telaş içinde. Ve ardı sıra geldi kuru kuru dallara taze fidanları asmak.
Binlerce faili meçhul, darağacında ölen, işkenceye maruz kalan, perişan aileler, siyasi yasaklılar, sömürülmüş zihinler, korkuyla yoğrulan ruhlar ve bedenler, geleceği çalınmış gençler, dünyayı göremeden kapanan gözler, kalemi elinden alınan, sesi soluğu kesilen aydınlar...
Dölek’ten dönen Cengiz köy muhtarıyla görüşmesinden köylünün bizden destek beklediğini öğrenmişti. Ne yapacağımızı konuştuk önce. Öyle ya köyün aydını bizdik.
Bizi de aydınlatan kitaplardan başladık işe. Günlük harçlığımızla biriktirerek aldığımız kitaplarımızı yakmakla başladık işe. Üçyüz litrelik banyo kazanının sobasında yaktık onca kitabı. Su kaynıyor, buharlaşıyor, bitiyor, yarım kilometre uzaktaki pınardan telaşla taşıdığımız sularla tekrar kazan doluyor. Kitaplar bir bir kül oluyor. Onca kitap, onca hayat... Bir arkadaşım “Her kitap bir insandır.” demişti bir keresinde. Kitaplar yandı ben ağladım. Ben ağladım kitaplar yandı.
O gün bu gündür kitap okuyamamam bundandır. Uzunca süre elime alamadım hiçbir kitabı... Neden sonra bir cesaret elime aldıklarım da yarım kaldı, bitiremedim. Kitaplar küskündü bana.
Günay UZUNER
12 Eylül 2011
o kara gün!
YanıtlaSil