İsmail karayağız, kendi halinde, bir genç. Üzerinde yaz- kış her daim lacivert- beyaz, beyaz olduğu biraz tartışı getirir, oduncu gömlek vardı; alt kısmında koyu boz renkte ütüsü bozulmuş, şalvarımsı, beli kemerle sıkıca bağlanmaktan, büzgülenmiş bir pantolon . Ayaklarının dibinde de bir baskül.
Genelde yediye çeyrek veya on kala geçerdim minibüsle aynı yoldan işe gitmek üzere. Ve akşam üstü altı- altı buçuk arası iş dönüşü eve giderken.. O orada olurdu hep aynı yerde, Taşköprü durağının az ilerisinde, kaldırımda, işportacıların yanı sıra, aynı pozisyonda, karda, yazda, kışta ayazda, aydınlık ve karanlıkta. Sağ elini başının hizasına kaldırmış, önünde durduğu bir-bir buçuk metre yükseklikteki briket duvarın üzerindeki üç dört sıra sarılmış dikenli tellerin sırasından birine tutunmakta; başını ise “Leyla siymiş” vaziyette bir sağa bir sola sallamaktaydı.
“Leyla siymiş!” durumunu şöyle izah edeyim. Leyla benim kısa dönem çocukluk arkadaşım. Abisi Ergün de abimin arkadaşı. Babalarımız aynı okulda bir yıl gibi birlikte çalıştılar. Babamın çalıştığı Eğercili köyüne ziyarete gittiğimizde tanıştık onlarla. Pek sık görüşmesek de güzel anılar paylaştık. Leylalar’ın bir de “Mestan” adlı bir kedileri vardı. Abisi Leyla’ya kızdığında; onun geceleri yatağı ıslatmasını kullanır, alaya alır, yaptırmak istediklerini susması karşılığında yaptırırdı; tempolu bir tekerlemeyle:
-Leyla siymiş,Leyla siymiş … diyerek.
Ergün tekerlemesini söylerken Mestan kedi de başını ve kuyruğunu tempoya uydurarak sürekli sağa sola sallardı. Bu tekerleme onlardan ayrıldıktan sonra da bizim bir zaman gülmece aracımız olmuştu. İşte o gün bu gün sağa sola rutin sallanan bir şey görsem ben , Ergün- Mestan ikilisinin “Leyla siymiş, durumu” aklıma geldiğinden o duruma “Leyla siymiş, durumu” derim.
İsmail’i de her gördüğümde sürekli başını sağa sola sallar olurdu. O oraya ne zaman gelir, kim getirir, bilmezdim. Para kazansın diye mi; evden, başımızdan gitsin diye mi; oyalansın diye mi oraya getiriliyordu –geliyordu hiç bilemedim. Aynı yolu farklı zamanlarda yürüyerek geçtiğimde oldu, güzergah boyundaki dekorun parçalarından İsmail’in sağında çantacı, solunda atkıcı ile tespihçi çeşitli ünlemelerle mallarını satsalar da O’nun hiçbir tepkisine rastlamadım, seyirlerimin hiç birinde.
Okulla ev arasındaki iki kilometrelik yol haritamın pazılından olmazsa olmaz bir parçasıydı O. Öyle aşinaydı ki o ve herşey, yol alırken yerinde, sırasındaydı bi tamam tümü.
Bir garip meczupdu. Kendi dünyasında içe dönük yaşadığından, ne düşündüğünün farkında değildim pek. ‘Başını gelip geçen minibüsleri sayıyor, hızlı seyrettiklerinden geleni gideni kaçırmamak için hızlıca sallıyor’ diye bir fantezi kurgulamıştım kendimce.Benim ona, onun bize ulaşamama gerçeği düşüncelerimle kendimce yorum yapmaktan öte gitmiyordu. Başını sağa ve sola aynı ritmle sallayan bir genç ve dahası yok.
Bir gün baktım ki ne olmuşsa olmuş, briket duvar yıkılmış, tel örgüler sökülmüş, dört beş metre yükseklikte bir duvar örülmüştü oraya. İsmail yoktu yerinde. Duvarda tutunacak teller mi yoktu da İsmail oradan ayrıldı bilinmez, bir daha orada ve de başka bir yerde göremedim onu.
Tamı tamına dört yıl boyunca aynı yoldan mesai günleri gidip- geldikçe yol izlencelerimin yerlerini bir bir ezberlemiştim; neden sonra neyin geleceğini bilerek … Uzun müddet orada bedenini görmesem de onun, yerinden geçtikçe yokluğunu hatıramla yad ettim, anmadan geçemedim, yerine koydum onu.
Yol haritamın pazıllarından birinin,İsmail’in yokluğu bende mi , yoksa yaşama bir ucundan tutunurcasına sıkıca tutunduğu tel örgünün eksikliği İsmail’de mi boşluk yaratmıştı bilemiyorum.
O yoldan artık ben de geçmiyorum…
07.12.2011
Günay UZUNER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder