Karanlık çökmüştü iyice. Mumu aldı eline kibrit kutusunu açmaya çalıştı, bir den aldı içinden tam ateşliyordu ki kutu düştü elinden denler saçıldı yerlere. Ateşledi bir deni mumu tutuşturdu. Alevin sıcaklığı yüzüne vurdu. Işıttı odayı. Yerdeki denleri ışığın yardımı, biraz da el yordamıyla topladı.
Canı sıkkındı. Kimse gelmemişti henüz eve, yalnızdı. Kibrit tanelerini yerleştirirken kutusuna oyun istedi canı. Ders çalışmalıydı oysa, umursamadı. Gitti bir kutu daha getirdi içerden. Saçtı masanın üzerine taneleri, dizdi üst üste başladı kule yapmaya. Kulesi yükseldikçe mutluluktan ışıyordu gözleri.
Gece yarıldı tam orta yerinden bir ışık ağdı. Işık boving bovving diye tiz bir ses yankılıyordu. Gele gele Ömerler’in kapısına gelip duraladı. Sanki bir ışık topu yere oturmuştu. Ses de kesilmişti artık.
By JWX uzay aracına atlamış daha önceleri çok mutlu yaşayan şimdilerde mutsuzluğa gark olmuş uzak galaksilerdeki bir gezegenden yola çıkarak galaksimize kadar gelmiş. Basit nedenlerle mutlu olan birini bulmakmış yola çıkmaktaki niyeti. Sinyalleri onu Dünya’ya doğru getirmiş, Küçük Ömer’in kibrit çöpünden diktiği kuleye baktıkça mutlanmasını algılamıştı.Aradığı mutlu kişi,mutluluk bu olmalıydı. Görünmezdi aracı kendi de öyle. Görünmezliğinin güvencesiyle camdan izlemeye koyuldu Ömer’i. Düşünceleri de okuyabiliyordu. Dünya hakkında hayli bilgiye sahipti. Sevginin de yalnızca Dünyada olduğunu biliyordu.
Kule yükseliyordu çöpleri koydukça üst üste, Ömer de mutlanıyordu yükseldikçe. Köye gitti aklı. Bir takvim vardı evlerinde altı yapraklı. Şehirden getirmişti babası. İstanbul resimleri vardı yapraklarda. Sedire çıkar sayfaları çevire çevire durmadan bakar,o resimlerdeki ışıklara dalardı. Hayalleri ışıkların içine girerdi hep. Görmeliydi bu güzellikleri bir gün ama nasılın yollarını bulması gerekiyordu.
Babası annesi, üç ağabeyi , bir ablası ve yengesiyle yaşıyordular köyde. Taaaki o vurgun olana değin. Babası ve bir abisi vurulmuştu. Dünyaları başlarına yıkılmıştı. Annesi “Buralar bize zindan, ocağımıza kor düştü, evimiz yıkılıp viran oldu tez gidelim koca şehre” dedi. Koca şehir İstanbul’du. Büyük sözü kanundu buralarda, annelerini ikilemediler. Toparlandılar çar çabuk. Annesinin tasası oğullarının kan davası gütmesiydi. Bir eş bir oğul vermişti bu kesmekeşte, başka bir oğlu zayetmeye gönlü rıza gösteremezdi.
Göç yola koyuldu, bir şafak vakti. Ömerler de göçün üzerinde. “Dağı, taşı altın” derdi babası hep İstanbul için.Yolda takvimdeki işıkları ve neonlarla ışıldayan altınları görüyordu hep. Annesi, ablası, yengesi durmadan ağlıyor, ağabeyleri ise çatılmış kaşlarla uzakları seyrediyordu.
Epey bir yol gittiler. Bir iki yerde ihtiyaç molası verdiler. Akşam olmuştu artık, yol bitmiyordu. Uykusu gelmişti ama gelir de göremezsem diyerek uykuyla inatlaşıyordu. Köyde erken yatarlardı.
Dayısıgile gideceklerdi önce. Onlara yakın bir ev tutmuştu dayısı. “Siz gelin hele bir gerisi kolay” demişti . Evi düşünmeye başladı. Resimlerdeki gibi çok katlı çok ışıklı mıydı, yoksa yoksa köydeki gibi tek katlı mı? Yok canım köydeki gibi olabilir mi hiç? Resimlerde öyle bir ev yoktu ki? Arkadaşlarını düşündü sonra. Ne ile oynardı burada çocuklar acaba? O en çok çelik çomağı severdi. Çubuklar vazgeçilmeziydi. <İki kibrit çöpünü aldı eline; birini çelik yaptı, birini de çomak, fırlattı ileriye çomağı... gülümsedi... Kulesine devama koyuldu.>
Sonunda “geldiiik!” diye ünledi şoför. Uykusu gidiverdi akan gözlerden hemen. Römorktan hızlıca atladı aşağıya karanlıkta. Bir çukura girmişti bir ayağı. Elleriyle yere abandı, çamura belenmişti elleri, doğruldu. Etrafa baktı heyecanla, merakla. Çook ışıklar vardı etrafta, vardı da resimdeki gibi ışıltılı değillerdi. Dayısı iteledi “Hadi oğul sabah incelersin etrafı, yorgunsunuz şimdi” Mecbur söz dinledi. İçerdeydi ler, bu ev köydeki evlerinden daha küçüktü. Yok canım bizimkisi böyle değildir, yok yok tabii değildir. Abileri annesi dayısıyla gizli bir şeyler konuşuyor, sormak istiyor, konuşmaları bölünür kızarlar diye korkudan yeltenemiyor. Pencere tam karşısında. Çıkıp baksa mı acaba? Olmaz ki, dayısı kızarsa ya, dayısıydı ama tanımıyordu ki. Sabahı beklemek gerekti, çaresiz.
Uyku uyanıklık arasında sabahı zor etti Ömer. İlk kez horoz sesi duymamıştı hayatında. Kimse yoktu odada... Apar topar dışarı seyirtti. Evdekiler yükü boşaltıyordular karşı eve. O İstanbul’u merak ediyordu daha çok. Etrafına bakındı.. Derme çatma sayısız kulübeler göze çarpmaktaydı. Dağı da yoktu İstanbul’un, taşı da. Ezberi bozulmuştu bir kez, yoksa o resimler ‘İstanbul’ yazan resimler İstanbul değil miydi? Eve baktı sonra .. Köydeki evi özlemişti şimdiden. Geri gitmek… Ahh keşke…! Hayalleri alt üst olmuştu.
Eve yerleşmeleri uzun sürmedi. Zorunluydular beğenmeseler de; ne elde ne avuçta para vardı. Büyük abisi hamallık yapacaktı, yengesi de evlere temizliğe gidecekti. Mehmet ağabeyi kadın berberine çırak girdi hemen. Ablası uzaklarda bir yerdeki bir konfeksiyonda çalışacaktı. Annesi de çocuk mocuk bakardı, bir yandan da evi kollardı hasımlarına karşı; dayısı öyle demişti. “Herkes çalışmalıydı, başka yolu yoktu buralarda barınmanın”. Ömer’in payına da okumak düşmüştü. Alışırsa buralara, simit neyin satar, ayakkabı boyardı tatillerde.
Ayak uydurmaya çalışıyorlardı buradaki yaşama. Dilleri dillerine, giysileri giysilerine çalıyordu hafiften artık. Hele Mehmet bir süslü, bir süslü olmuştu. Gecekonduymuş oturdukları, suyu elektriği yoktu evin. Çalıştıklarından kazandıklarının çoğunu bu damın sahibi alıyordu kira diye. Her şey para, her yer paraydı burada. Altınları neredeydi İstanbul’un, dağı taşı neredeydi?
Kış bastırmış annesi amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Ablası işten çıkmış annesini bekliyordu hastanede. Alımlıydı, güzeldi de Elif kız, gelip giderken bir genç tutulmuştu ona. Bir gün ablası kayboluverdi; kaçmıştı o delikanlıya, İstanbul’un yükü ağır gelmiş, tek başına kaldırmayı göze alamamıştı. Bu üzüntü yetti de arttı annesinin yaşamının son bulmasına. Alıp götürdüler onu uzaklarda bir yere. Onu götürmemişti ağabeyi; oda bakakaldı annesini taşıyan arabanın arkasından. Yıkılmıştı bir kez daha Ömercik, çöktü dizlerinin üzerine, ağladı ağladı…
Evde yalnızdı genellikle. Ders çalışıyordu, beceremiyordu, aklı hep buralara gelmezden evvel ki yaşamında, hayallerindeydi. Mehmet Abisi bir tuhaf olmuştu. Ahmet abisi onu ya azarlıyor, ya dövüyordu. Oda ya geç geliyor eve, ya da hiç gelmiyordu. Sokakta kötü kötü konuştuklarını duyuyordu insanların abisi hakkında. “Kız gibi miymiş ne?” Konuşup konuşup gülüyorlardı, utancı da Ömer’e kalıyordu. Zaten uyum sorunu yaşıyordu iyice içine kapanmıştı. Gözleri boş duvarlara çakılıp kalıyor eski evlerindeki duvarda asılı takvimin resimlerinin içine dalıyor, ışıltılı sokaklarda dolaşıyordu hep, tek başına.
Bir sabah Mehmet’i evde kaskatı yatarken buldu. Nasıl olmuştu da gitmemişti işe. Gitti yanına. Bir-iki dürttü durdu. Mehmet’ten ses yoktu. Dayısıgile koştu hemen.. “Mehmet uyuşturucu almış!” dediler. Aynı yeşil arabanın arkasından Mehmet ağabeyi için baktı bu kez,eşiğe oturduğu yerden.
Her şey güzel olacaktı sözde, öyle demişti annesi buraya göçerken. Güzelliği bu muydu buraların. Kaç kişiydiler ,kaç kişi kalmışlardı. Ahmet ağabeyi geç geliyordu eve, yorgun oluyor hiç konuşmadan hemen yatıyordu. Geceler boyu öksürük sesleri arkadaşlık ediyordu ona. Bir yengesi konuşuyordu ona.O da “ Ömeeer! Şuraya git, buraya git, şunu getir, bunu getir, dersini yap!” lardan ibaretti. Olsun, varlığından haberdar olan biri vardı bu koca ,bu kalabalık şehirde. Bir de öğretmeni farkındaydı onun, ödevleri ya eksikti ya da yanlış, işittiği tek şey azarlarıydı onun da. Bahçede çocuklar koşuşur, oynar kahkahalar atar, söyleşirler, o duvar dibinde hayalleriyle baş başa kalırdı. Yalnızlığı bu yüzden seviyordu. Neonlarda parlayan ışık cümbüşünün içindeki altınları topluyordu o, uyarıcıların uyarılarını alana kadar.
Hayli geç olmuştu, ne yengesi ne de ağabeyi gelmişti, kaç kez kibritten kulesini dikmiş, yıkmıştı kaç kez de gene gelen olmamıştı. Kuleyi diktikçe mutlanıyor, çocuk Ömer oluyordu, sonra hayallerine dalıyor yaşa mının makarasını geri sardıkça hüzne bürünüp sayısız yıkımlarının altında eziliyordu.
By JWX onun mutluluk anlarını kopyalıyor, beyninin hard disklerine yapıştırarak kaydediyordu. Anın mutluluğunu görüyordu Ömer’in gözlerinde. Anın mutluluğunu yakalayıp, kopyalamak pek de kolay değildi. Küçük yaşında kaç yıkım yaşadıysa Ömer kulesinin inşasında, anın hüznünü de yansıtıyordu gözlerinden. Neler ummuştu da bulamamıştı birini bile.
Çelik çomak geldi yine aklına bir çift çöple oynadı durdu. İçi sıkılmıştı iyiden iyiye. Yalnızlığına üzüldü. Bir damla yaş süzülüverdi sol gözünden, yanağında kalakaldı. Mumun alevinde parıldıyordu kristal gibi. Billurlaşan göz yaşının içinde hüznü gördü By JWX. Aradığı burada değildi onun. Aniden fırladı bindi aracına. Kulakları sağır eden “boving boving sesleriyle uzaklaştı oradan görünmüyordu kendisi ama esintisi devirdi çöpten kulesini Ömer’in.Yıkılmıştı umutları, yaşantısı gibi kulesi de. Geride kalan kibrit çöplerini elinin tersiyle dağıttı bir vuruşta.
Gece yarıldığı yerden birleşip karardı gene. Simsiyahtı ortalık. Yükünü tutmuş, kendi gezegenine doğru hızla yol alıyordu yabancı. Hissetmişçesine pencereden yukarılara baktı, sonra seyre koyuldu yıkımını kuleciğinin Ömer. Birden mumun alevi ‘şşş’ diye bir sesle büyüdü. Gözleri parladı yeniden Ömer’in. Bir kibrit çöpü başarabiliyorsa sıçrayarak mumun üzerine, alevi büyütme yi, o da hayallerini büyütecekti o da. Büyütecek gerçekleştirecekti. O yıkılmayacaktı İstanbul’un yükünden. Mumun alevi eski haline dönerken kararını vermişti, okuyup büyük adam olacak, İstanbul’un altınlarıyla gerçek kuleler dikecekti kendisine. O kulelerden resimleri değil, gerçek ışıklarını görecekti koca şehrin, İstanbul’un.
Mumu eline aldı, kararlı adımlarla çantasına yöneldi. Yıkıntılardan kurtulmanın yolu buydu. Ödevlerini yapacaktı. Kapı açıldı bu esnada, abisiyle yengesinin gülüşleri içeriye doldurdu. Şimdi evleri daha da aydınlıktı.
31.10.2011
Günay UZUNER
"yıkım"a uğratmak değil niyetim rakiplerimi, amacım FBM blogerleriyle yaynlayacağımız ortak kitaba güzel yazılar hazırlamak.
Bu yazınız çooook gzl öğretmenim
YanıtlaSilHayriye