11 Eylül 2019 Çarşamba


                                                          BİR KAPI ARALIĞINDA
          Kış bitmiş, bahar gelmiş, uzunca bir sömestr tatilinin sonu… İzmit’ ten Kurtalan Ekspresle   Diyarbakır’a doğru yolculuk.  Güzel ve maceralı bir yolculuk. Doktorun otobüsle gitmemize izin vermediği için treni tercih ettiğimiz , köye, öğrencilere duyduğumuz  özlemi  taşıdığımız, geride sevdiklerimizi bırakmanın hüznünü birlikte götürdüğümüz, kaybetmenin korkusunu yaşayarak bedenimde yeni yeşeren yavrumuzu sağlıkla dünyaya getirebilme çabasıyla çıktığımız bir yolculuk…
           Tatil başladığında “kısa bir tatil, değmez” deyip köyde kalarak kısa sürede  okuma-yazma öğrettiğimiz çocuklarla tatilde de çalışmaya devam kararı.
           Tatil başlamadan birkaç gün önce de karlı yollarda saatlerce yürüyerek tatilde okusunlar, öğrendiklerini unutmasınlar  diye aldığımız kitapları çocuklara ulaştırma  hevesinin zorlu macerası…
            1980 kışı çok çetin geçti bütün ülkede. Kışı yaz ,yazı güz kovaladı; yeniden kış, kara kış, hala etkileri derinlere kazılı kapkara bir kış.
           Sömestr tatili bitti bitiyor, radyonun  Cuma günü akşam ajansında spikerin sesi sanki yalnız bize sesleniyor, bize özel haber sunuyor gibi kulak kesildik. Kış koşulları zorlu geçtiğinden okullar bir ay daha tatil yapacaklardı. On beş günün üzerine bir ay daha tatil!
         Ailelerimize, İzmit’e, medeniyete özlem o kadar işlemiş ki içimize adeta bayram yaptık   gaz lambasının duvara yansıttığı gölgelerimizi de  iki kişilik dünyamıza katıp kalabalıklaştırarak zıplayıp, döndük durduk dakikalarca sekiz  metrekarelik odamızda. Gönüllü kalmıştık oysa   dağ başındaki köyde, kimsesiz , aşsız, ekmeksiz bile isteye…
         Kar vardı köyde, tipi zaman  zaman  karları savuruyor lojmanı kapatıyordu kar yığınları. Köylüler alışkın oldukları için doğanın onlara verdiği  kışlık görevlerini aksatmadan yerine getiriyor, küçük arklar açarak, evlerin birbirine geçişini sağlıyorlardı.
        Sevinçten sabahı zor ettik.  Bir ay daha burada işsiz, işlevsiz, aşsız, erzaksız duramazdık, durmasına da köy yolu kapalı ve ilçeye gideceğimiz bir araç dahi yok.  Katırların dahi gidemeyeceği bir   halde yollar. Ben kahvaltıyı hazırlarken köylülerle konuşmaya gitti eşim. Yolcu timi hazırdı, bize eşlik edeceklerdi yol boyunca.  Çok değil daha on beş gün önce köye döneceğiz diye yalnız başına donma tehlikesi atlatan bizdik. Zaten kimse bizi yalnız bırakmazdı yollara. Köye gelirken getirdiğimiz iki valizden birini alelacele hazırladık. Kahvaltımızı aceleyle yapıp, bulaşığımızı dahi yıkamadan düştük yola , evde su yoktu, getirmek zaman alacaktı ’döndüğümüzde çay bardaklarının dibinin ilk günden donmuş olduğunu görecektik, bir ay sonra’.
            Bir ay boyunca İzmit, Gölcük, Ümmiye arasında mekik dokuyup durduk, gezdik, tozduk, hasret giderdik, arkadaşlarla görüştük. Tatil sonu sağlık problemlerim başladı. Okullar açılıyor- gitmem gerek; kanamalarım var- yolculuk yasak, öyleydi, böyleydi derken  yatma koşuluyla tren yolculuğuna izin çıkıyor; artık dünyalar benim.
           Ergani’ de akşamüstü trenden iniyoruz.   Bana kalsa hemen köye gideceğim. Gideceğim gitmesine de hala yollar kardan  kapalı ve değil gece, gündüz bile gidecek taşıt yok.
                Ergani Diyarbakır’ın büyük ilçelerinden ama bize göre köy kadar küçük. Otel   arıyoruz, sorup soruşturup en lüks (?) otele Saray Otel’e varıyoruz. Ailelerin otelde kalma durumu olmadığından otellerde kalabalık yataklı odalar bulunmakta. Zoraki iki kişilik oda buluyoruz; iki kişilik diyorum, oda altı kişilik, biz parasını verip  odaya yerleşiyoruz, ancak  tuvaletler odaların dışında ve bütün otelin ortak kullanımında. Köy yolları kapalı ancak Ergani’ye bahar gelmiş, bahar gelmiş ama gece çok soğuk ve ağustosta donan üşüyen ben tir tir titriyorum. Yalvar yakar otelciye sobayı yaktırıyoruz. Yatağa yatar yatmaz soba sönüyor, yine otelciye yalvarma faslı başlıyor, iki tane odunu fazlasıyla para vererek zorla alıyoruz.
           Ülkemiz çok zorlu günlerden geçiyor, gün geçmiyor ki katliamlar yaşanmasın, gün geçmiyor ki bir demokratik kuruluş kapanmasın. Ülkenin zorlu günleri her birimizin yaşantısına ayrı bir zorlukla yansıyor. “Ben ne yapabilirim bu durumda ülkem için?”  dediğimizde ideallerimiz yoğunlaşıyor. Benim hiç sönmeyen idealim de öğretmensiz hiçbir köyün kalmamasıydı, sanki  öğretmensiz bütün köylerde ben olacaktım.
             Sabah erkenden uyandık. Kahvede bir çay içtik. Öğretmen örgütü TÖB-DER’in kapısına vardığımızda kapının mühürlendiğini gördük.  Kendimi öksüz hissettim ilk kez. Evsiz – yurtsuz kalmıştık buralarda. Tanımasak da kimseyi buralarda  TÖB-DER’li olan herkes  dostumuz, yoldaşımız, güvenilirimizdi.
               Alış veriş yaptığımız bakkala uğradık. Orada hem kahvaltı edecek hem de yol durumunu soracaktık. Hem de ilçeye gelmiş köylüleri görebilecektik.
               Kahveden çaylarımız geldi. Bakkalın ısrarıyla köylerden gelen taze peyniri de (ömrümde süt ürünü yemememe rağmen, çocuğuma şifa olsun diye) lavaş ekmekle yedik.  Bakkaldan aylık erzağımızı alıp, daimi şoförümüz Naman’ı aramaya çıktık. Köylülerin demesine göre belli bir yere kadar yol açıkmış, oradan sonra da katırlarla gidecektik.
             Ergani’ye bahar gelmiş, hava öyle güzel ki, paltolarımız ağırlık yapıyor. Köy çok yüksek olduğu için yollar hala karlı.
               Bir köylüyle birlikte Naman’ın kaldığı kahveye gidiyoruz. Gidiyoruz da ayaklarım gitmiyor, ama ben yürüyorum ama ilerlemiyorum bir türlü, eşimi ileride köylüyle yürürken görüyorum, aramızdaki mesafe iyice açıldı. Sesleniyorum, gücüm yettiğince bağırıyorum, sesimi duyan yok. Yan sokaktan gelen sebze yüklü bir el arabası sol bacağıma şiddetle çarpıyor. Aylarca bacağımın üst bölümünden morartısı gitmiyor. Canım çok yanıyor, can acısıyla bağırıyorum duyan yok.   Kulaklarımda şiddetli bir uğultu, bağırıyorum, bağırıyorum, “Bana bir şey oluyor” diyorum, olanca gücümle bağırıyorum,  eşim çok uzaklarda, onu kaybetme bulamama kaygısı kaplıyor içimi, ve ben bağırıp duruyorum. sesim kısılıyor ve oracıkta yere yığılıyorum. Birileri yardımıma koşuyor, gözüm ilerde giden eşime takılı, olup bitenin farkındayım ama kendimi yönetemiyorum. Kollarımdan tutanların desteğiyle ayağa kalkıyorum, gözlerim ilerde… ayağa kalkar kalkmaz bir baş dönmesi bir mide bulantısı bir kusma, bir kusma ve tekrar kanamam başlıyor.
             Gürültü ve kargaşayı eşim duymuş olacak ki yanıma geliyor, beni apar topar bir arabaya atıyorlar, gözlerimi hastanede açıyorum.
              Karşımda kırklı yaşlarda bir ebe duruyor. Kahvaltıda yediğim peynir taze olduğu için beni zehirlemiş. O nedenle bayılmışım. Hamile olduğumu, kanamalı olduğumu , düşük tehlikesi yaşadığımı söylüyorum, doktor yatırmak istiyor, hastaneye yatmak istemiyorum. Ebe cebinden çıkardığı on tabletlik bir hapı bana uzatıyor;” Sen beni dinle, bunu her gün bir tane iç, bir şeyin kalmaz” diyor. Hastanede kalmamak için ebenin teklifi daha cazip geliyor.  Bir saat kadar dinlendikten sonra doktorun bir ton ilaç yazdığı içlerinde iğne de bulunan reçeteyi alarak hastaneden ayrılıyoruz.   
            Ben köye gitme taraftarıyım, eşim hiç değilse bir gün  ilçede kalma bu halde köye gitmeme yanlısı. Köyde paslı şırıngası eski bir enjektörüyle iğne vuran muhtar Ömer Amca var nasılsa. Ömer Amca şırıngayı ocağa koyar kaynatır, mikroplar ölür, iğnesini vurur, benim de aylarca iğne yerlerim acır. Yine de olsun evimde olacağım ya.
            Naman köye arabayla gitmenin imkansızlığını söyleyince, bir gece daha donmaya talim, Saray Otel’de kalmaya niyetlendik. Ergani’de birkaç lokanta var, hiçbir kadın lokantaya gitmiyor, yemeğimizi yiyoruz, et kokusundan hayli rahatsız olduğum için lokantada da duramıyorum, yediğim mercimek çorbası, o vakitler veganım.
               Karnımız tok, otel tamam, iğne olmam gerekiyor. Ergani’ye ilk geldiğimizde İlköğretim Müdürünün odasında tanıştığımız sağlıkçı Mustafa Abi geliyor aklımıza. Çalıştığımız köyü de Mustafa Abi öneriyor bize. Daha önceleri kız kardeşi ve enişteleri çalışmış o köyde. Dediğine göre o köye giden zengin olup dönüyormuş. Zenginlik bizi bağlayan bir durum hiç olmadı. Gülümsemekle yetindik. Bizi rahat ettirmek isteyen İlköğretim Müdürünün de(Senayi Bey) aklına yatıyor olacak ki bizim atamamızı Gisto’ya yapıyor.  
            O günkü iğneyi ona vurulurum, düşüncesiyle kahveleri gezmeye başlıyoruz Mustafa Abiyi bulmak için. .
             Mustafa Abi gözleri her daim gülen konuşkan biri. Sağlık memuru, mesai dışında Ergani’nin kahvelerini gezip  tansiyon ölçüyor, iğnesi olanlara iğne vuruyor. Nedense insanlar onu pek sevmiyor. Hem solcu olduğundan , hem de ekstra çalıştığından, parayı çok sevdiğini ileri sürüp, cimri  olduğunu iddia edip  “Kuruşoğlu” diyorlar ona.
               İnsanlar insanların iç dünyalarını bilmeden çabuk harcıyorlar. Kimselerin pek sevmediği Mustafa Abiyi nasıl oluyor da biz çok seviyoruz, ilçeye her gelişimizde gözlerimiz onu arıyor, köydeyken sıkça ondan bahsediyoruz, sohbetini özlüyoruz.  Memur maaşıyla beş çocuğunu okutmaya çalışıyor, evi kira , eşi çalışmıyor. Evine günlük iki gazete alıyor.  Evinin iki duvarı boydan boya rafları dolu dolu  kitaplık,  Kendisi gibi çocuklarının da aydın olmasını istiyor. Eşi de bilgili bir insan.
                 Derken biz Mustafa Abiyi kahvenin birinde buluyoruz, çay sohbet derken iğne meselesi açılıyor. Tutturuyor “Bize gidelim, burda iğne vurulmaz” diye.  Çok birilerine gitmeyi istemesem de , istemeye istemeye gidiyoruz evlerine. Biz geldik diye, evde bir telaş bir telaş, mahcup oluyorum. İğne olma, çaydı, yemekti derken bu defa da eşi tutturuyor; “ Bırakmam sizi, bu halde nereye, otel de neymiş “ diye. Ne yapsak ne desek de yoğun baskıdan kalmak zorunda kalıyoruz evlerinde.
                İlk dikkatimi çeken kitaplık olmuştu evlerinde, eşinin bilgeliği ve çocukların donanımı. Ne güzel bir aileydi. Kendimizi o kadar değerli hissetmiştik ki orada hemen kaynaşıverdik.
                İki günlük yorgunluğun ardından çok güzel bir gece geçirdik. Dinlenmiş ve huzurlu uyanmıştık.  Rahatsız olduğum için bana iş yaptırmıyorlardı, o kadar utanıyordum ki bu durumdan, sıcaklıkları, içten tutumları bu duygumu çabuk siliyordu benliğimden.
               Kahvaltı hazırlığı esnasında sohbet derken büyük oğul da sıcak ekmek için fırına yollanıyor.  Şen kahkahalar arasında sertçe açılan kapıya yöneliyor bakışlarımız. Nefes nefese kalmış çocuk elindeki ekmek torbasını yere düşürerek “ karakol  taranmış , ……………… gili evden almışlar, alt sokaktaki evler aranıyor deyip kendini sedire atıyor.
             Hepimizde bir gerginlik, tedirginlik.  Bizim orada bulunmamız da  bu durumda pek açıklanabilir bir durum değil. Çıksak şüphe çekecek, kalsak hem bizim, hem aile için gereksiz tehlike. Seri beyin fırtınası; “Ne olur, neler yapılabilir, nasıl davranacağız, gitmeli miyiz, durumumuz izah edilebilir, reçetemiz var, dün yaşananların şahitleri var, ama kitaplar, ev sahibinin tanınmış kimliği, ya kitaplar, en suçlusu kitaplar, her  karanlık dönemde  korkulmuştur onlardan, kitapları hemen evden çıkarmalı”
Derken çuvallar bulunuyor, kitaplar doldurulmaya başlanıyor, çoluk çocuk görev başında. Ben hastayım ya  yalnızca çuvalın ağzını tutuyorum. Evin giriş kapısı kapalı, arka bahçeye açılan kapı ardına kadar açık. Kapıya en yakın olarak  ben  divanda oturuyorum.  Kitaplıktan boşalan yerlere süs mahiyetinde kap kacak konuyor, herkes otomatik olarak kendine  bir görev edinmiş, sessizlik içinde kitapları yok etme telaşındayız. İş bölümü o kadar dengeli o kadar ahenkli ki kısa zamanda üç – dört çuval doluyor.
            Ergani’ye bahar gelmiş, güneş o kadar parlak o kadar sıcak ki. Arka kapıdan salonun yarısına kadar vuruyor ışıkları.  Kimse güneşin , baharın derdinde değil. Karanlık zihniyetin, dünyamızı karartmasını engelleyecek aydınlatma aracı kitapları onların gözünden  sükunet içinde saklama derdindeyiz.
             Derin sessizliği bir tıkırtı bozdu. Hepimiz tedirgin kulak kesildik. Ses gittikçe artıyordu. Bu bir ayak sesi, evet evet bir ayak sesi kapıdan içeri adeta yankılanıyordu. Hemen ardından güneşin kapıya vuran huzmelerinin arasında bir gölge belirdi, gölge an be an devleşiyor, kapının bir ucundan diğer ucuna doğru ilerliyordu.
              Kapıya en yakın olan ben gelmekte olanı gördüm sonunda. Kırk kırk beş dakikadır süren gerginliğin ardından içimi huzur kaplamıştı. O kadar rahattım ki, evdekiler de rahatlasın düşüncesiyle “ polis!” diye şaka yapıverdim. Bu düşüncesizce birden çıkıvermişti ağzımdan. Ortalık buza kesti, gene derin bir sessizlik oldu. Mustafa Abi' nin elindeki kitaplar yere döküldü bir bir, rengi sarardı, soldu. Üzerindeki yük, sorumluluk ne kadar büyüktü, eşi, çocukları, kitapları, itibarı… neleri elinden kayıp gitmişti düşen kitaplarla… hangi düşünceler korkuya dönüşmüştü beyninde.
              Ben yaptığım şakadan bin pişman, gölge iyice devleşti, ses gittikçe gürleşti, gölgenin sahibi geldi geldi kapının ortasında durarak küçük bir sineği gagasıyla yakalamaya çalıştı.  Küçücük bir tavuğun dakikalar boyunca verdiği korku. Küçücük insanların bir yerlerde baş olduğunda etrafa saçtığı korkuyla özdeş değil miydi.
              Bin dokuz yüz seksen yılının mart ayının ortaları, her ne kadar bahar gelse de ülkeme, bir çok acı günler yaşayacağı, pek çok kötülüklere gebe kaldığı günlerdi o günler. Seksen yılının ne yazı ne de güzü güzel geçti . insanın insan olmaktan utanç duyduğu, insanın insanı yok ettiği, , insanın insana en içtenliğiyle yüreğini açtığı olmasaydı hiç denilen bir yıldı. Üzerinden kırk yıla bir kala zaman geçen bir on iki eylül daha . Bir tarih olmaktan öte öncesinde ,  esnasında ,sonrasında ve hala da nice canların yandığı etkilerinin yıllarca daha süreceği o karanlık gün.
                Yukarıdaki anekdot da dostluklar, insanlıklar, zorlu doğa koşulları, idealler,  acemilikler, karanlığın aydınlığı zapt etmesi, genç bedenlerin idam edilmesi, zindanlarda çürütülmesi, pek çok canın katledilmesi, yok edilmesi, kardeşin kardeşe düşman edilmesi, yaşamın esir edilmesi, ille de güzel insanlar,   inadına güzel  yaşam….
                  Gülsem mi ağlasam mı, bir tavuğun gölgesinin devleşip korkuya dönüşmesi  toyluğun verdiği bir düşüncesizliğin pişmanlığı … hep  iyi-güzel-çirkin – kötü yanıyla yadımda kaldı.
                                                                                                  GÜNAY UZUNER
                                                                                                     12.09.2019        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder