28 Kasım 2011 Pazartesi

AŞAĞIDAN

 Birdenbire tangur tungur seslerle beraber:
 
        - Müşerreeeeff ocağı getiiiiir! dedi davudi ses.
         Evde bir koşuşturma başladı. Kasım usta koca kazanı kavramıştı iki eliyle, oğlu tokacı tutuyordu “Aferin”i bekleyerek, işe yaramanın hazzıyla. Müşerref Hanım bir koşu kapıp getirmişti ispirto ocağını.
        Ocak hayatın orta yerine konuldu. Kasım usta pompasını ileri geri iterek pompalamaya başladı ocağı. Hay aksi!…Ocağın başına gaz gelmiyordu.Kızmıştı. Küfretmeye başladı.
-Asım koş ispirtoyu getir! dedi oğluna. Asım dünden hazırdı takdir almaya. Koştu getirdi, huni ve  ispirto şişesini. Ocağın deposunun  kelebeğini çevirip açtı Kasım usta; huninin yardımıyla ispirtoyu doldurdu hazneye. Depo dolunca kelebek tıkaçla kapadı yine.  Tekrardan pompalamaya başladı gaz gelmesi için ocağın başına.
         Sobada  alevlediği çırayı getiren Müşerref hanım ocağın ağzına tutuverdi; “poff” sesiyle alev aldı ocak. Üzerine dünden ıslatıp mayalayarak  bekletmeye aldıkları darı dolu kazanı ocağın üzerine koyuverdiler. Müşerref hanım yerinde durmuyor gidip gidip geliyordu ocağın pof pof diye yanması gibi. Bu defa iki bakraç su getirmiş kazana dolduruyordu. Tokaçla karıştırdı kazandaki darıları suyun  içine dağıttı ve kaynamaya bıraktı….
    Kocaeli ili Gölcük İlçesi, Yukarıdeğirmendere Köyündeyiz. Şimdilerde dublex  denilen iki katlı ahşap bir evin ikinci katında oturmaktayız. Alt katta eşi Müşerref, oğulları Tahsin ve Asım ile Kasım beyler oturmakta.  İki aile otursak da ev aslında bir ev. Hem dışarıdan hem de içeriden merdivenleri var. Biz dışarıdan olanı kullanıyoruz. Alt kata komşuya insek bile dışarıdan dolanıyoruz. Arkadaşım Asımla oynarken bile böyleydi  bu. Annemin bir dizi kurallarından birisi. Merdivenin başından bile seslenmezdik birbirimize. Dış kapılarımızı  kullanırdık hep. İç merdiven dekordan ibaretti yalnızca, açık olsa da gizli kilitleri vardı, yasaklar, yasaklar, yasaklar…
      Ev ahşap olduğundan alt katın tavanı bizim döşememiz olan tahtalardan ibaretti. Zaman içinde tahtalar kurumuş,lambrili birleşme yerleri aralanmış, çivilerden esneyip yaylanmaya  başlamıştı. “Gacır” da “Gıcır” diye kendince türkü de söylerdi biz yürüdükçe. Bu nedenle annemin elinden terlik hiç eksik olmazdı. Onun derdi komşularımızı rahatsız etmemeliydik.
     Henüz yeni gelmiştik buralara memleketimizden, Yalnızçam’dan. Kimseciklerimiz yoktu candan burada. Özlem doluyorduk her birimiz ayrı ayrı birbirimize belli etmeden. Köyden geldiğimizde iki abimle üç kardeştik. Bu gurbetlikte beş candık yalnızca. Bize en yakın alt kat komşularımızdı. Hem çok yakındık birbirimize, hem de çok  çok uzak.
      Yeni bir yerdi burası bizim için her yönüyle.  Bağlık , bahçelik, bolluk bir yerdi. Gelenekleri, konuşma biçimleri,  giyimleri  ,yemekleri tümüyle farklıydı bizimkinden. Buraları tanımak gerekti. Uyum sürecimiz, bizi kabullenmeleri  epey bir zaman aldı. Annemin kuralları da köteği de ensemizdeydi tabii. Yabancı olan bizdik ve biz uymalıydık buralara. Kimseler bizden şikayetçi olmamalıydı. Hep kendinden vermek, hep alttan almak bize düştü, hep yabancıydık ve tektik, kimsesizdik.
    Haliyle uyum için tanımak gerekti buradakileri ve yaşamlarını. Çocuk aklımla kendimi yönetmeye başladım. Farklı dünyaydı burası, dünyayı ilk tanımaya başlayışımdı daha kendimi bilmezden, tanımazdan evvel. Gözlemlerim, duyumlarım sağ duyumumun güçlülüğü sayesinde yol gösterdim  kendi kendime doğrularımı buldum yanlışlarımı da içine kata kata, yoğurup ayıklayarak.
    Dilim çabuk uyum sağlamıştı. Yemeklerine özendim en çok ,sebzeler favorim oldu.Bizde hep et ve hamur ağırlıklı yiyecekler pişerdi, nefret etmeye başladım onlardan. Meyveler hele.. Dünyanın en harikasıydı onlar.
      Genelde yalnızdım evde. Annem ev işleriyle hayli meşguldü. Haa bu arada iki erkek kardeşim daha olmuştu.  Yaşımın küçüklüğüne rağmen kardeşlerime bakıyordum; annemin işi oldukça, çarşambaları  Gölcük’e pazara  ya da doktora gittikçe. O dönem sık sık hastalanırdı annem. Evet genelde yalnızdım evde. En büyük eğlencem  tavandan asma bebek beşiğinde, bebek olan kardeşimle birlikte sallanmak ve .. Vee  can sıkıntısından  tahta döşemelerin üzerindeki kilimi  kenara sıyırıp orada keşfettiğim  tahtanın budağının kuruyup düşerek yuvarlakça açtığı büyük  delikten alt komşumuzu gözetlemek.
             Beşli altılı yaşlardaki bir çocuk için olağanüstü doyumsuz bir seyirlikti bu;  yeni insanların bilmediğim dünyaları. Biraz da hasretiydi akrabalarımıza, kalabalıklıklarımıza o izlencelerim. Yaşamın  farklılıklarını, Anadolu’nun doğusu ile batısı arsındaki o bıçakla kesilmişçesine farklı olan yaşam biçimlerini benim için giz olan gözetleme deliğim sayesinde tanıdım, sentezledim.Bu günden geçmişime göz attığımda,  gözüme değen görüntülerin bir suçluluktan çok,bana büyük bir zenginlik kattığı düşüncesine varıyorum.
     En çok alt kattan kahkahalar geldiğinde seyirtirdim, aşağı doğru. İnsanların kalabalıklılığı , mutluluk halleri imrendirirdi beni.  Bir de yemek yediklerinde öğleleri. Bir defasında da horoz şekerciye vermek için elimde sıkıca tuttuğum , aşağı bakarken dalarak  meşe dallı bakır beş kuruşu yemeklerinin içine  yuvarlayıvermiştim. Asayişi berkemal eyleyip tedbir almıştım hemen hiçbir şeyden haberim yokmuşçasına..
     Muhtelif aralıklarla kah arkası yarın, kah önü bugün ya da yarın, kah aynı sahnenin birden çok gözlenmesiyle bölük pörçük izlencelerin  parçalarını birleştirerek  tarifini  hatıramda sakladığım boza  yapımının pazılını tamamlayabiliyorum bu gün.
      Pofurdayan ocağın ve darıların tokaçla dövülüşünün sesini  duyardık sıklıkla. Kaynadıkça darılar dövülür,fermantasyon işlemi tamamlanır, ezildikçe kevgirden geçirilip, kalan taneler tekrar kaynatılarak  birkaç kez yinelenen bu işlemden sonra, şeker yoğurt, vanilya eklenip biraz daha kaynatılırdi.  Çok geçmez dış kapının çalmasıyla  küçük bir damacana  komşu payı, bilinmeyen göz hakkı uzatılırdı dostane.
        Yatsı namazını kılan Kasım usta sokakta el ayak çekildiğinde  bozasını doldurduğu güğümlerini eline alır, güğümün birine gemici fenerini  takarak  gece bekçilerinin düdük sesleri ve köpeklerin ulumaları eşliğinde .
       - Boooozaaaaaaaaaaaaaaaa, boozaaaaaaa! diyerek karanlıkta sokaklara akardı..
         Mayhoş tadı damağımdan hiç gitmedi; oradan az bir zaman sonra ayrılmıştık ; bir daha hiç içmememe karşın bozanın. Tadı damağımda, tarçınla karışık nişastamsı kokusu burnumda hala.
        Sonbaharın soğuk günlerinde sobanın yanına uzanarak gök dürbünümden aşağıyı gözetlediğim bu boza yapım aşamaları birkaç yılın birikimiyle bu aşamaya geldi. Kışın aranan içeceğiydi boza. Öğlen üzeri holün orta yerine kurulan bir ocakta kaynamaya başlayıp tarçın serpintilerinin Tekfurdağı darısının buğusunun yükselişiyle kaynaşarak  bu günüme bir sada kokusu yayması doyulmaz bir seyirlikti.
           Nedense çocukluğuma göz attım bu gece. Oradan, yanlışlarımın içinden kendime kattığım artıları, değerleri  çekip çıkartarak yaşam yolculuğumda azık yaptım kendime. Yine soğuklar başladı, sonbahar kışı gözetlemek için yola çıkmış sabırsızca gelmesini beklemekte. Ne garip bir tesadüf ki şehrin gürültüsüne karışmış da olsa uzaklardan aşina  bir  ses yaklaşıyor..
 - Boooozaaaaa … Boozaaaaaa!
                                                                                             Günay UZUNER
                                                                                                 28.11.2011

FBM blogerleri bu defa "gözetleme" konusuyla uğraşırken ben de "eski huyumdur" dedim.

22 Kasım 2011 Salı

TAMPON BÖLGE


_ Sıradakiii! diye seslendi, uğultulu bir ses.

    Düşüncenin boşluğundan sıyrıldı adam, sese doğru seğirtti. Ses sanki bir helezon borudan geçip gelmişti, ya da kendisi geçmişti o sarmaldan.

    Ses nereden geliyordu, kendisi neredeydi?  Beynini soru işaretleriyle doldurmaya başlamıştı. O kadar soru yığıldı ki beyninde topaklandı soru işaretleri iç içe girdi, beynin kıvrımlarını oluşturmaya başladı yeniden.

    Az önce şezlongda değil miydi terasta? Canı sıkkındı. Atmosferin varlığına aldırmadan bulutları bertaraf edip güneşe odaklanmamış mıydı direkt. Güneşe dalıp hayallerle daha da doldurmuyor muydu zengin dünyasını? Villasının çevresindeki uçsuz bucaksız tarlaları nasıl satın alacağını, onları çer çöpten(!)  kurtararak yeni yeni villalarla nasıl dolduracağını düşlemiyor muydu?  Bu düşler keyfini getirmişti.

_ Cennet gibi... deyip kahkahalarını koy vermişti. Kahkahalarını zapt edemiyordu. O kahkahalar yankılanıp uzunca bir müddet göğün tavanında asılı kaldı…

  _Burası nere? diye düşündü yeniden. Bir iki adım attı. Loş bir yerdeydi. Hiçbir şey görünmüyordu. Ayakları yürüyordu fakat bastığı yer, yer değildi. Sallantıda sürüklüyor gibiydi ayakları onu. Ellerini uzattı, dokunamadı, hiçbir şeye.

   Bakışları etrafı taramaya başladı, etraf kendinden ibaretti.  Güneşin altında uykuya mı dalmıştı yoksa? Bir çimdik attı kendine, çimdik attığını bile bile boş bulunmuş, canı yanmış zannıyla irkilmişti.

_ Saat kaç acaba? dedi kendine koluna baktı. Tüh! Onu duşta çıkarmamış mıydı? Anın içinde düşünceden düşünceye gidip gidip geliyordu, gidip gidip de ilerleyemediği bir yerde.

_ Şuradaki boşluğa adını yaz ve bekle! dedi az önceki ses, bembeyaz bir kağıdı ona doğru uzatarak. Bu defa daha yakından, daha net gelmişti o ses.

_Efendim! diye ses verdi, kağıdı eline alarak sesin sahibine. Her nasılsa kimse görünmüyordu. Kağıdı eline tutuşturan kimdi, şimdi neredeydi?

_ Hey! Acele et! Boşluğa adını doldur. Al şu kalemi çabuk!

   Loşluk yavaş yavaş dağılmaya başladı. Az ileride bir pamuk şekeri rengi ve yumuşaklığında bir stand kurulmuş, başında da güzel bir Melek durmakta.  Meleği görünce rahatladı; az önce düşlediği cennetteydi. Düşünü devam ettirmek istedi. Düş oyunları onun nasılsa gerçeğe dönüşüyordu. Bu da muhtemel öyle olacaktı, olmalıydı.

_ Haydi geç şu tarafa! dedi Melek ileriyi göstererek.

    Söylenen yana baktı. Az ileride iki yol vardı. İki yolun arasında genişçe bir alan. Alanın ortasında durdu. Her iki yolun gittiği yere göz gezdirdi apar topar. Yolun bir bölümü villalarının önünde uzayıp giden ekili alanı andırıyordu, yem yeşildi; ıssız görünüyordu, ses sada yoktu. Diğer yolun ilerisinde kızılca bir ateş yanmakta insanlar şarkılar söyleyerek etrafında danslarını etmekteydiler. Ateşin üzerindekiler hoplayıp duruyor, yukarı sıçrayanlar ateşle ayakları arasındaki boş mesafede küçük bir “Ohh!” çekiyordular “Ahh’a” kavuşana dek.

   Düşünden vazgeçmek istedi birden “Ahh’a “ kavuşunca. Gergindi. Bir an önce kurtulmalıydı bu azaptan.
_Nasıl bir oyundu bu? Geri döndü. İki yolun ortasında duraladı. Tampon bölgeydi burası. Cennet ile cehennemin ortasında durmuş, bir Melek’in komutlarını dinliyordu.

_ Boşluğu doldursana ! dedi Melek bir kez daha.

    Boş kağıda kendini çizmek geldi aklına, çizerek Melek’i oyalamak.

_ Nerden başlamalıyım?  Beynimi dolduran soru işaretlerinden mi, bom boş olan kalbimden mi?

    Elleri doluydu bir; bunu fark etti. Her şeyi bomboştu. Çok zengindi çok, elleri dopdoluydu, kendi boşluk içinde. Kağıda çizecek bir şey bulamadı.

_  Hayat pamuk ipliğinden ibaret, inceldiği yerden koptu, diye geçirdi içinden. İki ucun arasındaki boşluğu aradan itip yeniden başlamalıyım düğümleyerek, dedi.

_ Ölümle yaşam arasındaki boşluktasın, dedi Melek.

_ Ölüm ve yaşam ve arası ha! Bütün zıtlıkların kesiştiği bir yer olmalı, zıtlıklar ince bir çizgiyle ayrılmıyordur. Yaşamla ölüm arasında duralanan bir boşluk olduğuna göre,  aykırılıkların da geçiş tamponları vardır, dedi kendince. Ülkeler arasındaki geçişler de birden olmuyordu zıtlıklar niye bıçakla kesilircesine ayrışsın ki. Evet evet tüm siyahla beyazların arası griliklerle ayrılmalı  dedi ve düşüncesi dinginleşti.

           

    Sırt üstü boylu boyunca yatıyordu. Gözleri gri karıncalarla boğuşurken yavaşça aralandı. Güneş Işıkları inceden süzülüp gözlerine değdi. Anlamsız bakışlarını gezdirdi iki metre karelik bir alanda. Dehşet bir acı içindeydi bedeni. Bedeni oradaydı, acılar içinde, onu hareket ettiren hiçbir organı yoktu sanki.  Gerçekle düş arasında gidip geldi beyni. Hiç bir şey bulamadı. Sıkışmış kalmıştı aralarda. Seslenmek istedi:  

_ İmdaaaat! Sesi boşlukta boğuldu. Yüksekti burası, alçaktan ünlenen ses yukarılara uzanamıyordu.   Havanın kararmakta olduğunu fark etti, dar ve yüksek boşluktan sızan ışığın rengiyle.  Ne gündüz ne de geceydi.

   Beynindeki topaktan soru işaretlerini ardı sıra boşaltıyordu, ışık hızıyla, ışıklar kararmaya yüz tutarken.

_Gün nerde bitiyor, gece nerde başlıyordu, acaba?

_  Belki de bizleri yaşatan boşluktur, diye geçirdi içinden. . Melek’i hatırladı, gülümsedi, son sözü geldi hatırına:

_ Ölümle yaşam arasındaki boşluktasın!

    Pamuk ipliğinin uçlarını koptuğu yerden sıkıca kavramış yeniden düğümlemiş yaşama dönmüştü bir kez daha.

_ Evet, evet hayallerimin gerçeğe dönüşme arasındaki boşlukta coşkuyla gerçekten hayale, hayalden gerçeğe gidip gelirken yuvarlanmıştım, şezlongdan aşağı, terastan aydınlatma boşluğuna.

   Ölümle yaşam arasında gidip gidip gelmişti boşluğun içinde. 

_ Çok şükür yaşıyorum!  Hayallerim güzel yaşamak üzerine olacak bundan böyle. Tüm kemlerden sakınacağım.  Boşluğa vurarak buradan kurtulmalıyım…

 _ Boşluklar her şeye egemen, dedi. Şu boşluktan kurtulunca Dünyada'ki bütün aykırılıklar arasındaki boşlukları alıp götüreceğim Bermuda Şeytan Üçgenine…

    Boşluğa vurdu ve yaşama seslendi…

Günay UZUNER
21.11.2011
Yaşantımızdaki boşlukları doldurmak için FBM blogerleri ile " boşluk" doldurmaca oynadık

15 Kasım 2011 Salı

TUANA

      Serseri otlar hallerinden oldukça memnun hafifçe esen meltem eşliğinde danslarını ederek şarkılarını söylemekte, samansı parfümlerini kıra bayıra yayarak çalım satmaktalar. Buğdaylar da kıskanmış, onlara eşlik etme derdinde, şarkılarını fısıldayarak sağa sola yalpalanmaktalar. Bunaltıcı bir sıcak var oysa; çoban kaval çalma görevini otlara devretmiş, gölgesine sığınabileceği tek ağacı bulmuş davarlarıyla, suya hasretinden çatlam çatlam olan  toprağa uzanmış siesta durumunda gölgelenmekteler.  Bakmayın şarkılarla dans etmelerine buğdayların. Otların baştan çıkarıcı davetlerine ‘hayır’ diyememenin acziyle günlerini gün etme derdindeler. 

       Muratgilin damın ardında hummalı bir çalışma var. On - onüç yaş arası beş- altı çocuk değneklerle bir şeyler yapmakta, yaşça ufak olan beş-on tanesi de büyük bir hazla onları izlemekteler. İneklerin tuz yaladıkları taşın üzerinde de köyün delisi Merdan oturmuş, biraz tedirgin, olup biteni, hep yaptığı gibi ‘uzaktan seyretmekte.’ Uzaktan seyretmekte çünkü kendine koruma mesafesi oluşturmuş. 

     Merdan  onaltı yaşlarında fakat göstermiyor. Hep itilip kakıldığından gelişememiş. Kimin canı sıkkınsa sürekli etraflarında olduğundan Merdan’ı terslemekte, yakınlardaysa tekme tokat söverek kovalamaktalar. En büyük zevki çocukların peşinde dolanmak. Onlar oynarken iç geçirerek onları seyreder, yanlarına yaklaşamaz, uzaktan bakar durur. Bir Yiğit oğlan çağırır yanına. O varsa Merdan da güvenle yaklaşır çocuklara. Çocuklar acımasızdır; vurmasa lar da “Merdo, derdo “ diyerek kızdırır ağlatırlar onu. Birçoğunun ebeveyni de izin vermez onunla oynamalarına, ona yaklaşmalarına. Fakat bir şey taşınacaksa, bir yere gidilecekse Merdo’dan iyisi yoktur.

    Çocuklar yaptıkları işe iştahla sarılmışlar, canhıraş uğraşmaktalar. Uzunca olanı çatallı iki değnek birbirine sıkıca çapraz bağlandı. Plastikten bir tabak beyaz bir beze sarıldı, uzun değneğin üst kısmına çaputlarla tutturuldu. Çocuklar bağlanan değnekleri ayağa dikti. Anlaşıldıııı… Bu bir Dodi’ydi. Dodi beziyorlardı çocuklar. Hemen bir kız elbisesi giydirdiler değneklere. Tabak baş görevi görecekti. Tepesine saç niyetine biraz kara yün koyup yazmayla bağladılar başını. Kömürden kaş, göz çizip, tuğladan dudak boyadılar. Ayaklarına bir çift eski çorap giydirip iple sabitlediler. Süslediler, püslediler, bezediler, epey uğraşıdan sonra değnekleri ‘Dodi gelin’ ettiler. 

    Dodi meydana çıktıkça çocuklar daha bir şevkle işlerini tamamlamaya çalışıyor, minikler sevinç ve heyecanla birbirine sarılıp duruyordular. Merdan da olayı sezmiş; büyük bir coşkuyla ellerini çırparak elindeki değneği yere vurup vurup, hoplayıp duruyordu. Coştukça coşmuştu. Herkes çok meşgul olduğundan kimse Merdan’ı fark etmiyor, gürültülü coşkusunu duymuyorlardı. Bir fark etseler bir taş, bir çubuk çoktan hatrını sorardı onun.

   Dodi bitmişti,  Yiğit’le Murat iki kolundan tuttular, çocuklar iki yanına ve ardına dizilip yola koyuldular. Merdan bir- iki metre arkalarından takibe başladı, sokulamıyordu bir türlü, Yiğit eletti etmesine ama o tedbiri elden bırakmıyordu.  İlkin Muratlar’ın kapıya dayandılar, çomakla çingil ve teneke çalıp, el çırpmaları eşliğinde onlarca çocuk korosu akortsuz fakat coşkulu türkülerini söyleyerek:
               “Dodi Gelin ne ister? Allah’tan yağmur ister,
                 Allah versin yağmuru, Siz verin, yağı, unu”

    Bahar geçmiş, yaz ortalanmış, günler günleri, aylar ayları kovalamış bir katre yağmur düşmemişti buralara. Zaman zaman yolunu şaşırmışçasına gökyüzünde şaşkın şaşkın dolanıp çabucak geçip giden pamuk şekerimsi beyaz bulutlar görünmekte, arada bir de dalga geçercesine bir esmer bulut ansızın görünüp, nanik yapıp yeryüzüne, nereye gittiği belli olmadan kaybolmakta. Köy de susuzluktan kırılmaktadır.

      Buğdaylar neşeyle şarkı söyleyip dans ededursun, başaklar iç doldurup tanelenemeden sararmışlar susuzluktan. Meyveler olgunlaşamadan kuruyup büzüşmüşler, sebzeler boyunlarını çoktan bükmüş, sararıp, solmuş, derelerin suyu çekilmiş, pınarların kaynaklarındaki su da tükenmeye yüz tutmuş. 

     Geçenlerde bir öğle sıcağında yaşlılar imamı da alarak yanlarına yağmur yağması için Dua Tepe’ye İstiska’ya çıkmışlardı. Yağmur yağmayınca, çocuklara göre; Tanrı’nın rahmetine yapacak bir şey yoktu mistik bir ritüel olan Dodi gezdirmekten başka. Taa ilkel çağlardan bu yana özellikle de Asya topluluklarında yapılıp süregelen çocukça dileyişti bu… Saftı çocuklar, dilekleri çabuk kabul görürdü yaradan tarafından. Onlar Dodi gezdirip, dua edecekler, yağmur dileyecekler, bolluk bereketlik adına topladıkları yiyecekler de her zamanki gibi işin eğlencesi olacaktı. 

     Siftahı Murat’ın annesi yaptı, bir tas yağ verip, ‘bereket yağsın’ diye bir maşrapa da su serpti arkalarından. Bu olay Merdo’yu çok güldürüyordu. Hoplaya, zıplaya gülüyordu ıslananlara.   Islanan çocuklar bu defa:

                 “Yağ yağ yağmur, teknede çamur!
                   Ver Allahım ver, sicim gibi yağmur.”

      İki-üç saat içinde bütün köyü dolaşıp durdular. Kapı kapı gezdikçe duyan çocuklar da katılıp seslerine ses katıyordu. Kuyruk uzadıkça uzadı.  Bereket boldu ama rahmetten eser yoktu. Topladıklarını telis çuvallara doldurdular. Herkes çuvalların bir ucundan tutuyordu. Merdo’ya da ağır bir çuval verdiler. O çocuklarla aynı işin içinde olmaktan çok mutluydu; umurunda değildi çuvalın ağırlığı.

   Dodi gezdirme işi Meryem Hala’nın evinde son buldu. Böyle planlamışlardı. Bu kadar çocuğu ondan başkası besleyemezdi. Köyün en iyisiydi o. Çocuğu olmadığından bütün köy çocuklarını kendi çocuğu gibi severdi. Bir dediklerini ikilemezdi. Herkesin Meryem Halasıydı yani. Yüklerini yığdılar kapıya:
                       “ Dodi dodi ne ister, Allah’tan yağmur ister,             
                         Dodi Meryem Halasından, helva, ekmek, aş ister!”

     Meryem hala toplanan erzağı ayırıp, pişirilecekleri ayarladı, fazla erzağı çocuklarla köyün en yoksuluna gönderdi. Köyün genç kızları yardıma çağırdılar. Toplananlar pişirilip, devşirildi, hep birlikte yenmeye başlandı. Uzaktan bakan Merdo’ya da ekmek arası bir şeyler verildi. O ekmeğini yerken bir yandan da çocukları imrenerek gözlemekten kendini alamaz. Herkes yemenin içmenin derdindedir. Yağmur, rahmet unutulmuştur, kapıya dayadıkları “Dodi gelin’de unutulmuştur, tezeklere sırtını dayamış ekmeğini yemekte olan Merdan’da.

    Merdan, karnı doymuştur ama yalnızlığına içlenmiş, ağlamaya başlamıştır. Öksüzdür zaten. Onu sarıp sarmalayacak annesi daha küçükken terk etmiştir yalnızlığa onu.  Bir babası, bir de Yiğit vardır koruyup kollayan. Yiğit çağırsa da kalabalıkta yanaşmaz yanına, alay edenlerle kavga etsin istemez, kendince o da onu korurdu. Koluyla sıvazlamaktadır gözyaşlarını, akan burnunu . Böyle oldu mu, içlendi mi göğe bakar dalardı öyle. Yine göğü seyretmeye koyuldu Gözü yukarıda bir esmer buluta seyirtti birden. Hüznünü unutup bulutu takibe takıldı. O da ne, bir damla düştü alnının orta yerine. Bu göz yaşı olamazdı. Bu bir yağmur damlasıydı. Gülümsedi, içi ferahlamıştı.

     “Dodi Dodi yağ, Dodi yağ“diye bağırıp koşmaya başladı Merdo. Hem koşuyor, hem bağırıyordu. Çocuklara al nını, alnındaki ilk yağmur damlasını ve ispatlarcasına gökteki esmer bulutları gösteriyor; “Dodi Dodi yağ, bak!” deyip, sabırsızca hoplayıp duruyordu. Herkes görsün istiyordu alnındakini ve göğü. Merdan önde çocuklar ardında koşmaya kapı kapı yağmurun gelişini muştulamaya başladılar. Merdan belki de hayatında ilk kez bu denli mutluydu, ilk kez öndeydi o, çocuklar da arkasında. Her kapıda yerçekimine dayanamayıp düşen; alnındaki izi güneşten kuruyan; orda olduğunu sandığı bir katreyi göstermeye çalışıyor mutluluktan uçuyor uçuyordu. İlk damla ona serpmişti, bulutlar da şahidiydi.

         O katre ki kıştan bu yana, aylardan sonra düşen ilk yağmur tanesiydi. İlk yağmur damlası, evet. Evet Merdan’ın alnına düşen ilk yağmur katresi,yağmuru müjdeliyordu. Yağmur yağacaktı belliydi. Kara bulutlar sarmıştı bir anda göğü, gök gürleyip duruyor, şimşekler ışıklarını saçarak, inletiyordu her yeri. Toprak çatlamış dudaklarını ıslatacak, başaklar dolgunlaşacak, meyveler dirileşip, olgunlaşacak, sebzeler, canlanacak, çocuklar meyve bahçelerinden meyve çalıp yiyecekler, dereler çağlayacak, kaynaklar suyla dolup taşacak, pınarlardan oluk oluk sular akacak. Koyunlar meleşecek, çoban dinginleşip kaval çalma görevini devralacaktı. Köy yeniden canlanacaktı. İlk yağmur damlası düşmüştü artık… Köyü cennete dönüştürecek yağmurun ilk müjdecisiydi o, ilk yağmur damlası, tuanaydı.

08.11.2011            
GÜNAY UZUNER   

"İlk yağmur damlası" nerelere düşmüş diye FBM blogerleriyla aranıyorduk, ben  onu burada gördüm      

14 Kasım 2011 Pazartesi

İLK YAĞMUR DAMLASI

                                                                                    
GİZLER



Çay içmekteydiler Sarayburnu’nda

Bardağın ince belinden sıkıca tutunarak

Birbirlerine sarılmaktı oysa, içlerinden geçen.

Simitin kokusu da sinmişti ciğerlerine

Soluduklarıysa  birbirinin kokusu.



Ordan burdan konuşuyorlardı,her zamanki gibi

Konu uğramıyordu kendilerine hiç.

Yan yanaydılar, çok uzaktılar,

Duygularına tutsaklıktandı dokunamayışları

Korkuları haykırmasındandı gözlerinin

Yürekten değildi ,çakışmasını arzulamadıkları.

Gözleri yüzlerce kez hatmetmişti

Batık bir ecnebi gemisinin ismini

“Selin-s, Selin-s, Selin-s, Selin-s…”diye.

Dilleriyse “Sensin ,sensin sevdiğimsin!” dercesine

Ucundakini salıverememe derdinde.



Farkında değillerdi çayın bitip

Defalarca dudaklara boş gidip geldiğini bardağın

Denizin sahile kavuşacağını sanarak

Med- cezirlerinin beton duvara çarpması gibi.

Dillerinin ucuna gidip gidip geliyordu

Denizin gel gitleri gibi aşkı itirafları

Çiçekçi kadın kaç kez yoklama çekti

İnşallah kavuşursunuz” dualarıyla.

Kaç saati birbirinin üzerine devirdiler

Akrep yelkovandan daha bir hızlı

Hava da kararmıştı çoktan…

Üç beş yıldız bulutların pencerelerinden dikizliyorlardı onları.

Bulutlarsa resmi geçitteydi ,Aya karşı selamda.

Aysa  bir görünüp bir kayboluyordu.



Bütün lafların belini kırmışlardı da

‘Aman bana ne, falandan, feşmekandan?’

Deyip , ‘ Bir sensin, sevdiğimsin’ diyemediler birbirlerine.

Birine bir cesaret geliyor,biri ayı,yıldızı gösteriyor,

Diğerine gelen cesareti sudan sebepler kırıyor.

Tam söyleyecekti ki genç kız,rüzgarın haşmetiyle

Köpürüp duran denizi koyuldular takibe,

Beynindekiler de rüzgarla beraber yarışıyordu

“Tamam şimdi,dur bekle, oooof..Bu fırtına nerden çıktı?”

Geminin vidaları gacırtıda;“Tam sırası ama, bize ne gemiden?”

“Haydi çabuk deyiver  gitsin!”

Dillerinin ucunda donup kalıyor hayalleri.

Artık içlerini ısıtacak yıldızlar görünmüyor, Ay da yok.

Rüzgar çıldırmış olmalı, dalgalar deli deli vurup duruyorlar duvara

Bu sesler, bu sesler içlerindekini bastırmasalar

Git gide derinlere iniyor yüreklerini dağlayan sızı

Bunca yıldır, böylesine coşkuyla, ahenkle konuşurken, nedendir susulması?



“O beni sevmiyorsa?”

“Ya kızarsa sevdiğini söylediğinde?”

“Ya bırakıp giderse?”

“ Ya hiç konuşmazsa, görüşemezsek?”



Önlerine geçen,’Dur!’ diyen, sorulara yengindiler gene.

Şimşekler çakıyordu uzaklardan

İçlerindeki sesi bastırıyordu göğün karın ağrıları

Yıldırımlar bile kıramadı sözcüklerin dile bağlı zincirlerini.



Bir damla , bir yağmur damlası

şüvermişti genç kızın yanağına

İrkildi… heyecanla… sevdiğinin öptüğünü sanarak

Üşüdüğünü zannetti genç adam sevdiğinin

Çıkardı paltosunu omzundan,sarıverdi sevdiğinin omuzlarına

Sokuldu sevdiğine şimdi o,yaslandı omuzuna

Kolları sarmaladı sıkıca, soğuk bahane tabi..

“Ohh be! “ ydi tabii ikisince de…



Fonda  açıktan geçen bir teknenin hoparlöründeki



“Yağmurun sesine bak,

Aşka davet ediyor…”



Nağmeleri söylüyordu aşıkların yerine  onca zaman ki gizlerini.

Dilinde söyleyemediklerinin biri birlerine

Tercümanı olmuştu ilk yağmur damlacığı

Elleri yoktu onun, tutunamadı yanacığına genç kızın

Yuvarlanıverdi dayanamayarak yerçekiminin gücüne.

Boyundan büyüktü becerdiği iş ama,

Islaklığı kaldı yadında kızın şimdi

Dokunuvermişti dokunamadıklarına

Söyleyivermişti söyleyemediklerini

Omuza yaslanıştı aşklarının ilk sözü

Dünyalar onlarındı, sağanakta ıslanırken



Gecenin bir vaktinde “evli evine” deyip vedalaştılar

Pandora’nın kutusu açılmıştı nasılsa

Umutları bir daha ki çay yudumlarında



Günay UZUNER                         
11.11.2011                          


"ilk yağmur damlası"  FBM blogerlerinin  de  yüreğine  düşmüştü                                                                     
 



13 Kasım 2011 Pazar

ELLER

Eller vardır;
Pamukçasına yumuşak,dost.
Eller vardır, eller;
İşten nasırlaşan sert,cömert.
Eller vardır; amansız,düşman.
Eller vardır; şefkatli
Ve can.
Siyah-beyaz ayrıcalığı gibi
Eller vardır; biri ak, biri kara.
Alı ile, moru ile eller vardır,
Alkış çalıp takdir eden.
Eller vardır; masum ve hüzünlü,
Göz yaşlarını silen.
Eller vardır; suç işleyen,
Birbirini ovuşturan,
Eller vardır; sevip okşayan,
Sırt sıvazlayan, destek olan.
şenin elinden tutan.
Tuttuğu ele sıkıca sarılıp,
Hiç bırakmayan…
Eller vardır boş vermiş
Eller vardır iz bırakan
Vee eller vardır ki;
Tümüyle göğe uzanmış
Şükran dileyip, merhamet bekleyen.

                             20.04.1976
                          Günay UZUNER


               

12 Kasım 2011 Cumartesi

AH DOST İNSANLAR


Severiz birbirimizi yüzümüze karşı
Severiz ya hem de delicesine
Taa ki bir başka dost bulana kadar
“Annemiz, babamız, abimiz, kardeşimiz,
Bacımız  ve ötesi” deriz birbirimize..
“Ayrılamayız” deriz iki cihan bir araya gelse…

Güçlüklere omuzlarımızla karşı koyarız,
Severiz değil mi bir araya gelince?

İşte, bu dostluklar yalnızca yüzlerin aynalarında,
İnsanların dillerinde kalmasa;
Bitmese dostluğumuz,
Tükenmese ya!

Kim istemez dost olmayı türdaşlarıyla,,
Ama nerdeee, yalnız kuru sözlerdedir onlar!
Evet yalnızca kuru sözlerdedir dostluk.

İşte benden;
Saldırganca değil,
Dostça bir istek bu…
İmkansız deme sakın
Neden imkansız olsun,
Gönüller istedikçe?

Bırak kardeş sille vursun,
Ziyanı yok öldürmedi ya…
Bırak dostum öldürsün,
İnsanlıktan çıkmadık ya?

Lakin ha sağ olmuşsun
Ha toprakta bir taşın var..
Sen sevdikten sonra sevmedi demezler ya

Bir nesneye sıkıca sarılıp,
Göz kaçırmak için sırt dönerler ya
Kuruntudan bir selamı bile esirger
Yıllar boyu beraberce yaşadığın dostların
Olmasa da selamları, varsın olsun
İyi günler bitmedi ya…
Kara günler gelip çatsa da
Yanında dostun yoksa,
Sen sev yeter ki varlığını unutma!

___İnsanlar
      Ah dost insanlar___

Gelin el ele verip
Yıkalım düşmanlığı
Kuralım dostluktan bir sofra
Yemekleri sevgi olsun, mekanları gönüller..

  __Ah dost insanlar!

Dostlarınız sizden gönül kırıcı diller değil
Yaralara deva olan sözler bekliyor.
 Dostlarınız sizlerden
Sırt dönmeler değil,
Sıcak bakışlar istiyor,
Dostlarınız sizlerden,
Sert tokatlar değil,
Dost eller uzatmanızı bekliyor…

23.02.1977
Günay UZUNER