10 Haziran 2023 Cumartesi

 Değerli Dostlar;

“ Bizden gitti” diyemesem de bugün on beş gün oldu ayrıldığı Sevgili Cengiz’in aramızdan. Sizler son anına dek yanındaydınız O’nun, yanımızdaydınız. Defalarca yazmak istedim sizlere küçük de olsa bir teşekkür yazısı, ne elim ne de dilim varmadı varamadı yazmaya. Ardından öylesine güzel, öylesine içten, öylesine dostane sözler yazdınız, paylaşımlar yaptınız ki, yazdıklarım benim ulaşamayacaktı görkemine yazdıklarınızın. Şu dağlayıcı süreçte pek çoğunuz bizimle bedenen de olamasanız da uzaklarda bir yerlerde
gönlünüzle bizle olduğunuzu, O'nu sevgi, saygı ve muhabbetle andığınızı biliyoruz.
Bizimle birlikte sizin de CENGİZ’İNİZ di. Uzun vade planlarının içinde sizler de dahildiniz, Günlük planı yoktu hiç; her an değişirdi yapacakları, ya akşamdan bir telefon görüşmesiyle şekil alırdı gün, ya da sabahtan bir dost telefonuyla uyanır daha ben çay suyu koyana dek o yol alırdı yolunun, dostunun sorununu çözmeye doğru. Hiç “ HAYIR” ı yoktu sevdiklerine; bir iş içinde kırk işi çözümlemeye çalışır, çoğunu da hallederdi; çözüm yollarına da yine bir telefon uzağındaki siz dostlarının destekleriyle ulaşırdı. Mücadelesinde yoldaşlarıyla birlikte yol almaktan mutluluk duyardı, zira son yolculuğunda da sizler uğurladınız O’nu ben sadece sizlere olan güvenle ardından bakıp öylece kalakaldım.
Bir canlı olarak ölüm gerçeğini kabullensem bile hiç yakışmadı Cengiz’e ölüm, hele hele böylesi erkence ve pisi pisine olanı. Bu yaz bir arı sevdası sardı onu. Yıllarca boş duran kovanları temizledi, donattı içlerini.. Gidişinden yirmi gün önce bal arılarının hışmına uğradı, “Aşımı oldum ben” diye seviniyordu, bir şeyler olmadı ellerinin şişmesinden başka. Hiç olacak gibi değil bir yabani arı, sabah uykuda, evin içinde … dağladı yüreğimizi, vurdu O’nu boynundan bükük bıraktı boynumuzu. Burada olsaydı şimdi nüktedanlığı devreye girer bu olayı fıkralaştırır, gülünecek, ders alınacak biçimde sunardı bize, arıların larvalarıyla döllediği incirlerin fotosundan sonra bu gönderiyi de kesin paylaşırdı.
Hep her zamanki gibi çıktığı kapıdan geri gelecek hissinde olsam da aklım çabuk hatırlatıyor o amansız gerçeği. O güzel bir tarih yazdı kendince. Tesellisi varsa bu işin, halk ağzıyla diyeyim; “acı çekmeden, kimseye muhtaç olmadan, yataklara düşmeden” gitti. O kendi için hiç yaşamadı ancak yaşamındaki uğraşıların her biri onun tercihi idi ve mücadele etmekten yılmadı, yorulmadı, mutluluk duydu. Bizlere de onurlu yaşamının gururu ve yokluğunun acısı düştü.
Teşekkür etmeyeceğim size, niyetim oydu oysa, sohbetlerinizde, dost meclislerinde, toplantılarda, eylemlerde hep sizinle olacak biliyorum. Uğruna mücadele ettiği değerlere bir gün mutlaka ulaşacağız.
O, yaşarken, son yolculuğunda ve sonrasında dostluğun, kardeşliğin, yoldaşlığın en güzel örneğini verdiniz … Bizler için çok değerlisiniz. ..İyi ki varsınız, iyi ki… Her biriniz kendinize çok çok iyi bakın (07.08.2022).
Günay UZUNER

 Sevgili Cengiz;

“Kaç yıl oldu?“ yazmıştın gönderdiğin çiçekte kırk birinci yılımızda evliliğimizin. Söyleyeyim mi şimdi sana, bu gün 23 Kasım 2022 ve kırk üç yıl oldu seninle olan evlilik birlikteliğimiz. Evimizdeyim. Üzerine not iliştirilmiş papatya buketin yok, sen de yoksun, gülen yüzün de...
Depremle uyandım gecenin dördünde dün gece. Çok uykusuzum. Korktum, hem de çok. 99 depremiyle yendiğimi sanıyordum deprem korkumu. Oysa korkularımı senin güvencenle aşıyormuşum. Gisto’da iken akşamüzeri muhtarın yanına Dölek’e gittiğinizde hissettiğim Erzurum depremiyle korkudan bir hışımla dışarı çıkıp öyle bir inletmiştim ki koca köyü “Cengiiiiiiz!” diyen çığlığımla iki dakikada o dik tepeyi aşıp yanıma gelmiştin. O vakit de Haziran vardı yanımda, bebecikti. Dün gece de yanımdaydı çok şükür. Lodosla beraber yağmur var dün akşamdan beri üstüne üstlük. İnsan yalnızlaşınca şehrin kalabalık gürültüsünde bile doğanın o korkunç yüzünü daha bir hissedip kendini yenik hissediyor maalesef. Bilemiyorum ki acı ve korku doğanın yenilmez ve amansız gücünden midir yoksa yalnızlığın kederinden mi?
“Dışarıya yağmur,
Yüreğime hasret
Fikrime sen
Nasıl yağıyorsunuz üçünüz birden
Bir bilsen…” demiş ya şair tam öyleyim işte.
Korkular bir yana, hasret bir yana, yalnızlık da bir yana yavanlaştı dünya sensiz, tat tuz yok hiçbir şeyde. Öncesinde üzüldüğüm günlerin geçiyor olmasında, çabuk çabuk geçiyor diye seviniyorum şimdi. Günleri sayıyorum bir bir beklediğim, varmak istediğim neyse artık gelen günlerde.
Yıl dönümümüzde hüzünle başladım sana yazmaya, güzel geçen günler de oluyor aslında, iyileşiyorum gün gün. Çocuklar bu günden tahtayı süslemiş sürprizler hazırlamışlar sınıfta. On dakika boyunca sınıfa girmemem için yalvar yakar oldular. O çocuk heyecanları mutlanmama yetiyor anlık bile olsa. Bileklerime renkli renkli boncuklardan dizdikleri bileklikleri takıyorum, gönlümü okşuyor boncuklar. Helen’imin bayram için yaptığı boncuk kolye hala boynumda. " Bana yok mu ?" demiştin de Helen gülmüştü "sen kız mısın dedeee?" diye. Takmasam da boncukları çok severim. Neden takamadığımı, boncuklara niçin kırgın olduğumu ilerde anlatırım belki; o çoook eski, çok uzun, çok ayrı bir hikaye; işte bu kırgınlığım da çocuklar sayesinde geçmeye başladı, pek çok korkumu çocuklarla yendiğim gibi. Yaşam bu yavan da olsa geçiyor işte, ağlayıp gülüyorum kardeşliklerinde, gezip dolaşıyorum, şarkılar türküler dinliyor, şiirler romanlar okuyorum, seni buluyorum içlerine dalarak, dizilerin sahte dünyalarına takılıp sahici hüzün, mutluluk, umut yükleniyorum; yiyip içiyorum da “Ne yiyeceğiz?” diyenimiz olmayınca yavanlaşıyor yediklerim…
Yarın 24 Kasım, dört ay olacak gidişinden bu yana. Duygularda değişen hiçbir şey yok. Hep sen varsın, hep burdasın, hep kendimi seninle konuşurken yakalıyorum. Sürekli, anahtarı çevirip içeri giriyorsun, haber izlerken dönüp yorum yapasım geliyor hep, kayıp kitaplarımın hesabını soruyorum sıkça, bilmen gereken bir olayı, bir haberi sana anlatma isteğim oluşuyor hep, evde yemek yok ne yapayım diye koşuşturuyorum eve. Geçenlerde sabah uyandım sen bilgisayarın başındaydın. Ben çıktım odadan okul için hazırlandım. Ameliyatlıydın ya, kahvaltını hazırladım yine, getirirken yanına tepsi elimde tam odadan içeri girdim oradaydın hala “öğle yemeğin de mutfakta” dedim ki birden yokluğunu fark ettim. Bu durum sıkça oluyor. “Deliriyor muyum?” diye soruyorum kendi kendime, sonra kendimi kendimce test ediyorum ki aklım fikrim yerinde, aklım da fikrim de yeri olan sende.
Yokluğunun üçüncü ayında yani geçen ay senle buluşmaya, senle olmaya Dalyan’a gittik Haziran’la, Hatice de bizimle geldi; Pamir, Işık, Helen Mavi, Pera Deniz de Antalya’dan geldiler hep birlikte buluştuk. Dostların, arkadaşların, yoldaşların da oradaydı. Sen de ordaydın. Adlarından tanıdığım arkadaşlarınla tanıştık, görüştük, senden bahsettik, seni çekiştirdik, sana olan sevgimizi paylaştık, güldük, eğlendik, türküler söylendi, tam senlik bir buluşma oldu.
Biz Dalyan’a vardığımızda toplantıya başlanmıştı. Biz arka koltuklara oturduk. Herkes pür dikkat paneli dinliyordu. Bu kapalı salonda bir arı hafif bir vızıltıyla salonun dört bir yanını dolanıyordu. Annemin anlattığı batıl bir inanışa takıldı aklım ister istemez( biri ölünce ruhu sinek, arı, böcek, kuş.. kılığına girer aramızda dolanırmış). İleride en önde birisi, konuşmacıların dışında tek onun yüzü dönük dinleyenlere bakıyordu, video, fotoğraf çeken biri gibi geldi geçti aklımdan, sonra bir an bu tanıdık yüzü görünce içimi büyük bir sevinç kapladı, o sendin. Büyük boy resmindeki gülen yüzünle bize bakıyordun. Panel bitince yakından görmek, sana dokunmak için kürsüye yaklaştım. Evet sen bizimleydin. Ertesi gün seni anmak için yine salonda toplandık. Slaytın ilk fotosu duvarda yansıtılmış sabit duruyordu. Pera’nın “Dedem!” diye bağırışını duymalıydın. Nasıl da sessizce izlediler dedelerini. Senin yaşamın ailenle başlayan, bizimle olan, dostlarınla olan, özgürlük düşlerinin yolcuları yoldaşlarınla olan; o güzel, o mücadeleci, o insanların mutluluğu, dünyanın barışı, halkların kardeşliği için yaşamın tılsımını arayan onurlu yaşamın bir bir geçti resimlerinle beraber gözlerimizin önünde hatıralarla.
Ben seni- bizi anlatmaya çalıştım karmaşık duygularımla beraber. Işık birey olmanın mücadelesinde senin kızın olmanın zorluğunu anlatırken aslında bunun bir güzellik olduğunu yokluğunda fark ettiğini anlattı bize. Ve sen iyi ki bizimleydin, iyi ki bizimdin, iyi ki dünyanın güzelleşmesine, o güzelliğe kavuşmak için yaşadığın, yaşadığımız zorluklara katlanmışın. İyi ki var olmuşun…
Anmadan sonra tekne ile çamurlu banyo kaplıcalarına gittik. Yol boyunca bir arı da bizimle yolculuk yaptı. Kaplıcada iki saatliğine mola verdik. Döndüğümüzde teknenin kaptanı yoktu. Bir arı, muhtemelen teknede dolanan arı kaptanı boynundan ısırmış, sağlık ocağına gitmiş, birazdan buz kalıbı boynunda geldi kaptan. Arıcılık da yapıyormuş, benden çok endişelenen yoktu sanki. Kaptan da rahattı, yola koyulduk. Ertesi sabah ağrıdan uyuyamadığını söyledi. Şükür ki bununla kaldı.
Dalyan çok iyi geldi bize yoldaşlarının benzerliğinde, hikayelerinde, anılarında, söylenen türkülerde, senle buluştuk, seni soluduk. Akşam yemeğinde sen krem renkli montun ve mavi gömleğin üzerinde biraz ileriden tekne limanına gidiyordun sırtın dönük, merdivenleri yavaşça bir bir inerken başını yavaş yavaş sağa doğru döne döne gözden kayboldun. Bu durumu Hatice’yle de paylaştım. Dalyan buluşmasını sen örgütlüyordun, bu son görevin de güzelliklerle sonuçlanmıştı, sende ve bizde bunun huzuru vardı. Bülent Uyguner’in olağanüstü çalışmaları da takdire değerdi. Birlikte yolculuğuna çıktığımız düşlerin için de hiç merak etme “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” kalanlar mücadeleye devam edecek, devam edeceğiz…
Dünya iyi olmasına iyi de, ülkemiz de öyle diyemeyeceğim, bildiğin gibi her gün gündem değişiyor. Yine savaş var Güneydoğu’da. Yine çocuklar ölüyor ,yine anneler ağlıyor Kobani’de.
Olaylara hep bir örneklemelerin vardı, bir fıkra, bir hikaye bir şiir dörtlüğü, bir atasözü ile muhakkak örneklerdin konuyu. Daha çok da hayvanlara dair olanlarından. “Arı soktuğunda ömrünü tamamlar “demiştin bir savaş sürecinde. Bizim arı kendi ömrünü tamamlamakla kalmadı bu kez dünyamızı da yaktı kavurdu. Bu hafta okuma programımızda “Dünyayı Kurtaran Arı” kitabını okuyacağız sınıfta. Korkmadığıma, ürkmediğime şaşıyordum arılardan. İlk kez dehşete kapıldım arılı bir kitap , bir çocuk kitabı okumaktan. Bizim dünyamızı karartan bir arı kocaman bir dünyayı nasıl kurtarırdı ki? Elime de alamadım kitabı, dur bakalım okuma sürecinde ne olacak?
Gidişinle beraber obituary yazıyorum gibi, aslında sana her dem yazardım bilirsin. En çok da tartışıp senin kapıyı çekip evden çıktığında sana ulaşmak için, kızgınlığımı atmak için, derdimi anlatmak için yazardım, sen hep kaçmakta buldun tartışmalarımızdan kurtuluşu, ben de yazıp rahatlardım, pek çoğunu okumadın bile, çabuk unuturduk neye tartıştığımızı. Yine kaçtın bizden ben de yazıyorum sana, içimi döküyorum, belki okumaya uğrarsın bir gün. Telefonun bende ya facebook taki anıların bu güne yazılmış gibi:
“Gitmek gerekir bazen,
fazla yormadan
daha çok bıktırmadan
eğer vaktiyse
ardına bile dönüp
bakmadan “ yazmışsın sanırım bir gittiğindeydi yine evden, veya bir yönetimden ayrıldığında. Bu gidişinde tartışmamıştık da. Niyeydi ki gidişin?
Yaşamda bazı şeyler tesadüfmüş gibi gelir. Sanmıyorum tesadüflüğünü. Bir 24 Temmuzda, nişanlanıp yüzük takmıştık yaşam yolculuğunu birlikte yürümek için, yine bir 24 Temmuz’da veda ettin birlikteliğimize. Yazdıkların, söylediklerin anılar öylesine örtüşüyor ki yaşamla…
Sen gittin ama eczanelerin arıyor hala, ilaç vaktini hatırlatıyor, randevu aldığın hastanelerdeki randevu tarihlerin de geldi senden sonra.. hele en acısı geçenlerde Çankırı’dan bir dostun aradı, yayladaymış yaz boyu. Bana kızmaklı “ Siz niye açıyorsunuz Cengiz’in telefonunu “ diye sorunca ben de “Sekreteriyim” dedim. Kızdı yine bana, , sonra durumu anlatınca koca adam ağlamaya başladı. Ben kapatamadım telefonu. O kapattı. Neden sonra tekrar aradı yine ağlıyordu, az önce kızan ses özürler diliyordu, sevginin özrü mü olur. Öyle çok yürekte iz bırakmışsın ki. “Ben onu arayıp dertleşirdim hep” dedi. Kederli bir insanın diğer kederli insanı avutması ne zormuş meğer, “Acını anlıyorum” diyebiliyorsun ancak. Hala profillerinde senin resmin asılı bazı dostların var.. Gün geçmiyor ki birinin bir yazısında, bir paylaşımında sen yoksun. Sosyal medyayı açar açmaz ölüm haberlerini görmesem dostların sıkça, seni görebildiğime daha çok sevinebileceğim.
Burhan Abi gitti senden sonra, çok üzülüyordun rahatsızlığına. O’nun varlığı, sakinliği, o içinden çıkılmaz tartışmaların arasında susup susup son cümleyi hiç bir şey olmamışçasına yumuşak ses tonuyla konuya noktayı koyması nasıl da güven vericiydi. Mustafa Abiye de aldığın randevunun hatırlatmaları geldi onun gidişinden nice sonra… Ahhh ne çok çabaladın onu yaşatmak için! Toplantılar uzadıkça geceleri sendikada senin işin uzar diye beni zorla eve kadar getirirdi, yalnız bırakmadı hiç beni, depremde de destekleri çok oldu. Yazları kaçış için sığınağındı Mustafa Abinin evi… Ardından çok sürmedi sen de gittin.
Bugün 24 Kasım. Birçok anlamsızlığın içinde pek çok anlam da yüklü. Her ne kadar biz kabullenmesek de dört ayı doldu gidişinin. Mesleğimize de başlayalı, birlikte yaşam yolculuğuna çıkışımızın da kırküçüncü yıldönümü. Pek çok öğretmenin mesleki koşulların iyileşmesi için verdikleri mücadeleden kaynaklı TÖB-DER’ li yoldaşların işkencelerden geçtiği, işkencelerde öldürüldüğü, sürgünlerde yalnızlaştığı, ailelerin çile çektiği bir devirde adımıza gün kondu. Evet biz ne kadar istemesek de toplum çabucak kabullendi bu günü. Küçücük bir çocuğun yüreğinin sevinciyle gün kutlayan o sesini ne deyip de reddedebiliriz ki? Sınıfa girdiğimde bu gün tüm sınıf bir telaş içindeydi, yine beni sınıfa sokmadılar. Sekiz yaşındaki çocukların gözlerindeki parıltı… ahhh o parıltı denizine gömülüp kaybolmak istersiniz… Bir olmuşlar birlik olmuşlar, tahtayı yazılarla, masayı kağıtlarla süslemişler, sınıfa girdiğimde fonda da bir müziğe eşlik eden bir bütünsellik, ne güzel bir duygudur o, tarifi imkansız: “Öğretmenim. Canım benim, canım benim….” İstediğimiz de tam da bu değil mi, güzellikler uğruna birlikte davranabilmek… umuyorum ki sevgi dolu bu minik yürekler büyüdüklerinde dünyanın güzellikleri için bir ve bütün olabilecekler.
Sevgili Cengiz dört ayda ne değişti desen, yokluğunun acısı daha bir derinleşiyor, bakışının sıcaklığına daha da bir hasretim, ufak bir hatırlatıcı done burnumu sızlatıyor, gittiğin son yolculuğun dönülmezliğini daha bir kanıksıyorum, dışarıda bir koca dünya gürül gürül akıp gidiyor binmiş yaşamın terkisine insanlar, herkes yine işinde gücünde… ‘İnce Memet’leri aldım okumaya yeniden, evdekiler yok bir çok kitabım da yok, niyeyse bunu sana sormalı, sorduğumda da yanıtın hazırdı zaten; “Ben ne yapacağım senin kitaplarını?" Ben bir şeyi kaybedince daha bir önemsiyorum bunu iyice öğrendim seni kaybedince. Kitapları tek tek parçalayıp yaktığımızda banyonun kazanında dökülen göz yaşlarıma bakıp bakıp biraz da kızarak “ Hepsini yeniden alacağımız günler gelecek” diyerek sarılıp beni avutmanı özledim. O günler illa ki gelecek buna inanıyorum da sevincini birlikte yaşayabilseydik. Söz verdiğin gibi dünyanın rengine kanıp bir de biz tadabilseydik.
Kırk üçüncü yılımızda Kasım rüzgarları esse de sertçe ve soğukça esintilerinde hep sen varsın, papatyaların olmasa da, kitaplığın karşısında o gülen resmine bakarken ben :
“O içten gülüşünü
Bir gün dudağından çalıp
Gözlerinin önünde
Yüreğimin ortasına koyup
Öpeceğim… diyebilseydim keşke… 23.11.2022
Günay

 " DOĞUM GÜNÜMÜ KUTLAYAN DOSTLARA

Bugün benim doğum günümmüş Facebook hatırlattı. Ne yapalım facebook diyorsa kabulümüzdür. Bugün doğmamışım ben. Annem ( O fedakar kadın) tütün ekerken tarlada sancılanmış. Beni eli zifirliyken (tütün kiri) doğurmuş bildiğim kadarıyla. Tütün haziranda ekilir. Olsun. Hatırlamanız bile anlamlı. HEPİNİZE DOSTÇA SELAMLAR, SAĞOLUN" diye teşekkür ederdi dostlarına her 28 Kasım' da Cengiz.
Resmi tarihi doğumunun bu olunca ister istemez binlerce kez kullanmış bir forma işlemiştir 28 Kasım' ı. Güller açarken, tütün dikerken derdi annesi doğumunu. Tarlada sancılanıp eve gelirken yolda doğuruyor en küçük oğlunu ve göbeğini bir taşla kesip, tülbentinin bir parçasıyla o zifirli elleriyle bağlayıveriyor. yeleğine sarıp eve getiriyor bebeciğini. Yoksulluk, yalnızlık zor koşullarda doğmak ve yaşama tutunmak. 1957 doğumlu olan Cengiz muhtarın dalgınlığına uğrayıp abisinin yerine ki abisi Yılmaz kayıtlı kütüğe ,ikinci kez 1955 doğumlu ve Yılmaz Adıyla kaydediliyor köy kütüğüne. Abileri okula gittiğinden erken yaşta okumayı öğreniyor, nüfusta 7, kendisi 5 yaşındayken okula başlıyor. 5. Sınıfı bitirip diploma alacakken kütükte iki YILMAZ olduğu fark ediliyor aileden, ve ikinci sıradaki Yılmaz adının arasına CENGİZ adını sıkıştırıyorlar. Bu çift isimli olma durumu siyasi yasaklı dönemlerde hayli lehinde oluyor Cengiz'in.
Remziye Nurisal anne üç erkek ve sonradan yaşamın zorluklarına katlanamayıp minicikken ölen ikiz kızlardan sonra hamile kalınca isteksizdir yeni bir çocuk doğurmaya. Bir çok ilkel yöntem kullanır düşmesi için, başarılı olamaz. Cengiz ilkokula gitmezden daha, bu durumu eltilerinden birine anlatırken annesi "Ne yaptıysam düşüremedim" derken orada konuşulanları gizlice dinleyen Cengiz iki elini yumruk yapıp " Düşer miyim hiç ,sıkıca tutundum ben" der. Yaşama da sıkıca bağlıydı böyle. Tütün tarlasında doğduğundan olsa gerek emeği. emekçiyi , tütünü tellendirmeyi pek severdi, büyük bir zevkle tuttuğu sigaradan iki parmağı hep zifirliydi. Ömrünce emeğin değerini, emekçinin hakkını savundu.
Evet yaşama fazlaca tutunuyor ve "Düşmana inat, bir gün fazla yaşamak" şiirini her koşulda paylaşır ,yaşamını da gönlünce sürdürürdü.
Onun doğum günü Haziranda idi ya ikizler burcu özelliklerini fazlasıyla taşırdı. Bu karmaşık durum bizim de işimize gelir hediye almayı es geçerdik ona unuttuğumuzda . Önemsemezdi de pek. Mevsime uygun giysi ise aldığımız hemen giyerdi Kırmızıysa eğer mevsimine bile aldırmazdı. Kimde kırmızı bir giysi görse takasa kalkardı. Bazen aldığımız bir hediyeyi babalar gününde tekrar verirdik. Fark etmezdi. Onun değer verdiği şeyler o kadar yüce idi ki ,maddiyata önem vermezdi. Bu durumu itiraf ettiğimizden kendisine bildiği için rahatça söyleyebiliyorum. Dilinde alınırdı bize. Çabuk da unuturdu.
Bugün onun doğum günü, tutunamayıp o çok sevdiği yaşama erkence gitti. Bir gün daha inadına yaşayamadı dediği gibi çünkü börtü böceği hiç düşman bellemedi ki inatlaşıversin. O doğduğu tütün tarlasında yaşama veda etti.
Bugün 28 Kasım güzel bir gün, çoooooook güzel bir gün. Bu gün onun doğum günü. İyi ki bu dünyadan bir güzel Cengiz Uzuner geçmiş. İki "yitik hasret" olsak da İyi ki iyi ki iyi ki ... 28.11.2022
Günay

 

DURGUNUZ

" Aranızdan ayrılalı beş ay oldu, emniyet bile peşimi bırakmışken nüfus genel müdürlüğünün " Sn YILMAZ CENGİZ UZUNER nüfus kartınız iptal edilmiştir. Bulunduğunuz yer nüfus müdürlüğüne başvuru yapmanız gerekmektedir" mesajındaki çağrısı beni bile güldürdü " derdi Sevgili Cengiz aramızda olaydı.

Sen hiç gitmedin ki Cengiz hep bizimlesin zaten, umudumu kessem de akşamları merdivenden gelen ayak seslerinden burdasın ve bizimlesin. Hayatsa güzel şeylere gebe, güzel günler yakında ...
Bizi sorarsan eğer;
"Burdayız işte...
Durgun bir sessizlikteyiz şimdi ... "

24 ARALIK 2023
GNY

                                     YİTİK SEVDA

Sevdaları bıraktığımız yarınlar çıkageliyor bir bir, bir sen yoksun altı aydır, nerede, nerelerdesin şimdi o sevdaları yaşamaya… ?

Bak bir sömestr daha geldi.. ilk sömestrımızı anımsadım dün gece. 1980 Şubat'ıydı. “Gitmeyelim” dedik memlekete on beş gün nedir ki gelir geçer, zaten yeni gelmiştik Gisto’ya. Karda beş saat yürümek de vardı valizle hem de. bize eşlik eden köylülere yük olmak da. Evimizde tedariksizlikten yokluk vardı, buraya geldiğimizde kış birden bastırdı. Zaten bir kışlık erzak alacak paramız da yoktu henüz maaş alamamıştık.. İlçeye giden köylülere bir – iki kilo erzak siparişiyle, yoğurt, yumurtayla geçiyordu günler, olsundu, eziyet de olsa, yokluk da olsa biz burayı sevmiştik. Hem köyü, köylüyü tanımak için güzel bir fırsattı da; ne de mutluyduk ki.
Benim Anadolu’da , uzaklarda, bir köy okulunda çalışma hayalimin peşine takılıp gelmiştin sevdan uğruna. Sonra beni kıskandıracak ölçüde senin daha büyük sevdan oldu Diyarbakır ve Diyarbakırlılar, sen de onların. Ömrünce o sevda uğrunda yaşantımız şekillendi.
Tatil bitmek üzereyken Cuma akşamı radyodaki bir ses içimize bastırdığımız, bizim İzmit’e, ailelerimize özlemimizi açığa çıkardı. Birbirimize sarılarak sevinçten hoplayıp, zıplamaya başladık: ”Kötü hava koşulları ve yakıt sıkıntısı yüzünden okullar bir ay tatil edilmiştir.” diyordu spiker. Kış şartları ağırdı evet ,bu sığınılacak bir nedendi… ülke iyiye gitmeyen bir sürece girmişti.
Bizim için gitmek her açıdan zor olsa da özlem ağır basmıştı. Trenle gitmeye karar verdik.
Hemen hazırlanıp sabah yola koyulduk birkaç köylü, birkaç katır valizimiz ve biz. Döndüğümüzde çay bardaklarında da yarım bıraktığımız çaylar öylece duruyordu, gece donmuş kimi günde erimiş olarak. Döndüğümüzde o küçücük evimize ailemizin üç kişilik olacağı müjdesiyle ayrı bir gururluyduk, kaygılıydık da.
Doğa koşulları yazda da kışta da hayli zordu, daha zor olanı ülkede yaşam savaşıydı. Sen bütün şartları zorlarken, yaşama tutunmamız için bizi de koruyup kolladın, bir çok yoldaşı koruyup kolladığın gibi. 80’li yıllarda bir liman oldu bize Gisto sığındığımız.
Geçen sömestrda hep birlikte Antalya’daydık. Torunlar bıcır bıcır etrafımızdaydı. Ne çok mutluydun, mutluyduk. Bu tatilde de ailemizle birlikte olacağız. Akşama evlatlarımızın yanına Antalya’ya gidiyoruz. 1979’da iki kişilik başlayan ailemiz yedi kişilik oldu. Biz orada senden söz edeceğiz, önce seni soracak minnaklar. Sen her zamanki gibi yine bizimle olacaksın.
Yaz çabucak geçti de sonbahar geçip gitmek bilmedi. Eylül tadındaydı günlerin sıcaklığı, hala yapraklar ağaçların dallarını terk etmediler. Yağmur yağmıyor ıslanmayacaksın diye sinsi bir sevinç içindeyim. Sular azalıyormuş, umurumda olmuyor hiç olmadığım bencillik hakkımı senin için kullanmaktayım.
Kar yok ama bugün hava hayli soğuk, içim üşüyor sen üşürsün diye oysa sen pek üşümek bilmezdin. Toprak da sıcaktır he mi, zaten köyüne de yakınsın. Nedense güven içindeyim, köye yakın olman, annenin, babanın, abilerinin yanı başında olman rahatlatıyor beni.
Ölümün şekli nasıl olursa olsun, ne kadar feci olursa olsun, ölenin yaşının da bir önemi kalmıyor, ölüm zamanla sade adıyla kalıyor. İlk günden beri vakit geçtikçe, yarınlar geldikçe bir bir, sevenlerinin yüreğindeki acı katlanarak çoğaldıkça özlem de çoğalıyor, yalnızlık da, sevgi de. Kalbi ağlıyor insanın gözü bırakıp gözyaşlarını.
Göz yaşlarımı hep sakladım, kalbimden akıttıklarımı da… görmesinler diye kalpyaşlarımı kalabalıklardan kaçacağım alanıma evimize sığındım, seninle baş başa kaldım, hep söyleştim hep söyleştim. Meğer ne çok şey varmış konuşacak. Ne büyük sevdamız varmış yaşanacak. Böylesi de mutlu ediyor insanı, acılarla beraber yaşamın güzellikleri, gelen günlerin o büyük hasretimizin gelişini müjdelemesi, ve de nefes almak başlı başına ne de güzel doğrusu.
“Ne hoş bir güzelliği vardır” diyor Virginia WOOLF ve devam ediyor ;
Hafif adımlarla
Dünyadan gülümseyerek geçenlerin,
Kimseye bir kötülüğü dokunmadan
Yaşayanların.
Onurlu bir yaşamı seçenlerin."
Hep o büyük hasretin yolunda onurla yürüdün, çabaladın durdun, yitik bir sevdaya tutulup yarınlara ertelesek de sevdamızı bilesin ki ben de senin sevdalandığın o büyük hasrete, o büyük sevdana tutkunum. Kış çabuk geçecek, sen üşüme sakın, bahar gelmekte memlekete…
Günay UZUNER

 Sevgili Abim,

21 Mart baharın başlangıcı... Hep mutluluk getirir hep umut taşır, hep torbasında bolluk bereket taşır ya bahar, bu yıl öyle olmadı, bizim için hiç olmadı hele. Yeşillenen çevreye inat bize sepyaydı her yer. Yağmur da hiç olmadığı kadar yağıyordu bir gün evelki güneşe inat. Üşüdük, yüreğimiz de üşüdü, donakaldık, acılara belendik, bir kez daha yetim kaldık.
Sen de gittin abim sessiz sedasız. “ … ve ben vaz geçip her şeyden, hayatlardan , bir gölge gibi çekiliyorum uzaklara “ dedin ve gittin. Oysa bir hasta oldun mu, bir yerin ağrıdı mı herkes duysun, bilsin isterdin, habersizce gidiverdin… ‘Gece oldu, kapılar kapandı , sürgüler sürüldü, dışarı taşan bahar gülleri olsa da kederin içimizde kaldı’ be abim.
Çok gerilere gittiğimde o çok sevdiğin memleketimizde sana dair damda oynamalarımız geliyor aklıma ,aşık atmalarımız, taşları dizip ev yapmalarımız, nahır geldiğinde güle oynaya koşuşturarak tezek toplamalarımız. Memleketten en son yadımda kalan minik kardeşimizi, Gülsümümüzü oyun sevdasına dama çıkarmandı. Ne yaptıysam engel olamadım sana, "Gülsüm hasta çıkarma dama" diye kavga etmiştik. Ben üç sen sekiz yaşında çocuktuk ilk didişmemizdi belki de bu.. şimdi onun yanındasın bizden uzakta.
Ve Senle oldum olası hep didişirdik. Senin hep bir çocuk yanın vardı, benim içime de bir kocakarı kaçmıştı. Oysa hep çocuk kalmayı, çocuk ruhlu olmayı istemiş, insanın çocuk kalabilmesini savunmuşumdur. İçimizdeki çocuğun hep var olmasını düşünmüş, hep çocuk kalanlara gıpta etmişimdir. Ama çocuk ruhlu olmayı nedense sana hiç yakıştıramadım, çünkü sen büyüktün ve abimizdin, ciddi olmalıydın sen. Ben içimdeki çocuğu kırklı yaşlarda ortaya çıkarabildim ancak, sense hep çocuk kaldın ne mutlu sana. Kimseye kinin garezin yoktu, kötülük nedir bilmezdin, Yaptığın en büyük kötülük bize nispet cebine koyduğun çerezleri gizli gizli yemendi.
Memleketten gelişimize en çok sen üzüldün, bir parçan hep oraya aitti. Ve hep oralı oldun, oralı gibi yaşadın, buraları benimsemedin. Ondandır ki hısım akraba ve hemşerilerimize düşkünlüğün. Gün geçmezdi ki birinden selam getirmeyesin. Senin tanıdıklarını bizim de tanıdığımız zannıyla selamları sıralardın bir bir.
Değirmendere de kestane ve fındıkları başak yapmaya giderdik beraber. Yavuz abimin yaramazlıkları arasında kalırdık hep arkadaşlarımızla. Evimize memleket havası estiren Kelebek ve Karagöz adlı iki koyunumuz olmuştu kurbana doğru. Onları öyle sevmiştik öyle sevmiştik ki, otlaklarda otlatırken hiç elinden bırakmazdın iplerini. Kurbanda Karagöz keslmiş, Kelebek de kesilmek üzere birine verilmişti. Karagözün kesilmesine razı olmuştun da Kelebek' in gitmesine çok ağlamıştın " bakacağım" diye. Yıllarca bu iki hayvanın yasını tuttuk. Çooook yıllar oldu ki onların fiziklerini hiç unutamadım ben de. Bugün çıksalar karşıma binlercesinin içinden tanırım onları, sen de tanırdın eminim. Onlar bizim gurbetteki yalnızlığımızın yoldaşı, köklerimizin bir parçası , memleketimizle bağımızdı. Onların gidişiyle yabancı olduğumuz bu yerlerde iyice yalnız kalmıştık.
Oyunlarınızda takımı tamamlayan yedek oyuncuydum ben, çelik çomak oynarken, top oynarken kalede duran hep bendim ; yüzüm gözüm yara bere içinde kalırdı. Kız kardeşim olmadığı için sizle oynardım , zaten yaşıtım kız da yoktu yakınlarda, sizle oynamak hoşuma giderdi. Bir yanımın sert ve erkeksi olmasını sen
ve arkadaşlarının takım arkadaşı olmamdandır sanırım.
Sen annemin en büyük ama hiç büyümeyen küçük çocuğuydun da. Ne yaparsan yap hep annemin takdirini kazanmak için yapardın. Ben bildim bileli sen küçücükkenden beri bir cami sevdan, namaz kılma sevdan, "ah bir imam olmasa da camide ezan okuyayım" sevdan vardı. Bu yanın annemi de çok gururlandırırdı.
Evin gelirine katkın hayli fazlaydı. Çocukluğundan beri çalışmaktan yılmadın, hiç gocunmadın. Bir keresinde patronuna kızan bir müşteri hıncını senden çıkarmış arkadan ayağına bıçak fırlatmıştı, ilk kaybetme korkum seni o zaman oldu, babamın kızmalarına karşın hep çalıştın, hep çalıştın... yaşadığımız geçim sıkıntısını küçücük omuzlarınla taşıyarak bir nebzede olsa hafiflettin, bizler hissetmedik bile sayende maddi sıkıntılarımızı.
Belediyede çalışırken Genel-İş ‘e üyeydin. Grevlere katıldığın için işten işe sürüldün de yine de vaz geçmedin eylemlerden, Genel-İş’ten, çalışmaktan. Toplumsal davalarda hep doğrudan, iyiden yana oldun. Kişisel çıkarlarını hiç düşünmedin. Evlatlarına da canını, tüm variyetini verecek derecede iyi bir baba , torunlarını parklarda oynatan, gezdiren çok da iyi bir dede oldun.
Kocelispor en büyük sevdandı. Deplasmanlar dahil hiç bir maçı kaçırmazdın. Kazançta keyfine diyecek yoktu, yenilgide küfürleri sıralar dururdun, ta ki yeni bir maça kadar. Deplasmana gittiğin şehirlerde bir hısım, bir akraba varsa ziyaret etmeyi de ihmal etmezdin.
Bulmaca tutkunuydun aynı zamanda, gazete satışlarının durduğu bu dijital dönemde sırf bulmaca için ikişer üçer gazete alırdın. Bulmacayı hem çözer, hem durmadan sorup durur bir şekilde tamamlardın .
Ben büyüğüm demez, bayramda,, seyranda, kandilde, aklına düştüğünde, Öğretmenler Gününde benim aramama fırsat vermeden hep arar, hal hatır sorar , ardından nedense hep ağlardın. Bizim ağlayanımız bir sendin, bizse Kaya gibi sert. Hoş eski soyadımızın Kaya olmasına bakarsak bu durum yadırganamaz bile. Gidişinle iyice yalnızlaştığımı hissediyorum be abim…
Eline küçücük bir diken batsa , azıcık başın ağrısa doktora giden sen, ilaç içenle ilaç içen sen, son zamanlarda ayağın kangren olmasına rağmen doktora gitmek istememişsin. Şeker hastası olduğunda isyanın hastalığın genetik olmasınaydı. Bizim kısmete de soyumuzdan hastalıklar düştü ne yapalım. Ayağının kesilecek olması nasıl ağrına gitti de bıraktın kendini, tutunamadın o çok sevdiğin hayata.
Bayram geliyor, arayacak bir abim de yok bu bayramda, dosttan akrabadan bir selam getiren ses de yok. Sen olmayınca bir yanımız eksik , sensiz tadı olmayacak ne baharın, ne yazın, ne bayramın…
Sana kızışlarım için kusuruma bakma, gönül koyma e mi, ben hiç çocuk olamadığımdan kızgınlığım senin büyük olmana rağmen çocuk kalışına idi… Yüreğinin saflığı, içinin duruluğu, yaşamın eziyetleri ile geçtin bu dünyadan .
Şimdi hatıralarımızda da kalan , seninle olan “Bir eski şarkı, Bir eski bahar, Bir bildik deniz … “ Senin yokluğundaysa “Vakit nisan ortasında bir akşam “ şimdi. Nisanla yaşanan güzelliklerin içinde sen yoksun ya: baktığımız yerlerde, güzelliklerde olmasan da bakıp da daldığımız yerlerde, yüreğimizde olacaksın hep, ışıklarda uyu can abim, huzurla uyu….
Bacın

Günay UZUNER