23 Ekim 2011 Pazar

CAN’IN BALONU NEREYE UÇTU?


      Sonsuz mavi semaya çevirmiş başını, gözleri bir noktaya çakılmış yükseklerde çook uzak yükseklerde  belli belirsiz bir karartıya odaklanmıştı. Rengi kaybolmuştu çoktan , gözünün önünde dolanan  karartılar da olabilirdi gördüğünü sandığı. Göğün yüksekleri, evrenin derinlikleri içinde kayboluvermişti kırmızı balon. Gözünün kestirebildiği son noktadan ötesini göremiyordu artık. Öylece kalakaldı aklına takılı soruyla…
      Az önce gözlerini ovalamaktan bulaşan gözyaşlarının, üzerindeki top tutarken yapışmış tozla kavuşup yol yol iz yaptığı ellerine kim tutuşturduysa kırmızı bir balon tutuşturmuştu Can’ın. Bir el nasılsa balonu eline verdiğinde son bulacağını sanmıştı acılarının. Sıkıca  kavrayamamıştı balonun ipinden nedense,uçuvermişti işte; göğün yedi kat üzerinde bilinmezliklere doğru uçup gitmişti.
       Balon uçuvermişti bilinmezliğe…
       Sabaha karşı annesinin nedensizce, genç yaşta yapayalnızken sonsuzluğa  göz yumması gibi. Öğlen sularıydı her halde, nerelerden geldikleri bilinmez bir güruh insanla, en kıymetlisini nereye gittiği belirsiz son yolculuğuna uğurlamışlardı. "Cennette şimdi o." dediler. Neresiydi orası, bilen var mıydı, o nu da götürseler arada bir anacığına...?Can ağlıyordu…Gözleri bu coşkun yaşlarını pınarının kaynağı belirsiz oluklarından sağanak sağanak boşaltıyordu… Gidenlerin,  önemi yoktu onların hiç;ardlarından öylece bakakalmıştı. Sadece bakıyordu gözlerini ovalayarak. Biri eline bir balon tutturmuştu o an kırmızı… Gidenler kaybolmuştu ilerlerde bir yerden, balon da kaybolmuştu yükseklerden bir yerden…  
       Can bebecik ana rahmine düşmüştü, anne- babası bihaber döllenmişti orada yıllar önce günün birinin bir saatinin anından birinde. . Yumurta  sessiz sedasız embriyoya dönüşüvermişti. Bir zaman geçti şüpheler uyandı anneciğin yüreğinde. Galiba bir can beliriyordu içinde bir yerlerde. “Nasıl bir şeydi bu, kimdi, kime benzeyecekti, ne olacaktı büyüyünce?” Heyecanlar soruları bastırdı, sorular heyecanını. O karanlık bir dünyada büyüyüp şekil aldıkça,ellenip ayaklandıkça  ona dair soruları da çoğaldı anne- babanın. Oda onları merakta mıydı bilinmez?
       “Hayat iki dipsiz karanlık ortasında bir kibrit şulesidir”  der yazar  İbrahim  Habip Sevük. Doğumla başlayıp ölümle sonlanan hayat denilen olgunun bu koca evrende, bu evrenin milyarlarca milyarlarca yaşının yanında önemi nedir ki? Bir kibrit alevi yanar ve  söner… Yandığı o anlık süreçte ışıltısı kiminin yüzüne yansır, kiminin elini yakar, kimine renkli düşler bahşeder ve bu kimilerinin kim olacağı, kim olduğu meçhuldür.
          Günlerin birinde, bahar mıdır, yaz mıdır, ekinler sararmış mıdır, güller açmış mıdır, anne yaşam gailesinin ardı sıra  acısıyla depreşirken zamanın neresinde olduğunun farkında olamadığı belirsiz bir zamanda  Can bebek dünyaya gelir. Şöyle böyle dokuz aydır karanlık bir küvözde  kendince soluklanmaktayken yarı buçuk aralayabildiği gözlerini kamaştıran bir aklığa ‘Merhaba!’ der. Nereden nereye gelmiştir ki? Burası  ne kadar kocamandır? Başının üzerinde seyirtmiş onlarca yüz, her kafadan ayrı ayrı çıkan anlamsız sesler, karma karışık renkler hepsi hepsi yabancıdır ona.
     Günler geçip durur, geceler geçip durur, hiçbir şey tanıdık bildik değildir Can bebek için , annesi babası için de öyle. Büyür, serpilir Can, dillenir, ayaklanır. Önünde ne kadar süreceği belirsiz uzunca bir yaşam vardır. Bu yaşamın ona neler getireceğinden habersiz, kah gördüğünü ,duyduğunu,öğrenmeye kah bilmediğini ama bilmesi gerektiğini zannettiğini bilmeye çabalarken ne çok ne çok bilinmezliklerle karşılaşacağını bilmemektedir.
        Aza indirmek gereği sanıldığından; bilmediklerini bilmesi için okullu olur  Can.  Farklı kaygılarla kendi gibi  olup da  kendine  niçin benzemediklerini anlayamadığı yüzlerce emsali de okula bilmediklerini bilmeleri için gönderilmiştir. Bilmezler ki bilinmeyenlerin sonsuz olduğunu, insan aklının bu bilinmezliklerin hepsini öğrenmesinin imkansız olduğunu.
       Gün gün yeni bilinmezlikler denizinde kulaç atmaktadır artık. Kimi gün öğrenmişliklerine mutlanır kanosuyla uçar gider okuluna, kimi gün öğreneceklerini buz dağları gibi devasa gördükçe öfkesi kasırga olur, bodoslama dibe  vurur. Hiçbir gün diğerine aşina değildir. “Tamam buraya kadar, her şeyi bi tamam öğrendim .” ne vakit diyecektir? Bunun bilinmezliği içini  bir kurt gibi kemirmektedir.
        Hesap öyle büyüktür ki sonucunu bulana dek evin yolu uzar gider her gün. yine bir okul dönüşünde uzar gider bildiklerinin bileceklerinin hesabını tutarken evin yolu.. Annesi bir bilinmeze göz yummuştur sessizce. O göz yaşlarını akıtırken  ardından; nedendir, kimdir bilinmez, bir el,  bir kırmızı balon tutuşturmuştur eline.
       Hayatı iki dipsiz karanlığın arasında seyretmektedir artık Can’ın.
      Halka halka eklenmiştir birbirine bilmediklerimiz, bilemediklerimiz. İlk halkası dünlerin, son halkası da yarınların sisleri içine gömülen bir bilinmezlik örüntüsüdür. Bu günü gözlediğimizde birkaç halkası aralardan ayrılmış, hiçlikte sarkmakta, uçları nerdedir bilinmez birbirine eklenecek günü beklemektedirler. Beklemektedirler ki  içimizdeki karanlıkları kıvılcımlaştıracak ışık halkaları kaynaşıp eklenecek, bilinmezliklerin bilemeyeceğimiz kadarı bilinebilmiş olacaktır.
       Yaşam içinde  günü yaşarken halkaların kopukluğunu , hayatımızın kendi başına  bilinmezliklerin çokluğuyla dop dolu ve çok uzun;   evrenin büyüklüğünün yanında bir kibrit alevi kadar kısa olduğunu ve evrenle ilgili çok şeyi biliyor, ama yine de kendimizi  bilmek adına  soru sormaktan alıkoyamıyoruz: Can’ın balonu nereye gitti, annesi nereye?

                                                                                                  22.10.2011                      
                      Günay UZUNER                  
              
"bilinmezlikler" le başladık FBM blogerleriyle yazarlık yolculuğumuza, umarım bu bilinmezlikler yolumuzu güzelliklere çıkarır..             

19 Ekim 2011 Çarşamba

HEMEN ŞİMDİ !

    HEMEN ŞİMDİ !
Bu gün kanın rengi değişti ,
Alken acılara, ağıtlara boyandı,
Rahmet yağarken körpe fidanların üzerine
Islattı toprağı kan, rahmetten önce
Şimdi ‘barış’ zamanıdır artık...!

                                                  30.12.1994
                                             Günay UZUNER


18 Ekim 2011 Salı

ÜÇ BEŞ DEN

         Akşamın ilk saatleri.. Karanlık çöktü çökecek. Epeydir Jüpiter’i gözleme saplantısından vazgeçtim. Bakışlarım artık yerlerde dolaşıyor. Parlak yıldızları gözünle sevmekten yerde bulduğum siyah kristal boncuklara dokunmak, dokunup onları gözünle okşamak daha evla geldi b u ara..

        Kara kristallerden, bulduğumuz yerde yok, kara köpek de yerinde yok. Yol ayrımına geldik yol arkadaşımla. Vedalaştık. Nasıl oluyordu da sohbetin sonunu buraya denkliyorduk? Yolun ortasındaki tramvay  geçidinin kaldırımındayım. Karşıya geçmenin gayretiyle aceleciyim. Acelem biraz da soğuktan. Yarısı yaz geçen Ekim diğer yarısını da hatırı kalmasından kışa ayırmıştı. Sonbaharın kontenjanını hangi yıllarda kullanacağıysa meçhul..

      Gözlerim yine yerde. Yerler ıpıslak. Gün boyu kara benzeyen bir karışımla sepeledi yağmur. Yere serpilmiş ince, beyaz çubukçuklar gözüme ilişince karşıya geçmeyi unuttum. İncelemeye koyuldum gördüklerimi.  Kibrit denleriydi bunlar. Kutusu yoktu yakınlarda, rüzgar savurmuş olmalı; Mikado'nun çöplerini oynayacak birilerine hazırlık yapmışcasna... Islanmıştılar. Sigara yakmaya çalışan bir sarhoşun elinden düşmüş olmalılar. Toplanılsalar iş görmezler sanırım, barutları dağılmış olmalı ıslaklıktan. Hava da soğuk Mikado oynanmaz ki..

       Kibritçi kız beliriverdi gözlerimin önünde; masallarımın en’i. Yolun karşısına geçtim. Yolun karşısı daha güvenli geldi bana. Daireler kaloriferliydi. Kapı eşiklerine de az da olsa ulaşırdı sıcaklığı. “Kibritçi kız buraya sığınsaydı !” diye düşündüm .  Kendi düşüme kendim güldüm. O da  bir kapı eşiğine sığınmış soğuk taşın üzerine oturarak yaktığı her bir kibrit çöpünde ayrı ayrı  düşler kuruyordu. Onun düşlerinin olabilirliği yüksekti.


      “Masallar gerçekleri yansıtmaz” deriz hep. Gerçek dışı ne var ki bu masalda. Bir kibrit tanesiyle kurduğum empatinin duygularıma kattıkları, bir kibrit tanesinin gerçekliğimizde soğuktan donarak ölenleri hatırlatması. Bir kibrit tanesinin “İnsanlar ne yer, ne içer?” diye aldırmadan bir oy uğruna kömürlerle kandırılmalarını, bir kibrit tanesinin Zerdüşt dininden olanların ve ötekilerin bir çuval kömürü bile hak etmediklerini, bir kibrit tanesinin valilerinin öğlene doğru uyanıp da penceresinden dışarıyı seyredip “Kar yağıyormuş” un farkına ancak varıp; evinden çıkıp, karda bir kuytuya saklanan minik öğrencinin ölümünü fark etmeden  okulları tatil etmesini… hatırlattı, kısacık yol boyunca. Düşünceler sağanağı sağanak yağmurla beraber iliklerime işleyen soğuğu unutturmuştu bana. 

       Eve varmıştım. Aklım hala yerdeki kibrit tanelerinde takılıydı.  “Kibritçi Kızın elinde bunlar da  olaydı donar mıydı?” diye düşünmekten kendimi alamadım, anahtarı çevirirken garipçe   gülümsedim. Yemek ısıtmak için çakmağı değil ocağın yanında duran kibriti kullanmayı yeğledim bu akşam Kibritçi Kızın hatırına…
                                                                                                                       17.10. 2011
                                                                                                                     Günay UZUNER

17 Ekim 2011 Pazartesi

AYÇA'NIN SUYU

    Ayça’nın suyu gelmişti! Yoksa ne yapardı   o. Vermeliymiş hemen annesi. Taaa eve gitmiş suyu almak için koşuşturarak. Her ne kadar biz veririz dediysek de teneffüste, içindeki şüpheyi de dışa yansıtarak  “Unutmazsınız de mi?” demeyi de ihmal etmeden isteksizce uzattı suyu. Bir gurup öğretmen birbirimize bakıp güldük, biraz öykünmeyle, biraz alaysı,  daha çok da üzerinde düşünerek.

      En kıymetli varlığını, çocuğunu elimize sorgusuzca teslim eden zihniyet bir pet şişe suyu teslim etmekte tedirgindi. Gerçi bir şehir-kasaba kadar ikibin-üçbin ve daha fazla öğrenciyi okullara tıkıştırıp, üç-beş yönetici,elli-altmış öğretmene teslim eden, ve o öğretmenlere güvenmeyip veli memnuniyeti, öğrenci memnuniyeti anketleri düzenleyen, dahası mezun ettiği öğretmenleri atamayıp ayrıca KPSS'ye tabi tutan zihniyetten pek farkı yok bu tutumun. Olsa olsa küçük bir modeli. Şehirlerde kasabalarda yerel yönetim ve hükümet yönetiminde bir çok yönetici, bunlara bağlı memurluklar, bir çok meslek erbabı olmasına rağmen okullarda bir sağlık memuru dahi bulunmamakta. Bir şehir insan bir yüksekçe taş yapıda yığılmış, içecek suları yok.

      Velinin tasasını azaltmak için hemen bir kağıda Ayça'nın adı yazıldı , yapıştırıldı pet şişenin üzerine, diğer teslimatlara karışmamalı. Kargo acenteleri bile böyle titiz çalışmıyordur. Ayça’nın suyu, Burçin’in kitabı, Ezgi’nin tostu, Arif’in montu, Şeyma’nın şemsiyesi, Melih’in harçlığı… Hepsi benzer evhamla teslim edildiğinden tek tek etiketlenmeleri gerekir.

     Çocuklar bir ton yük taşıyorlar dersliklere. Ders araç gereçleri bir yana, beslenmesi, suyu ,kolası, meyvesi, krakeri, keki, şekeri ayrı yana, her teneffüste oynayabileceği ayrı ayrı oyuncakları öte yana. Dünya turu atan gezginlerin sırtında bu denli yük yoktur vallahi. Oyununu kendileri kuramıyordu bu çocuklar.

   Kirletmişiz Dünya’yı  “Biz büyüdük kirlendi Dünya” sözünü doğrularcasına. Daha bir kuşak devinimini geçiştirmeden Dünya da yaşam biçimleri değişmişti, Şebeke suları içilirdi, evde, okulda, sokakta ağızlar çeşmelerin kurnalarına dayatılarak, otuz kırk yıl önceleri. Yanında su taşıyana gülerlerdi herhalde. Okulda süt, yoğurt, tereyağlı ekmek verilirdi, öğlenleri mesafe ne denli uzak olursa olsun evlere yemeğe gidilirdi. Okul kooperatiflerinde simit gazozun dışında bir şey satılmazdı, kalem defterle beraber. Oyunlar ufak taşlarla , çubuklarla oynanırdı daha çok.

     Dünya kurulduğundan bu yana kaç milyarlık devir atlatmıştı da yaşanılırdı bizim çocukluğumuzda daha. Koca yaşına bakınca Dünya’nın kırk yıl içinde yaşam zorlaştı ise biz büyürken bir şeyler olmuş olmalıydı. Kırk yılda bozulmuşluk, kokuşmuşluk yaşayan dünya bir kırk yıl daha nasıl geçirir , orası meçhul?

     Çam ağaçlarının bolluğu ve gürlüğüyle anılan  uzun süredir gitmediğim köyümün  şu anki halini gösteren  resimlerine baktım da geçen gün internetten hafızamda kalan  çam ormanlarının  gürlüğünü göremedim.   

      Su kirlenmiş, yol kirlenmiş, yiyecekler kirlenmiş, insan kirlenmişti. Bir şeyler yok oluyordu dünyada, dünya eksiliyor, küçülüyordu.

     Hazır bulmuştuk dünyayı ve gelecek kuşakları düşünmeden tüketir olmuştuk. Hiç  şaşmayalım, eksildikçe, kirlendikçe Dünya  Ayçalar’ın anneleri derste verilmek üzere oksijen tüpleriyle gelirlerse  çok geçmeden…
                                                                                           15.10 2011
                                                                                         Günay UZUNER

EBEMKUŞAĞI


Yağmurdan sonra gökkuşağı çıkar ya hani
Kara bulutları o kovalar sanırdık küçükken.
Gökyüzü tertemiz mavi olurdu pırıtılı.
Ebemkuşağı derdik biz ona.
Rengarenkti, pek incelemezdik
Hangi renkle başlayıp bittiğini;
O görev öğretmenindi nasılsa.
Biz altından geçmeye çalışırdık sadece,
Ne dilersen o olurmuş.
Geçen dileğine kavuşunca; o yok olurmuş
Evcilik oyunlarımda ‘bir bebeğim olsun’ isterdim hep
Buğday tenli, eli ayağı  sahici.
Diktiğim elbiseleri giydirebileceğim.
O efsunlu  renklerin  altından ben de geçmeliydim
Güzel bir bebek için dilek dilemeliydim.
Bizim bebeklerimiz o vakitler
Ya bez bebekti annemizin yaptığı,
Ya pazardan alınmış  plastikten
Şemsiyeli eli, bedenine yapışık
Tombul bacakları da birbirine.
Arap kızlarıydı kapkaracık.
Yek vücut olduklarından
Kundakla sarmalıyorduk ancak.
Yaz yağmurlarında kaçışmazdık
Ebemkuşağı çıkacaktı birazdan

Kururduk nasıl olsa kendi rüzgarımızda koşuşurken
Dileklerimiz hazır, tutuşturmuştuk elimize
Sıska bacaklarla ne kadar hızlı koşarsak
O kadar çabuk geçebilirdik
Altından gök kuşağının.
Sokağın diğer ucuna vardığımızda
Semaya çevirince başımızı
Gökkuşağı kaybolmuş olurdu
Elimizdeki dilekler de uçup gitmiş
Koşmaktan göremezdik geçtiğimizi
O dev köprünün altından
Dileği olanlar olunca anlardık hep
Hedefine ulaşğını.
Benim hiç  oyuncak bebeğim olmadı
Kızgındım kendime, ebemkuşağına da kırgın.
Nice sonraları büyümüştüm de barıştım.
Renkli kuşağın sihirleri tutmuştu
Sahicileriyle arkadaş oldum bebelerin
Gökkuşağının renklerindendi her biri
Yüzlercesini donatıp, kuşattım sarısından moruna
Aklımın erdiği, gücümün yettiğince.
Meğerse ben ebemkuşağının altından
Çoooook kereler geçmiştim

13.01.2007
Günay UZUNER

16 Ekim 2011 Pazar

UYKUDAKİ TAD


             Katır tepmedi beni hiç ama, katırdan düştüğümü söyleyebilirim. Hem  de ne düşüş. Bindiğimle oturmadan eğerine daha cumburlop düşüverdim karşı tarafa. Soğuk, beyaz fakat yumuşak bir şiltenin üzerine.


          Ocak bindokuzyüzseksen. Karne tatiline birkaç gün var. Onyedi Aralık’ta göreve başladık. Çiçeğimiz burnumuzda henüz; yirmili yaşların başındayız. Birleştirilmiş sınıfta, dört ve beşlerde okuma yazma öğrendi ilklerim bir buçuk ayda. Onbeş günlük tatil çok uzun unutmak için; unutmasınlar diye okumayı kitap almaya gittik ilçeye.  Giderken köy minibüsüyle indik, hava güzeldi, yerlerde kar olsa da. İlçeye varmadan bir daha yapılmamak üzere bozuldu minibüs.


           Kitapları aldık, her bir öğrenciye bir kitap. Takas edeceklerdi okudukça tatilde. Onlar okuduğu için sevinçli, ben okuttuğum için sevinçliydim. Hiç bir şey bu denli mutlu etmemişti beni. Dörde ve beşe gelmelerine rağmen bir kişi Samet Taştan okuyup yazabiliyordu sınıfta. O da Türkçe’yi tam bilmediği için anlamıyor yalnızca gördüğünü okuyor, söyleneni yazıyordu.

             Minibüs tamirdeydi biz de o gece ilçede kaldık. Sabah bizi, yoğun karla karşıladı. Bir gün önceki güzelliği yoktu havanın. Tamiri imkansızmış köy minibüsünün. Köye dönmemiz şart. Kar yolları kapamış. İlçeye inen köylüler köye gidemeyeceğimizi söylediler. Onlar da minibüsle gelmiştiler. Puslu havalarda yola çıkılmazmış.  ‘Bir kaç güne kadar açılırmış hava, köyden atlılar gelir biz de onlarla dönermişiz.  Zaten yarın karne günü, hazır buraya gelmişken memleketimize gideymişiz; on beş günlük tatil dönüşünde de hava düzelirmiş nasılsa. ‘ Dönmek olur mu hiç? Niye gelmiştim ben ilçeye? Hem çocuklara ne derim; söz vermedim mi onlara? Ya unuturlarsa öğrendiklerini, onca emek ne olacak? Sorular sorular sorular… Soruları sormaya ne gerek var? Yapılacak şey belli. İdealime sıkı sıkıya sarılmıştım. Kitapları çocuklara götüreceğiz, tek tek ellerimizle dağıtacağız, onlar tatilde okuyacaklar…

            Ömrü buralarda geçmiş insanlar bu havada köye gidilmezi savunuyor, iki kez gitmiş olan ben, gidiliri. İnadım galip geldi. İki yağız genç iki başımıza bir de kitaplarla dizildik yola.  Naman Gülbaran’a kadar götürdü taksiyle, o da delibaştı bizim gibi. Ne yaptıysa ilerlemedi araba. Bizim de dönmemizi istedi. Dönmek olur mu hiç? Hem ne kaldı ki şuracıkta? Dağı aştın mı Gisto. O gözü karalığına rağmen geri döndü.  

         Kitap balyaları elimizde karda bata çıka yol aldık… Kar bardan bardan yağıyor, bir yandan tipi esiyor, bir yandan üşüyoruz; fakat azmimize diyecek yok.

          Ardımızdan bir grup atlı seyirtti.” Garip bunlar, kurt kuş yer” diyerek peşimizden yoldaşlık yapmaya geldiler. Benim at diye bildiğim katırmış meğer. Bir katırı da bizim için getirmişler. Cengiz benim katıra binmem için yardımcı oldu. Eyere oturdum gibi oldu, o da yuları çekmeye koştu. Katırı çekmeye başlamasıyla ben karşı tarafa yere yuvarlandım doğal döşeğin, karların üzerine düştüm. Yumuşak karlara gömülmüştüm. Seslenemiyordum Cengiz  katırı çeke çeke hayli ilerlemiş, bir ara “Rahat mısın?” demeye dönmüş, beni katırın üzerinde göremeyince paniğe kapılmıştı, katırı bırakıp bana doğru koşmaya başladı. Haziran’ a hamileydim, düşük tehlikesi vardı. Daha yeni toparlamıştım. Ömrümde doğru düzgün kar görmemiştim. Güçsüzdüm. Tüm bunlar bir araya gelince kaygı kaçınılmazdı.

         Yuvarlandığım yerden Cengiz’in desteğiyle ayaklandım. Kah katır üzerinde kah yürüyerek epey yol aldık. Birkaç saat olmuştu yola çıkalı. Yol diyorum da ortada yol mol, iz bel yok. Köylülerin ezber imlerini takiple biz de onları yakın takipteyiz. Yakın takipteyiz çünkü tipiden göz gözü görmüyor. Hava iyice ağırlaştı, kararmaya da başladı üstelik soğuk da cabası. 

         Bize eşlik eden köylüler yakınından geçtiğimiz köyle kan davalı imiş. Bizi bir süre yalnız bıraktılar. Dolambaçlı yollardan gelip bize ulaşacaklarını söylediler. Bir katır, biz iki pardon üç başımıza bir de kitaplar bilmedik kar çölünde yalnızız. Yoruldum, çok da üşüyorum. Katırdan inip yürümek istedim. Ayaklarımda derman kalmamıştı. Bir uyku bastı bir uyku bastı ki sormayın. Köy uzaktan görünüyordu artık. Bir dağ inip bir dağ çıkacaktık; karşı dağın tepesindeydi Gisto.  Cengiz’e yalvarmaya başladım : “Sen git bir katır daha getir sen gelene kadar uyuyayım, n’olur?”  O da yorulmuştu. Ben arada katıra bindim, o hep yürüdü. Köye giderse ben uyumak için zaman kazanacaktım o da bir katır daha alacak, ikimiz birlikte köye gidecektik. Bedenim rahvan kalmış, ideallerim dolu dizgin son sürat yol alıyordu. Ben gidemesem de kitaplar köye ulaşacaktı. Öyle çok uykum vardı ki.

           Bu ne uykuydu? Ömrümde öyle tatlı uyku görmedim hiç . Artık bedenimi taşıyamaz oldum uyku ağır basıyordu. Yere yığıldım. Cengiz ; “Yürüyelim!” diyor, ben,”uyuyacağım” diyorum… Beni tokatlamaya başladı. Bu defa bir ağlama tutturuyorum;”Beni dövdün!” diye. Yola çıkıştaki inadım gibi bu inadımda da galip gelmiştim. Uyumuşum…

         Akşamın alacakaranlığı, tipi olanca hızıyla esmekte, karları savurmakta, hava eksilerde seyrediyor. Yol iz bilmeyen genç bir öğretmen, karısı donmuş yerde yatıyor… Ne yaşadı, nasıl yaşadı, neler geçti aklından? Çaresiz olduğu kesindi. Beni katıra bindirmiş yolunda ilerlerken, yol arkadaşlarımız yetişip gelmişler. Son sürat beni köyün ilk evine yetiştirmişler. Hiçbir yaşamsal bilgisi olmayan cahil kadınlar beni soyup karla ovmuşlar ovmuşlar ovmuşlar. Gecenin bir yarısı kendime gelmişim. Ben birçok kitap okumuş, bir çok bilgiyle donanmış olmama rağmen bir insanı üstelik donan bir insanı yaşama döndürecek bilgiye sahip değildim, üstelik pusuya yatmış av bekleyen pusulu havada yola çıkmayı savunacak kadar da cahil. O cahil kadınlarsa bir doktor kadar bilgili ve cesurdular bu konuda. O günden sonra ;“Hoca Hanım peşmerge. ” dedi köylüler.

         Ertesi gün karne günüydü. Dün yaşadığımız kabusumuzu çocukların ellerindeki kitaplara bakarken yüzlerinden yansıyan gülümsemeyi görünce mutlanmış, çoktan unutmuştuk bile…

        Bu gün, o günlere baktığımda soğuğu, donmamı unutup o günlerde bırakmış; bir katıra, daha binemeden bir yanından atlayıp, diğer taraftan yere yuvarlanışımı tatlı bir gülümsemeyle yadediyorum; katır tepmesinden ucuz kurtulduğumu da unutmadan(!)…



  
 5 Ekim 2011   
Günay UZUNER