30 Eylül 2011 Cuma

MİNİK SERÇENİN ÜRKEKLİĞİ

      

   
      Daha fazla dayanamadı üzerindeki beyaz kristal yığınının ağırlığına. Nicedir tek başına duruyordu ağacın dalında. Oysa ne rüzgarlar, ne yağmurlar ne de güneş binlercesini koparıp, sürüklemiş, yere fırlatmıştı da bir o tutunabilmişti dalına. Rengi yeşildi önceleri, sarardı, kızıllaştı sonra, koyu kahveye dönüştü. Direngendi, inatla salınıyordu dalında.
     Artık kış kendini iyice göstermeye başlamış kar hafiften serpeliyordu. Karın yükü ağır gelip dalından kopan yaprak yer çekiminin gücüne direnemeden hızla inmeye başladı aşağılara.
    Soğuktan zaten titremekte olan serçecik yaprağın kafasına değmesiyle korkudan irkildi. Ürpertisi minicik yüreğini de titretmeye başlamıştı. Nasılsa bir o kalmıştı ağaçtaki yuvada. Annesi tutamamıştı kanadından, nerelerdeydi kim bilir, hangi zalimin ağına takılmıştı da yoktu ortalarda. Diğer serçeler çatı aralarında, ağaç kovuklarında sıcacık yeni yuvalarında şen şakrak şakıyorken, o nasılsa burada mahzun kalmıştı.
     Camdan dışarıyı seyreden çocuk serçeciğin ürpertisini fark etti birden. Oda dışarıya çıkamamıştı soğuktan. Arkadaşlarına bakıyordu  daha kimse yoktu sokakta. Gökten pamukçuklar savruluyordu raks ederek . Onları takibe koyuldu. Karları kovalarken gözleri serçeyle karşılaştı. Üşüyordu serçecik, korkmuştu da . Aç da olabilirdi. Naapsaydı acaba? Camı aralasa içeri gelir miydi ki? Denemeliydi. Daha fazla ürkütmemek için  yavaşça araladı camı. Koştu mutfaktan bir dilim ekmek aldı cam kenarına ufaladı; içeri gelmese bile mecal bulursa karnını doyurabilirdi.
    Çocuk da üşümeye başlamıştı.  Beyazın bu kadar ürkütücü olduğunu düşünememişti hiç. Hadi siyah karanlıktı korkutucuydu, ya beyaz. Cama düşen karlara dokundu parmak ucuyla ürperdi o zaman. Serçeciğin halini düşünemiyordu bile. Cam açıldığında daha da korktuğunu gözleyebiliyordu. Minik yüreği kıpır kıpırdı titremekten.
     Kuşun ürkekliğini kanadının titreşimleriyle aldı kar taneleri, uçuruverdi bir hastane odasına... Titriyordu, çaresiz ve kimsesiz...
     Sekiz aylıkken ölü annesinin karnından alınan adı konmamış bir bebek aynı ürpertiyle küvezinde yatıyor. Camın ardından minik yüreciğinin atışları hissediliyor. Annesi ve ablası bir vurgunda vurulmuş hayatta değiller; babası ve bir ablası yaralı. Çekip çıkarmışlar ölü anasından ayırıp yaşayabilsin diye.
     Anne karnındaki yaşam sürecini tamamlamadan yapay bir kucakta yaşam mücadelesi veriyor titreyerek. Camın ardından küçük bir serçenin ürpertisini görüyorum bebecikte. Minik serçenin yalnızlığı, üşümüşlüğü korkusu sinmiş üzerine.
     Derken camı aralayıp yaşama tutunmasını sağlayamadık bebeciğin ; “Hoş geldin bebek , yaşama sırası sende…” diyemedik.

                             30.09.2011             
                          Günay UZUNER          

28 Eylül 2011 Çarşamba

     BALAD     
yaşamak dediğin
geceleyin gökyüzünde
güneşi görmektir
yaşamak dediğin
gündüzün gökyüzünde
yıldızları saymaktır
yaşamak dediğin
denizlerde çiçek toplayıp 
kırlarda balık tutmaktır
yaşamak dediğin
yollarda sere serpe uzanıp
bulutlarda yürümektir
yaşamak dediğin 
yardan aşağı atlayıp
asla yere çakılmamaktır
yaşamak dediğin
hayallere dört nala koşup
varınca ağırdan almaktır
yaşamak dediğin
düşüncede özgür
yokun içinde var olmaktır
yaşamak dediğin
apansız gidivermek değil
vaden yettiğince tatmaktır
yaşamak dediğin
yaşama sevdalanıp
keyfince nefes almaktır



           28.09.2011          
Günay UZUNER

26 Eylül 2011 Pazartesi

OKUMAK HEY NE GÜZEL ŞEY

 OKUMAK HEY NE GÜZEL ŞEY


“A” ile başlayıp “Z” ile bitmiyor okuma-yazma işi.
Büyüğü ayrı küçüğü ayrı harflerin dikiliyor karşına.
Derdini anlatamadan daha noktalayıveriyorsun,
Sonu geldi diyerek.
Baktın dert çok, çok şey var  anlatılacak;
Sıra  bekler dururlar, virgülle aralarını  açıyorsun.
Kesiyorsun, tırnaklıyorsun.
Merak buyurduklarını sorguluyorsun.
Ünlemeler nidalarla susturuluyor.
Anlasınlar diye anlamayanlar parantezler açıyorsun,
Daha da anlamazlarsa  köşelisinden.
Noktalar üst üste gelip yeni başlangıçlara yol açıyor.
Uzun çizgilerle başlıyor o başlangıçlar,
Kısaları heceleri bölüyor.
Daha söylenecekler varsa, yarı kaldıysa meram,
 Devamı gelecekse virgül üstü nokta ısmarlıyoruz ,
Devamını sana bıraktıysak eğer üç noktayla ballandırıyoruz.
Eşitliyoruz bazen akı kara ile,
Denkleştiriyoruz ayağımız yorganımıza uymasa da.
Sonra sonra  kopyala yapıştır misali den denler,
Slaşlar, etler,oklar,çarpılar…
Cenkte kalıp ter içinde canhıraş
Çarpıp çarpıp bölüyoruz.
Üst üste koyup toplayarak,
Üstten astı çıkarıyoruz.
Katlayıp katlayıp  abartılı biçimde büyütüyoruz,
Parçala, böl,  ayrıştır mantığıyla yönetiyoruz.
Yüzdeler, kareler,küpler, dereceler geliyor imdada.

Kulaçtı,karıştı, metre ,kilogram girer alışverişe,
Gün günü kovalayıp, dakikalar, saatler girince işe
Zamanla yarışıyor, asırlara milenyum ekliyoruz.
Başlangıçta bir özne bir yüklem yetiyor fakat
İnsan yalnız değil ki dünyada, bir de yerinde dursa,
Neyi, neyle, nerede ,ne zaman, niçin, kimle, ne oldu?
Soruları soruldukça zorunlu, yanıtlar da geliyor.
Sorular zihnimizde, yanıtlar zihnimizde,
İzin verildiği kadarını yazıyoruz.
İsimler, fiiller, sıfatlar, zamirler, edatlar,zarflar,
Belirtilen, belirtilmeyen nesneler,
Çeşit çeşit tümleçler,çekimli yapımlı takılar,
Takılı, takısız,zincirli tamlamalar,
Ulayan, düşen,yumuşayan sesleri
Fıstıkçı Şahabın dükkanında
Katıp katıp karıştırıyoruz.

Sözciklere ekleri kaynak yapıp,

YaŞaSıN! diye bağırıyoruz.
Bu zamanda okuyup yazmaya çalışsak da
Geçmişin, geleceğin hikayeleriyle uğraşıp,
Yaşanılmışlıkları, öğrenmişliklerini yorumluyoruz
Kiplerini çeke çeke uzatıyoruz.
Bir de geniş zaman durumu var
Şimdilerde XXL dedikleri olsa gerek.
Terimler, deyimler, atasözleri, pekiştirmeler,
 Benzetmeler,mecazlarla süslüyoruz.
Keyfimiz gıcırsa kibarca;
Öfkeden köpürdüysek argoyla sesleniyoruz.
Soyut somut ne varsa harman çorman ediyoruz.
Perileri , cinleri yaşatıp,
 Kurşun askerlerle insanları öldürüyoruz.
Süper kahramanlar yaratıp harflerimize taç takıyoruz.
Coşkular, sevinçler, hüzünler, dramlar yaşayıp,
Şiirler, hikayeler, fıkralar, romanlarla anlatıyoruz.
Dinlediğimiz masallarla uyuyup, içlerinde kayboluyoruz.
Giriş, gelişme, sonuç,
Bir parmak içerden paragraf yap,
 Satır başı ,satır sonu,beyit, dize, kıta derken
 Kahramanlarla yol alıyoruz.

Birçok bilgiyle bezenip,

Hayatı tanımaya uğraşıyoruz.
Kalabalık sınıflarda birey oluşumuzu unutuyor,
Numaralarla kodlanıyoruz.

Yeni yeni bilgilerle donanırken,

Aklımızı eve, oyuncaklara yolluyoruz.
Dirseklerimiz  birbirimizi dürte dürte çürüyor,
Eciş bücüş  yazılarla günün eni olmaya çalışıyoruz.
Kim fark edecek bizi bilmem,
Yazılanların sonuna adımızı yazıyoruz?
En büyük biziz diye, adımızın
Baş harflerini büyütüyoruz.
Zaman kolay bu zaman deyip aralarına da nokta kondurup
 Tarihi de yazıyoruz.
Aman aman imzayı da unutmayalım,
Parmak basma devri geçti,
Okkalı bir imza çakalım.
Dur dur dur daha bitmedi
Hani yazının  başlığı?
En zor olanı da bu işin.
Ne yazdık, ne anlattık ki biz şimdi?
Haydi oku yeniden, düşün düşünebilirsen,
Kısa bir özet geç, not al,
Altını çiz önemli yerlerin…
Ya adı ne olacak bu işin?
Anlat bakalım, ne anladın?
Olmuyor mu?
En iyisi ezberle,
Ezberler bozulmuşmuş aldırma.
Adını da kodla gitsin.                                        
Daha dün annenin kollarındaydın altı yaşında  ,
Gözünü yıldırmasın söylediklerim,
Çok değil Kasıma kadar  sen de sökersin,
Demem o ki:
“A” ile başlayıp “Z” ile bitmiyormuş okumak yazmak…

Günay UZUNER
26.09.2011



      Boş ver sen Samet aldırma gülenlere internet ortamında büyük harf kullanan yok.
    -Eeeee hocam ne yapsın çocuk önce tarak diye öğretirsin sonra büyük E diye tutturursun bilirsin ki ilk öğrenilen baki kalır ezber bozacağız diye yanlışları da öğretmeyelim değil mi?

24 Eylül 2011 Cumartesi

ARANIYOR!


Şiirler yola dizilmiş Leyla’yı aramaktalar...
Ellerinde gemici fenerleri,
Ay ışığı yetmiyor, yıldızların feri yok.
Ağaçlar yosun tutmamış,
Pusula romanlarda kalmış,
Leyla ise hala kayıp .
Günü gördü, geceyi de,
Asırlardan geçti şiirler,
Dilden dile dolaştı;
Dokunmadık dudak,
Görmedik göz,
Sormadık kimse kalmadı.
Şiirler şairlerin kaleminde
Kalemler Leyla'yı yazdı
O şiirden bu şiire dolaştı durdu Leyla...

Herkes onu, o Mecnun'u aradı.
Dizelerden köprü kurdu, kıtalardan atladı.
Mürekkebi kurudu kalemlerin
Klavyeler tuşlanmakta.
Leyla hala aranmakta.
Vakit tellal dolaştırma vakti mi,
“Duyduk duymadık” demeye ne gerek var,
Sağırı da  tanıdı, bildi Leyla’yı sultanın?
O da aradı durdu onu
Şiirlerle beraber.
İlanlar söküldü ağaçlardan, "Aranıyor!"  kaldırıldı
Kırmızı bültenlerden;İnterpol'de;
Şiirlerde Leyla’sını aramakta şairler,
Leyla ise  kayıp değil kendince
Mecnun’unu arıyor şiirlerin içinde...
Henüz üçüncüsü düşmedi 
Gökyüzünden elmanın
Onlar muradına eremediler.
Masalları bırakıp  ayrı ayrı şiirlerde gezinmekteler.
Vuslat  hangi şiirdedir bilinmez.
Kim bilir kaç asır geçip, kaç dile düşüp,
Kaç şiir daha yazılınca gelecektir
Şu bizim Leyla’nın
Kerevete çıkma vakti?
 GÜNAY UZUNER
24.09.2011                                     


23 Eylül 2011 Cuma

SUÇLU KİM?


      Engellilerin engellerinin beyin engellilerinin söyledikleri söz ve sözüm ona göstermelik edimlerle aşılamayacağı gün gibi aşikar.
       Bizler için anlık mutluluklar engelliler için yaşamsal değere ulaşıyor genellikle. Onlar için hafta düzenlemenin dışında yapılan nedir ki , bazı kaldırımların, durakların, binaların unutulup ,ritmik üçer beşer sayarcasına atlanıp, bazılarına yapılan, dahası cahil işçilere yaptırılan  yarı buçuk engelli geçitlerinden başka?
   Ramazan Özel Eğitim Sınıfında Okuyan zihinsel yetersizliği bulunan onüç yaşında dünya iyisi bir çocuk. Bir de saygılı, bir de hatırnaz biri ki sormayın.Her daim güler.
       Sınıflarında farklı yaş gruplarından farklı zihinsel yetersizlikleri bulunan kızlı erkekli dokuz öğrenci daha var. Öğretmenleri ise ellibeş yaşında mesleğinin doruğuna ermiş hala ilk günkü ideallerini taşıyan Atike öğretmen.
     RAM ve MEM’in ortaklaşa düzenleyeceği Engelliler Haftasında Özel Eğitim Sınıflarınca en yapılabilirliği saptanan  koşu yarışması yapılacağı duyurulmuş, okullara , okullardan öğretmenlere ve öğrencilere. Sınıfta bir heyecan bir heyecan. Ramazan’dan iyi koşanı yok sınıfta, bir havalı dersin ki olimpiyat şampiyonu , elinden gerçekten tutulsa olması kaçınılmaz derecede iyi koşuyor.
   Öğretmen başta olmak üzere sınıfta aylar öncesinden hummalı bir çalışma başlar. Teneffüslerde bile  koşarlar. Koşu deyip geçmeyin bir çok kuralı var. Bu kurallar, komutlar bizim için kolay gibi gözükse de onlar için dağı aşmak gibi bir şey. Hele öğretmenin işi daha bi zor. Değil iğneyle kuyu kazmak, hendek kazmaktan daha güç. Onlar azimli ve heyecanlılar. Günde yüze yakın start veriyor öğretmen, her defasında Ramazan birinci oluyor, ama kimse yılmıyor. Her başlangıçta birinci olma şevki hepsinde mevcut. Düşmek, yaralanmak, birine çarpmak, sonuncu olmak, ders  zilinin çalması hatta paydos zilinin çalması hiç birinin şevkini kırmıyor. Paydoslarda “Son bir daha!”,”Son bu!”, “Bu son!” diye diye kaç son olmayan son turu koşuyorlar koşuyorlar…
        Annelerinin “yeter artık !” komutu o günün çalışmasını sonlandırıyor, yarın için söz alarak eve koşarak gidiyorlar.
         Günlerce sürüyor bu koşmalar, derslere ara veriliyor ve hep koşuluyor öğretmen başta hep beraber koşuyorlar. Bazen beni yakalıyorlar start için yarışma provası yapıyoruz. Ben düdük çalıyorum herkes olanca gücüyle karşı duvara el vurup geliyor, birinci olanı, Ramazanı alkışlıyoruz, sonra ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü… Herkese ödül veriliyor; bu çoğu kere bir kalem , silgi, lolipop veya top kek oluyor. Bazen sponsorluğa kantincide katılıyor. Okul etkinlikleri için aldığımız madalyalar sıralama ayırt etmeden herkesin boynuna takılıyor, madalyayı en çok Atike öğretmen hak ettiğinden bir tane de onun boynuna.O anı görmelisiniz öğretmenin çocuksu gülüşü , mutluluğu , her birinin gözünde aynı ışıltıyla parıldıyor. Herkes mutlu oluyor.
       Beklenen gün iple çekile çekile  geliyor. Heyecan zirve yapmış rekor kırmakta. Belediye otobüsleriyle tören yerine servis ediliyoruz. Bizim ekip diğer okullardan önce varmış  yer tutuyoruz. Mert’in, Deniz’in, Göksel’in, Ogün’ün, Yasin’in, Neslihan’ın,Ömer’in, Eyüp’ün, Cahit’in ve Ramazan’ın hepsinin hepsinin  özgüvenleri o kadar yüksek ki şimdiden günün şampiyonu sayılırlar.       
        Derken yetkililer de geliyor, Tören başlıyor. Adettendir olmazsa olmaz, seremoniler, klasik konuşmalar, hamasi nutuklar, vaatler, vaatler… Neler yapılacakmış neler! Dersin ki engellilerin engellerine son verilecek o derece.
        Mayıs ayının güzelliğinin yanında bekleyişin verdiği sabırsızlık sıcaktan bunalıma dönüşüyor. Neyse ki startı öğrendi çocuklar, yoksa bağdan çözülürcesine koşup duracaklar stadyumun çimenlerinde.
       Sonunda yarışlar başlıyor.  Yaş gurupları, guruplarda yarışacak okullar ve öğrenciler anons ediliyor. O da ne, bizimkiler anons edilenlerin içinde yok! Bir kaç okulun öğrencileri de. Çocuklara hissettirmeden yetkililerle görüşüyoruz. Bir yandan  yangından kaçırılan yarışlar yapılıyor. Öte yandan görüşmeler ,itirazlar.     
        Neymiş efendim, okulların başvuru yazısı RAM’a ulaşmamış. Allahtan MEM’den gelen onay yazısı elimde, gösteriyorum fakat ne çare, yarışma düzeni bozulurmuş, olmazmış RAM’A yazı gitmemişmiş, yapılacak bir şey yokmuş, birileri de yarışmaları bitirme çabasında günü savıyorlar. Beyin engellilerini aşmak ne mümkün, ikna da zorlanıp duruyoruz onlarca öğretmen bize yönetici diye addedilenleri. “Yarışmak önemli değil, çocuklara anlatamayız usulen koşsun katılamayanlar, gönülleri olsun” diye sunduğum öneriye;” Program dışına çıkılamaz” yanıtını alarak saf dışı kalıyoruz.
     Çocuklar her ne kadar zihinsel engelli de olsa durumu fark edip, öfkeleniyorlar. Hele Ramazan; öfkeden gözler çakmak çakmak dışarı fırlayacak söylenmekten ağzı köpük içinde ağlamaya başlıyor, sustur susturabilirsen kim takar öğretmeni bu durumda.
      Yarışmalar bitmiş, birileri birinci olmuş, madalya  almış farkında değiliz. Hediye alamayanlar, madalya takamayanlar , yarışlara katılamayanlar… nedenler önemli mi, ağlayan ağlayana… Onlara bakıp madalya ve hediye alanların ağlaması da cabası.    
     Otobüslerin kalkmak üzere olduğu, törenin bittiği, stadın boşaltılması tekrar tekrar anons ediliyor, günün en önemli duyurusu bu sanki. Gelirken öğretmenlerini harfiyen dinleyen çocuklar gitmek istemiyor, anarşist yanlarını doruğa çıkarmış direndikçe direniyorlar.

         Ailelerin de desteğiyle stadyumdan çıkıyoruz. Ramazan öne fırlıyor birden. Geldiğimiz belediye otobüsünü yumruklamaya, tekmelemeye başlıyor. Zorlukla ayırıyoruz  eyleminden.
         Bir türlü otobüse bindiremedik onu.  Bizden ayrı geldi annesiyle okula.
Taşlamayı bıraktı ama, o gün bu gündür  belediyeye ait bir taşıt görse Ramazan şenliğe onlar götürdü diye suçlu onları belleyip küfredip duruyor.
        Engelliler şenliğine gitmiştik o gün ”Bu dünyada ben de varım “ diyebildiler giydikleri reklam logolu tişörtleri ve bedenleriyle  ama  “Bize bahşedilecek küçük mutluluklar yaşamımızı değerli kılacak bize” diyemediler. Onlara özürlü demeyi bırakıp engelli demeyi öğrendik fakat  bizi yönetmeye kalkışan özürlü beyinlere sahip kratoslara “Hayır!” demeyi öğrenemedik yazık ki.
        Geç olsa da bin defa özür sana Ramazan. Sen ömrünü  değerli kılan en devrimci  isyanına, belediyeyi protesto eylemine ömrün oldukça devam et…
    
                                                                     Günay UZUNER    
                                                                                                                                 23.09.2011      

 

18 Eylül 2011 Pazar

EVLENECEKLERMİŞ

HSYK yeni anayasa için tecavüz raporunu hazırlamış(?)

Tecavüze uğrayan kişinin tecavüzcüsüyle evleneceği öneriler arasında. Ruh sağlığının bozulması değil aklının yitimi durumunda tazminattan yararlanılacakmış.

Gerçekleşen evlilikte kurtulan o çok önemsediğimiz namusun yanında, bedeni, ruhu defalarca defalarca günlerce aylarca ve hatta dayanabilirse yıllarca yeniden yeniden tecavüze uğrayarak yok olacağı düşünülmüyor mu?

“Evlilik sevgi, dayanışma temelleri üzerine kurulmalı.” diyor ya yeni evlilerden üç çocuk bekleyen ve nikahı kıyan memurları. Öyle olmalı da zaten.

Tecavüzcüsünü bir ömür boyu kim sevebilir ki? Her tecavüz ilkini, bir öncekini, öncekilerin tümünü tarifi imkansız bir elemle hatırlatmaz mı?

Olmaz ya, diyelim ki makul bir karar bu. Tecavüzcüsü yaşlı ya da genç olanlar, evli üç çocuklu olanlar, aynı cinsten olanlar, hapiste göz altında işkencecisi olanlar, dahası ensest bir ilişkide eniştesi, dayısı, amcası, abisi, kardeşi, dedesi ve hatta babası olanlar. Ya da tersi bir durum karşı cinsten olanlar. Bunlar bunlar mağdurla evlenecekler mi? Ya mağdur evliyse?

Bir öneri de küçük yaşta tecavüze uğrayan gönüllü ilişkiye girdiyse, yani cilveli ve işveliyse tecavüzcünün cezası indirilecekmiş.

Doğrudur. “Ülkenin yüzde ellisinin onayı var, ne istersem yaparım.” deyip diğer yüzde elliyi hiçe sayan mantık, bu ülkede kadınların da var olduğunu görmezden gelip insanların yaşamında aldıkları kararı kendi erkleri üzerinden yasallaştıran mantık, tecavüzcünün, katilin, kaçakçının, zorbanın, darbecinin yargılanmasında hep hafifletici neden arayan mantık çocukların suç unsuru olduğunu söyleyebilecektir.

Kadınların yok sayıldığı bir toplumda, haramiler kol gezerken çocukların aç kaldıklarında yedikleri baklava yüzünden yıllarca mahkum edildiği toplumda, şehvet düşkünleri uçkurlarını çözmüş ortalıkta rahatça gezerken suçlu olan çocuklardan başka kim olabilir ki?

Sayın HSYK üyeleri siz  ya da yakınlarınız  mağdursanız eğer sizin yasalarınıza dayanarak tecavüzcünüzle evlenmeniz  salık verilir.


Günay UZUNER   
18.09.2011      

16 Eylül 2011 Cuma

YOLLAR AŞINDI

Yürüyorum yürüyorum  yürüyorum. Ovayı, dağı , bayırı dolaşıyorum. Kırk numara ayakkabılar ayağımda  ayaklarım daha büyük adımlar atıyor . 

Yolda gördüklerimi  ıskalıyorum hızlı yürümekten. Tanıdıklar “Heyy! “ diye sesleniyor arkamdan. Acelem varmışçasına “Kusura bakma!” der gibi  elimi kaldırıyorum, selam özrü de oluyor bu bir nevi.

Hep çiçekleri incelerdim yolda yürürken farklı bir tür müdür, nasıldır  diye. Rengi, kokusu, dokunuşumda tenimi rahatlatan temasını es geçmezdim hiç. Bu defa onları da boşladım, yürüyorum öylesine. Sadece çiçekler görüyorum.Beatrislere, krizantemlere, hele de papatyalara takılmıyorum bu defa.

Taşıtlar hızla geçiyor yanı başımdan, irili ufaklı.Onlarla yarışım var sanki. Çarpma korkusu yok içimde yoluma gidiyorum, onlar da kendi yolunda. Işıklar kırmızı-sarı-yeşil yanıyor mu, farkında değilim yürüyorum öylece. Trenlerin çuh çuhlarına ritm tutturmuş giderken uçaklarla yarışır buluyorum kendimi göğe kaldırınca başımı.

Sağ yanımda binaları geçiyorum Binalar öylesine sıralanmışlar yüksekli alçaklı. Belli belirsiz önlerinden geçiyorum. Gökdelenlerin gölgesi ruhumu daraltıyor, korkuyorum.Yolumu ezberlemişim ya nerde olduğumun farkındayım ama. Kaybolma korkusu hiç yok.

Taşlara takılıyorum irili ufaklı. Tökezleniyor, düşecek oluyorum. Ve her nasılsa toparlanıp dikiliyor ve yürümeye devam ediyorum.

Yüksek çavlanlardan düşüyorum yere, ırmaklardan akıyorum sel gibi.Ağaç dalları da benimle yüzüyor , bu defa onlarla yarışıyorum.  Yoluma engel çıkıyorlar arada bir, sert tosladığımda oluyor. Naifçe nehrin kıvrımlarını dolanarak kurtuluyorum. Okyanusun girdaplarında çalkalanıyorum.

Yardan yara atlarken uçurumun dibinde  buluyorum kendimi, dehlizlerden kurtulmak için çırpınıyor  koşmaya başlıyorum.

Yağmur yağıyor, güneş açıyor, kar yağıyor, fırtınalarda savruluyorum. Dönmek yok hiç geri , ben yoluma gidiyorum.

Akşam oluyor sabah oluyor , mevsimler değişiyor ben hep yürüyorum. 

Yürürken dünyanın yükü de benimle geliyor.Adımlarım ağırlaşıyor bu yüzden, bedenim yorgun. Güneşe bakıyorum güneş benim önümde. O benden daha hızlı mı ne, bir türlü yetişemiyorum. At gözlüğü gözümde ama ben dünyayı görüyorum. Dağı bayırı, ovayı dolaşıp, dalgalarla boğuşarak, denizler aşıyor, okyanuslar geçiyorum. 

Güneş hızlı gidiyor belli, dağların ardından kayboluyor süzülerek. Oda ne? Ay beliriyor tepede. Yıldızlar bana bakıp gülümsüyor. Suya düşen yakamozlardan bir kaçını eğilip topluyorum; Saçıma yerleştirip yoluma bakıyorum.Nasıl baş edeceğim ben bunlarla biri kayboluyor, biri geliyor, gidip gidip geliyorlar durmadan, ben yerimde sayıyorum .

Yol kıvrılıyor bir ara. Kıvrımlar giderek çoğalıyor, virajları alamadığım oluyor. Köşe başlarından ne çıkacak meçhul, korkuyorum.  Yürürken cam kırıkları kesmiş ayaklarımı dikenler yırtmış derimi yer yer kanıyor, canım acıyor. 

Dağ bayır aşarken dümdüz gitmek iyiydi, bu git gide daralan bitmek tükenmek bilmeyen kıvrımlar çok yordu beni.Bir de dünyanın yükü. Amaka gidip gidip geliyorum o vakit intiharlar aciz kalıyor. Yaşam öyle kısa ve öyle güzel ki, daha çook yol var katedecek deyip doğruluyorum.Uzaklara bakınırken afakı odaklıyor adımlarım


Aynı yerlerden bir daha bir daha geçtiğim de oluyor. Dejavu durumlarının içine giriyorum. Bilmem kaç zaman öncesinin anılarını seyredip, gelmemiş olan hangi zamanların hayallerine dalıyorum.Semanın yedi kat üzerinden seyreyleyip dünyayı, bulutlara sıkıca sarılarak korkudan tutunamayıp, arzın yedi kat dibine çakılıyorum. Güneş arkamda kalıyor, ay bakıp bakıp kahkahasını koyveriyor, yıldızlar el sallayıp dalgalarını geçmekteler, Magmanın ateşinde kavrulurken görüyorum.

Güneş kaç devinimini yaptı, ay kaç evre değiştirdi kim bilir,kaç bahar geldi geçti, peki ya kaç kış? Kaç kez karda boyumu ölçtüm, adımlarımı saydım kim bilir? Yol bitince kaç defa kardan yıldızlar döktürdük başımıza konfeti  yerine elektrik direğinin dibinde. Kumsalda kaç kule yaptık kumlardan, kaç istiridye kabuğu topladık kim bilir, aralarına kaç yıldız yerleşti?  Tellere takılıp dağılan kaç kolyenin boncuklarını eğilip yerden topladık, kaçı yuvarlanıp gitti çukurlarda kaybolarak kim bilir?

Yürüdüm yürüdüm yürüdüm dağı, taşı dolandım, yıllar asırlar aştım. Geleceği turlayıp geçmişe olta attım.

Yer aynı yer ,zaman aynı zaman, mekan hiç değişmedi, yürüye yürüye gidebildiğim yerse bir arpa boyu kadar...

                                                                          GÜNAY UZUNER   
01.09.2011       

CHEMİ LAMAZİ GOGO

     Sonu gelmeyecek gibi görünen uzunca bir ayrılıktan sonra bu gün geleceksin. Sensizliğimi bir kaç gün de olsa aralayacağım.Evimiz Işık dolacak. Uzunca bir zamana yetecek ışık depolayacak mıyım bilemem ama kokun sinecek yine her yere biliyorum.
       Altı yıl önce gidişinle başladı ayrılığımız ve yalnızlıklar. Balkondan seyrediyordum ya gidişini el sallamıştık hani birbirimize “Tamam “ dedim. “Artık kopuyoruz.” Öyle de oldu. Hep misafirdin geldiğinde evimize. Yine öyle olacak, bir iki günlüğüne buradasın.
       Yirmibeş yıl önceydi, güzel bir bahar günü gelmiştin dünyamıza, Diyarbakır’da. Doğduğun anda dünyalar benimdi bilesin. Bir kızım olmuştu.Bahar güneşinden daha aydınlıktın bembeyazdın. Kızımdın , kız kardeşimdin, ablamdın benim. Yeri geldi annem de oldun. Hep erkekler dünyasında yaşadığımdandır sanırım çok özeldin, öylesin de. Sen benim için her şeydin, her şeyden öte canımdın, candın. Seni öyle çok öyle çok öyle çok özlüyorum ki!
        Melez güzelliğin vurmuş sinene. Bir yanın Gürcü ya  öyle sesleneyim dedim, baba dilinden. Anka görünmüyorsun gerçek söylediklerim, kuzucuğum, yavrum benim.
 Bizden uzakta bir yanım eksik kalıyor hep. Canım , canımın içi, babaannenin deyimiyle “Evimizin İşiği”, bir tanem., seni beklerken saatler ,dakikalar geçmek bilmiyor; geldiğinde bitmese ya o zamanlar.
Bitmese hiç mutluluğun huzurun ,sağlığın hep daim olsa, hep daim olsa birlikteliğimiz...
Naxvamdis! Sheni tavi zor mikvars...
           Sheni neni!
                                                                                    Günay UZUNER     
                                                                                       16.09.2011     

15 Eylül 2011 Perşembe

FARELER VE İNSAN(cık)LAR

 John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar Novellası’nda Lennie yumuşak şeyleri okşamayı sevdiğinden yolda bulduğu ölü fareleri cebine atar ve sürekli elini cebine sokarak onları okşardı. İpeksi yumuşaklıklar teniyle temas edince koca cüssesini göreni yanıltan çocuklu bir mutluluğa kapılırdı. Duyduğu haz ipeğin tene dokunuşu muydu, tenin mi ipeğe dokunuşuydu bilinmez fakat bu farelerden korkmama, onları sevme huyu Lennie’nin sonunu getirdi. Çocuk derecesinde saftı Lennie, çevresinde olan bitenin farkında olmazdı pek, yaptıklarının da; o yüzdendi farelerden korkmaması, tüm insanların tiksinip korkmasına karşın.

Nedir ürküten insanları farelerin ki, düz duvara çıkıyor bazıları. Bazıları da korkudan kalpten gidecekler, Lennie’nin tersine. Bu korku Avustralyalıları ayrı tutalım, tüm dünyayı sarmış, dünyada en kalabalık canlı topluluğu olduğundan mı nedir, herkesin korkusudur fareler. Avustralyalıları ayrı tutuyorum dedim; ne mutlu onlara ki fare cinslerinin hiçbiri henüz oraya, o kıtaya ulaşmamışlar.

Aslanla Fare Masalında aslan tam yiyecekken fareyi de, fare yalvararak “Bir gün bende sana yardımcı olabilirim” diyor, küçücük cüssesine bakmadan, aslanı kandırıp canını öyle kurtarıyor. Bir zaman sonra aslan tuzağa kapılınca kapanı dişleriyle koparıp onu ölümden kurtarıyor. İşte o vakit aslanın takdirini alıyor. Masaldaki kahramanlığından mıdır ne, aslan gibi devleştirir korkarız gözümüzde fareyi?

“Bir aslan “miyav” dedi,
  Minik fare kükredi,
  Fareden korktu kedi,
  Kedi pırrr uçuverdi”

Şarkısının söylediği gibi kendi bedenimizden binlerce kat küçük olan bir cüsse işte. Hele bilgisayara komut vermek için saatlerce elimizde tutuğumuz şeyin fareye benzetildiğinden adının fare olduğu düşünülürse; ne var korkacak diye düşünüyor insan ister istemez o minicik şeyden, fareden.
Birden çıkıverişi ortaya boş bulunmakla beraber ürpertir azıcık bizi ayaklarımızı geri çekeriz ani refleksle. Oysa o da bizden kaçıyordur farecik.

Çocukluk oyunlarımızın içine yerleşmiştir onlar, oyunlara başlarken ki saymaca tekerlemelerinde sevimli bile görünürler çok defa;
 “Fışş fış kayıkçı,” diye başlayıp;
“....Ablama gittim,
Ablam pilav pişirmiş,
İçine fare düşürmüş,
Bu fareyi naapmalı?
Minareden atmalı.
...” diye devam eden tekerleme örneği,kimseler korkmayı bırakın ,pilavdan da tiksinmiyorlar bile.

  Farelerin sosyetesi olsa gerek hamster beslemekse evlerde moda oldu., son zamanlarda. Neredeyse hemen herkesin kucağında bir hamster. Ne tiksiniyoruz, ne korkuyoruz.”Bizim de hamsterimiz olsa.” diye iç bile geçirenimiz oluyor.

Şu an güney illerimizin birindeki üniversitede çalışan bir okutman üniversite yıllarında ailesinden uzak, bir evde arkadaşıyla birlikte kalırken; adettendir ya üniversiteliler belli ideallere tutkulanırlar., onlar da çevreciliğe tutkulanıp , hayvan beslemeye karar veriyorlar. Hazır aileden uzak özgür olmuşken, hayvan beslemenin tam zamanı. Arkadaşı  ısrarla; “Herkes  evcil hayvan besliyor, yabani hayvanlara  yaşam imkanı sunalım.” diyor. Eve bir yabanıl hayvan alma  fikri var ama ; “Ne almalı?” deyip kafa yoruyorlar,  saatlerce,günlerce. Birinin dediğine öbürü “Olmaz! “diyor, öbürününkine diğeri.

Uzunca düşünce ve tartışmalardan sonra, en makul olana, hamster almaya karar veriyorlar. Kararlarını  verirken çok zorlandıkları için vazgeçme korkusundan hemen uyguluyorlar. Bir çift hamster alıyorlar evlerine; biri birinin, diğeri ötekinin. İçine sığacakları orta boylu bir de kafes. Hem de en yeşilinden, doğaya uygun olsunmuş.

Başlangıçta günler çok iyi geçer. Çok mutludurlar, kendilerinin dışında ev ortakları vardır artık. Okul dışında yaşamlarında bir uğraşları olmuştur.

 Kolay mı  canlı yetiştirmek, sorumluluk ister. Onların bakımına dair bir çok bilgiyle donanırlar ve harfiyen uygularlar. Bilmedikleri hesaplamadıkları bir şey vardır; farelerin hızla üredikleri ve her  batında birden fazla yavruladıkları. Bizimkilerinkiler de  vakit kaybetmez ilk defada altı olmak üzere ha babam yavrularlar. Yavrular onların yavruları... Bir kafes , iki kafes derken hamsterler çoğaldıkça kafesler de çoğalır. Bakımları zorlaşır hayvancıkların,  işleri çoğalmıştır kafadarların, okulu bile asmaya başlarlar. Fareler hiç durmuyor ki ha bire çoğalıyorlar. Kafesleri koyacak yer de kalmıyor evde.

“Bu böyle olmayacak, bu gidişe <Dur!> demek lazım.” deyip başlarlar düşünmeye. Bu düşünme karar verirkenkinden daha zor olmuştur onlar için.  Buldukları fikirler hiç hoş değildir; ideallerine, yaşam felsefelerine ters hemen hemen hepsi de. “Nerde kaldı hayvan sevgisi canım? Vahşet olur, cinayet olur!” deyip deyip öneriler sunuyorlardı birbirlerine. Uzunca bir zaman sanki Amerika yeniden keşfolmuş  gibi sevinir fikri bulan.

 Okuldan erken geldiklerinde hava da kararmadıysa henüz , fareler çoğalmadığı vakitler , hava aldırmak için kafesler ellerinde mahalle parkına gezmeye götürdüklerinde onları, parkta oynayan mahallenin çocukları da oyunlarını bırakıp üşüşerek kafeslerin etrafına fareleri  sever, renklerini karşılaştırırlar, ellerinde bulunan uygun yiyeceklerden kopartarak farelere vermeye çalışırlardı.. İşte o çocuklar gelmişti akıllarına.

Fikir müthişti. “Çocuklar!” dedi birden birisi. “Çocuklar hamsterleri çok seviyor yaa onlara hediye edelim, çok da sevinir onlar.” Böylece kurtulmuş olacaklardı , tutkuyla bakmak için hevesle aldıkları farelerden.  Buraya kadardı hevesleri. Olsundu.  Şimdi de çocukları mutlu edeceklerdi. Onlar da ideallerinin bir parçası değil miydi, bu nedenle öğretmen olmak istemiyorlar mıydı?

Mahallede kısa zamanda hamstersiz ev kalmamıştır. Ne de çok sevinir çocuklar; mutluluktan uçarlar. Hobileri hayvan bakmak olmuştur. Bu defa parkta kafeslerini karşılaştırır çocuklar. “Kimin ki daha büyük, daha süslü,kimin hamsteri daha besili?”diye. Bu durum bir müddet böyle gider, önceleri herkes mutludur, çocuklar hamsterlerı olduğuna, bizimkilerde onlara zarar vermeden emanet edecekleri güvenilir eller bulduklarına. Gel gelelim ki fareler kafeste durduğu gibi durmuyor... Evlerde de çoğalmaya başlıyorlar. Komşular isyandadır artık. Babalaradır problem daha çok. Anneler: “Bu fareler bu evden gidecek!” diyor; çocuklar: “Fareler giderse biz de evden kaçarız!” diyor. Ah, zavallı babalar ah! İki ara bir derede kalırlar. Fareler kalsa hanım gidecek; fareler gitse çocuklar gidecek. Nasıl olacak şimdi? Çözüm bulmalı bu işe ama nasıl? Şimdi kara kara düşünme sırası mahallenin babalarında.

“Hanım mı, çocuk mu?” derken “Hanım gitsin olur mu, çocuk bu bir gün ağlar, iki gün ağlar, olmadı iki dayak bi kötek susturursun olur biter, nereye gider sanki kaçarsa çocuk? Hanım öyle mi ya, ya giderse bir daha nerede bulunur? Çocuk bulunur da hanım bulunur mu bir daha?”

Bütün fareler gecenin bir yarısı bir bir gelmektedir süslü püslü kafesleriyle büyük büyük babalarının evine. Kah kavga, dövüş, kah biraz ezik, mahcup, ata evine teslim edilirler.

“Bu fareleri ne yapmalı?” diye kara kara düşünür bir kez daha bizimkiler. Eskisinde de çoktur şimdi. Minareden atmak olmaz, günah vallah, çevreci ruh, hayvan sevgisi nerde kaldı? Akıllarına güzelce bir çözüm geliyor kendilerince. Fareleri çeşitli deneylerle sınayıp, bilim dünyasına projeler üretmek. Zooloji hocasının verdiği ödev de tam böyle bir şey, proje üretmek değil miydi fırsat ayağa gelmişti. Uzunca düşünme evresinden sonra formül bulunmuştur. Fareler okula taşınıyor kafesleriyle. Başlıyorlar deneylere. Kelliğe çözüm bulacaklar böylece. Kendi saçları da dökülmeye başlamış ,alınları az da olsa açılmış, daha da açılmadan çözüm bulunmalı bir an önce.

Birinci kafesteki fareler deterjanla yıkanıyor her gün, ikinci kafes sabunla, üçüncüsü şampuanla, arap sabunu, sirke, yağmur suyu, çay, çeşit çeşit meyve suyu... derken, bir grup gün aşırı, diğer grup haftada bir yıkanırken bir grupta hiç yıkanmıyor, ne kadar fare o kadar formül... Uygulama devam ediyor başlıyor takip... Hangisinin kılları daha gür, güzel ve parlak, hangilerinin ki dökülmüş tek tek not alıyorlar. Bir gün geliyor projenin işlemi de sona eriyor. Kelliğe çare buldular mı bilinmez ama sonunda fareleri minareden atmaya karar verip kurtuluyorlar onlardan. Tutuyorlar bir kamyon, kasasına yükleyip kafesleri içerisine bin bir sevdayla aldıkları hamsterlarla beraber, düşüyorlar şehrin dışındaki ormanın yoluna, salıveriyorlar farecikleri doğanın kucağına... “Ohhh be!” dedirtecek kadar ürkütücü olmuştur, yüzlerce fareyle bir arada yaşamak. Bir daha böyle bir tutkuya başlayacaklarında bir değil yüz bir kez düşünmüş olsalar gerek.

Öğrencilerin keliğe çözüm aramalarının yanı sıra bilimin adsız kahramanlarıdır onlar, Pasteur kadar, Madam Küri kadar emekleri vardır tıp alanında. Hepsi birbirine çok benzediğinden midir ne adsızdırlar. Tıp Uzmanları ellerinde oyuncak etmiş kobay olarak kullanırken acizliklerini düşünmüşümdür ya, tıp adına sayısız buluşlarda emekleri vardır; her ne kadar fareciklerin değil de bilim adamlarının adı geçse de.

Beni ürküten yanıysa farelerin hastalık bulaştırmaları ortalığa, nedenini bilmeden hasta olup sürünmek, ölüp de pisipisine gidivermek korkusu her şeye rağmen bu güzelim dünyadan. Vebanın tifonun farelerce insanlara bulaştığı herkeslerce bilinir, tedavi edilmediğinde öldürücü oldukları da. Ebula gibi çok tehlikeli olup, kesin bir tedavisi olmayan Hanta Virüsü farelerden insana geçip, bulaştığı insanların yarısını öldürdüğü düşünülürse; işte bundan “Tedbir almak gerek” diye düşünürüm hep.

Korkularımız o kadar derin ki bir kedinin varlığı bile rahatlatır içimizi, sonra da kedi – fare hikayelerini huzurla birbirimize anlatıp, dinler dururuz. Yoğun bastıysa evimizi, ambarımızı, ne yaptıysak baş edilmez hal alıp sürü çoğaldıysa, bir kedi edinme fikri yetişir imdadımıza o vakit. Fare için kedi beslemek istemeden, kedi tutkusu için değil. Vardır evlerde, öyle dolanır durur ortalık yerde; köşe yastığı nasıl her vakit yerindedir de farkında değilizdir, başımızı koyduğumuzda gayri ihtiyari dokunuruz elimizle kedi de öyle evimizdedir işte. Görevlidir o kadar. Haddini bilmeli ortalıkta da çok dolanmamalıdır, ayak altında gezindiğinde tekmemizi ileri fırlatmak bile yeterli defetmek için yanımızdan “Pist!” demeye tenezzül bile etmeyiz. Sevenleri de yok değildir kediciklerin hani.

Herkes dersteydi, ben de odamda. Hiç olmadığı kadar bir sessizlik... İşler yolundaydı, ses yoksa olumsuzluk da yoktu okulda... Derken bir gürültü, bir gürültü koridordan... İster istemez dikkatim dağıldı. Bilgisayar başındaki işimden gürültüye kulak kesildim. Gürültü artarak devam ediyordu. İşim yarılanmıştı bir kez, canım sıkkın, mausu bırakıp elimden yerimden kalktım, koridora çıktım. Sesin geldiği yere yöneldi bakışlarım. Yaklaşık on beş metre ilerde, iki oda yan tarafta, koridorun başındaki idari odanın önünde nöbetçi öğrenciler ve bizim hizmetliler bedenleri öne doğru eğilmiş bir adım öne bir adım geri, sahte korkuyla karışık garip sesler çıkarıp, bir çeşit Afrika  dansı yapıyorlar sanki, tek tam tamları eksik. Bi cesaret öne doğru eğiliyorlar, bağırtıyla geri kaçıyorlar, ve aynı hareketleri biteviye tekrarlıyorlar. Her tekrarla oyunun coşkusu ee biraz da korku sesleri daha bir üst perdeden çınlatıyor koridoru.

“Ne oluyor?” diye seslenince ben, bedenleri doğrulmadan başları bana doğru yöneldi, nöbetçilerden atılgan biri: “Öğretmenim fare!” diyebildi ve kaldığı yerden danslarına devam ettiler. Yanlarına yaklaştım. Bir farecik sinmiş kalorifer peteğinin altına bir yere gidemiyor, açlıktan halsiz, korkudan çaresiz büzüşüp kalmış olduğu yerde. O onlardan korkuyor, onlar ondan korkuyor. Tutsan tutulacak, değil kaçmaya adım atmaya mecali yok. Bir sopa bulup getirmelerini istedim, malum el süremezdim, benim de korkularım vardı az da olsa, farelerden.

Cahit Külebi’ nin Farenin Ölümü şiirinin ilk dizeleri geldi aklıma:

“Umutsuzdu, yalnızdı, hali yoktu,
Canı çok yanıyordu günlerden beri.
Ne alnında dolaşan bir dost eli
Ne yardım isteyecek kimsesi vardı,
Ne Tanrısı, ne de peygamberi.”
İşin garip yanı şu ki söylemeden edemeyeceğim. Ben iki oda ileriden duyduğum dans çığlıklarının, kapısının önünde akseden birileri nasıl olup da duymamış kafalarını uzatmamışlardı. Gürültü mü önemli değildi, ders sırasında koridorlardan yankılanan; farenin okul ortamında oluşu mu bilemem onca, ama emin olduğum tek şey odadaki televizyondan Tom ve Jerry’nin maceralarını hayranlıkla izlemeye takılıp kaldığıdır o esnada. Nefes bile almıyordur izlerken hiç şüphesiz. Okulda onca sorun ve iş varken reklamlara bile göz kırpmadan dalıp baktığına göre bu saptamam abartı sayılmaz bile. Belki de o da fareden korkmuş kapıyı açamıyordur içeri girmesin diye.

Neyse, istediğim sopa gelmişti, duvara vurarak farenin bodrum kata doğru yönelmesini sağladıktan sonra orada sınıf ve öğrenci yok güvencesiyle fareyi biraz daha kovalayıp geri döndüm.

Farelere çok lezzetli mi geliyor bilmem son yemekleri olduğunu bilmeden saldırıyorlar ya işte o son yemekleri olan zehirli buğday yemini almaya gönderdim eczaneye hizmetliyi. Fare ve buğday yemi zehir bodrumdaydı artık. İş halloldu düşüncesiyle ben de içim rahat masa başı işime yöneldim, bilgisayarımın mausunu tuttuğumda okuldaki fareyi çoktaaan unutmuştum bile.

İki gün önce sağanak boşalmıştı gökten, güzelim İstanbul’a pek bereket yağmıyordu başlayınca. O gün de öyle oldu. Bir çok yeri su basmıştı, mal ve can kaybı vardı. Suyu emecek toprak olmayınca yerlerde iş çöplerle tıkanan logarlara düşüyordu gökten inen suyu yeraltına göndermeye.

Ah İstanbul, İstanbul olalı hiç görmedi böyle bir sel. Alınmamış çöpler, yetersiz, derelere akan kanalizasyonlar, kapakları haramilerce çalınmış tıkalı logarlar... İstanbul’da değil yağmurun mazgallardan denize inmesi, yeraltından sular fışkırırcasına olmayan logar kapaklarından yüzeye doğru seller geliyor. Hem gök hem yerden yağıyor anladığımız.

Bu yağmurların böyle yağması küresel ısınmaya bağlanıyor ya, küresel ısınmaya etki eden olumsuzlukları biz insanlar yaratırken, doğal yaşamın dengesinin bozulmasına da bu küresel ısınma neden oluyor, bir kısır döngüdür dolanıp duruyor böyle.

İlginçtir kimse bilmez bizim okulun altında bodrumda bir kuyu var. Kırk yıl önce bina yapıldıktan sonra su biriktiği için bodruma, bir kuyu yapmışlar; sular orada birikiyor. Fazlaca dolunca kuyu taşmasın diye başka da çözüm yolu yok, sular dalgıç motoruyla tahliye ediliyor kanalizasyon yoluna.

Yağmur fazla yağınca dalgıç motoru da iş görmüyor yetersiz kalıyor. Kuyu da yağmur sularından fazlaca nasibini alıp başlıyor taşmaya, kanalizasyon sularıyla biri birine karışıp bodrumu basıp duruyor. İşte bu yağmurda da öyle oldu. Yağmur bereketiyle(!) beraber kuyumuzu taşırarak yeraltındaki fareleri de yuvalarından edip, önüne katarak sağa sola dağılmalarına sebep olmuştur... İşte bizim farecik de bu arada kanalizasyondan gelmiş olacak. Yoksa okulda bilim öğrenmeye gelip de tıp alanındaki gelişmeleri kendisi yapacak değil; isim yapmak için, Madam Kürileri, Pasteurları kıskanıp da. Başka türlü okulda ne arasın farecik, yiyecek bulamaz üç güne ölür bilmez mi bunu?

Baz istasyonlarının sinyalleri hayvanların yön bulma güdülerine etki ediyor diyor bilim adamları hal böyle olunca fareler de yollarını şaşırmışlardır; bu olsa olsa baz istasyonlarının işidir diyorum, ister istemez anlam veremeyince okuldaki varlığına farenin.

Bir zaman Muğla’nın Yatağan ve İzmir’in Bergama ilçelerinde tarım arazilerini on binlerce fare basmış. Ürünlere zarar veriyor düşüncesiyle köylülerin yılanları öldürdüklerinden farelerin çoğaldığını neden gösteriyorlar.

Bu gerekçelere dayalı olarak Manisa’da ise fareler köyleri basmaya başlayınca, ziraatçiler sağdan soldan topladıkları yılanları helikopterlerle köye salmışlar.

Yılanlar fare ile beslenir, onlar ölünce dünyanın en kalabalık ordusu fareler tarlalardan uzaklaşıp kentlere yönelerek başladılar dünyayı istilaya, şimdi de okullara sınıflara kadar geldiler. Sorumsuz insanlar doğal dengeyi katlettiler ama bedellerini de hep beraber ödüyoruz. Yılanların öcü desek daha mı doğru olurdu?

Koridor maceramızın ertesi günüydü. Üçüncü dersten sonra ikinci kademe topluca deneme sınavı olmaktaydı, SBS denilen çocukların korkulu rüyalarına alıştırma için. Okul yine hiç olmadığı kadar sessiz... Odamda eksik soru kitapçıklarını ayarlıyorum. Sessizliği kapının çalınışı bozdu. Bir öğrenci sanırım başkan İlyas olacaktı, telaşla; “Öğretmenim bizim sınıfta fare var, öğretmenim sizi çağırıyor.” dedi. Birden dün kovaladığım ve yemesi için bodruma fare ilacı koyduğum fare geldi aklıma, bu fare o olamazdı. Halsizdi, üstelik son yemeğini de yemiş olmalıydı karnı açsa. 7/A ikinci katta bir sınıf oraya çıkması imkansız. Fareler mutasyona mı uğramıştı da zehir etkili olmamıştı? Yok canım ilaç firmaları bunu dikkate alıp yenilerlerdi zehirlerini. Demek ki ailece istila etmişlerdi okulumuzu. Evet 7/A sınıfı ikinci katta ve diğer bölümde. Bana gelene kadar birçok oda var kapısı çalınacak. Üstelik sınıfta ellibeş öğrenci ve bir öğretmen bulunuyor. Çocukların hepsi korksa bile içlerinden cesur olan en az on kişi vardır.

“Bu fare dünkü değil demek ki” diye düşündüm yeniden. Aklım ona takılı idi. “Yakalasa mıydık dün? Evet evet yakalasaydık şu an böyle düşünmezdim.” Düşüncemde ağır basan, bir taneyse fare, sorun küçüktü ve halletmesi kolaydı; ya birden fazla ise arkası kesilmez çoğalırlar düşüncesi ürperterek daha da kaygılandırıyordu.

Öğrenciye sınıfta kimin olduğunu sorduğumda Fen Bilgisi öğretmeni olduğunu öğrendim ve kendi kendime garipçe gülümsedim. Ben ne kudretliyim ki topluca korkulan minik bir cüsseden kurtulmak için beni çağırıyorlar, tek başıma... Nasıl bir güç hissediyorlar ki bende kendilerinin korktuğu noktada beni devreye sokabiliyorlar. Minik fare kükremişti bir kez ellibeş aslan ve bir ejderha miyav demiş pısmıştı anlaşılan.

1980 yazının sonlarıydı, yaz tatilinden dönmüş, çalıştığımız köye Gisto’ya, varmıştık. Yaz sonlarıydı ama alışık olmadığımız, yakıcı bir sıcaklık bir an önce eve varıp da dinlememizi, serinlememizi gerekli kılıyordu. Bunalmıştık sıcaktan. Kucağımda onüç günlük bebek, eşimin elinde taşımaktan nefret ettiği bavullar. Lojman köy meydanının çok yukarısındaydı.  Naman Dölek’te indirmişti bizi, yukarıya taşıt çıkmazdı. Naman mı kim? Naman köye çıkan, arabasını o bozuk yola süren tek cesur şofördü. Film karakterleri gibiydi, hatta benziyor da diyebilirim. Kışın karlı havalarda Gülbaran’a -Ziyaret Tepesine o çıkarırdı bizi. Yol biraz iyi ise gidebileceği yere kadar gitmeye çalışır, araba patinaj yapmaya başlayınca da herkesi arabadan indirir, kendine has şivesiyle “Hoca Hanım sen kal ağırlık yapacaksın” derdi. Kırkyedi kilo ağırlık ve Naman’ın usta şoförlüğüyle tekeri kurtarırdık birlikte saplandığı bataktan.

Tepeyi bir an önce çıkmak istiyorduk. Vakit ikindiye doğru İzmit’te olsak yaz da olsa bir serinlik çökerdi, oysa durulacak gibi değil burada. Sıcağın bunaltıcılığı yine de evimize yaklaşmış olmanın heyecanını bastıramıyordu.

Mayıs’ın onbirinde ilk yılımızı tamamlamış, karnelerimizi dağıtmış, ailemize olan özlemle köyde hiç beklemeden İzmit’e yönelmiştik. Üç buçuk ay yaz tatili çok uzun gelmişti. Evimizin özlemi sarmıştı bu defa; Eylül olur olmaz da evin yolunu tuttuk.

Yazın tatile gittiğimizde iki göz olan lojmanı boşaltıyorduk. Tek kışlık giyecekler ve kitaplarımız kalıyordu evde. Tabi bir kat yatağımızla kilimimiz bir de. Onlara zarar gelmesin diye her türlü tedbiri alıp, ilaçlama yapıyorduk, güve, kene, pire, ve farelere karşı.

Sonunda lojmana vardık, öyle özlemişim ki her türlü konfordan uzak tek göz oda evimi içim içime sığmıyordu. Eşim valizleri taşıdığından biraz geride kalmış, bense ondan önce eve varmanın yarışındaydım içten içe, mutlanıyordum kendimce. Yüzüme bir gülme yayılmış kontrol edemiyordum duygularımı, biri görse çocuksu sevincimi fark edecekti hemen. Oğlum kucağımda lojmanın kapısının anahtarını çeviriyor, bir yandan da sadece bize ait olan evimizin özlemini yüreğimde bastırmaya çalışıyordum. Uzunca bir tatilden sonran evimizdeydik artık. Uzun misafirlikler beni o kadar sıkmış, yormuş ve üzmüştü ki hasretin yoğunluğu kapımızın geç açıldığını hissettiriyordu, tahammülsüzdüm.

Veeee kapı açıldı, telaşımın arasında. Yaşasındı.

O da ne? Sanki düğünü vardı içerde farelerin. Abartısız kapı sesi duyan onlarca fare peş peşe dizilmiş kaçışıyorlardı. Beklenmedikleri anda baskına uğramışlardı. Hele mutfak rafını görmeliydiniz, her basamağında sıra sıra, dizi dizi katar halinde fare koşturarak kayboldular birden, ayağımı içeri attığımda.  Güya tedbir almıştık, her türlü haşereye karşı giderken. Hasretim birden hayal kırıklığına dönüştü, her taraf pislik içindeydi. Benim koyduğum ilaçlar üç buçuk aylık süreye yetersiz kalmıştı anlaşılan. Öncü güç göndermişlerdi fareler herhalde zehirleri yesinler diye(!)

Bu iki olay beynimin orta yerinde buluşunca birden kendimi Fareli Köyün Kavalcısı gibi hissettim. Oğlum kucağımda içeri girmiştim. Bir değil onlarca fare vardı içerde, ve tepkisizdim, korkusuzdum. Korkmama fırsat bile kalmamış onlar korkup kaçışmıştı benden. Bugün okulun bir sınıfında altmışa yakın insan var içerde bir fare farecik tek başına ve imdada ben çağrılıyorum.

Öğrencinin anlattığına göre öğretmen masaya çıkmış, öğrenciler sıraların üstünde ki birçoğu eğlencesine çıkmıştır. Kendi korkup masaya çıkan öğretmen korkusuz öğrenciyi nasıl seçmiş bilmem o korkunun arasında. Hoş seçtiğini pek zannetmiyorum ya, kendi canı tatlı, çocuk önemli değil birini göndermiş işte bana o da başkan olmalı, öyle ya başkan sınıfın lideri hiçbir şeyden korkmaz; “Git, Günay Öğretmen gelsin sınıfta fare var çabukkk!” diye.

Öğretmenlik duygularım kabardı işte... Kızdım, öfkelendim. “Öğretmen koruyucu olmalıydı, korkuları olsa da belli etmemeliydi öğrencilerine güçlü olmalıydı öğretmen, yüreğinde korkuları olsa da.” Kızgınlığım daha da arttı ve öğrenciye: “Öğretmenine söyle, Günay Öğretmen fareden sorumlu müdür yardımcısı değilmiş” dedim.

Gitmedim, içim içimi yiyordu, oysa derdim çocuklarda idi gerçekten korkanlar vardır diye sonra da aman fare korkusundan kim ölmüş ki deyip vicdan rahatlatıyordum, hem tek başına korkularıyla mücadele etmeyi de öğrenmeliydiler. Bu da bir fırsattı, eğitimde doğrular da böyle söylemiyor muydu? Kızgınlığım öğretmene idi, varsa da korkusu yenmeliydi çocuklara karşı. O duruma anlık çözümü kendisi üretmeliydi diye düşünüyordum. Kızgınlıktan ihmalime haklı nedenler üretip durdum kendimce.

Sınav bitiminde sınıftan bir öğrenciyi gördüm, sınavın nasıl geçtiğini, farenin akıbetini ve sınavın nasıl tamamlandığını sordum. Öğrenci bana habere gelirken fare de korkudan sınıftan dışarı çıkıp iki öğrencinin kovalamasıyla kütüphaneye girmiş. Kitap kurdu olacaklar, boşuna tıp alanında kullanılmıyorlar farecikler kobay olarak, bedenlerinin yanı sıra geniş bilgilerini bilim adamlarına sunuyorlar şüphesiz.

Sınava devam etmiş çocuklar... Öğretmen mi? Onu öğrenciye sormadım, yakışık almazdı ama tahmin yürütmek hiç zor değil. Masanın köşesine doğru çekilmiş, dirseklerini masadan güç alırcasına masaya dayamış, elleri ağzında sandalyesine sıkıca yapıştırdığı poposunun acısını hissetmeden ayakları dizlerinden geriye çekik yere basmaya korkarak titrerken yüreği pır pır, gözü bir duvardakine, belki yanlıştır deyip bir kolundaki saatte bir an önce zil çalsın diye içinden bildiği duaları okumakla geçirmiştir zamanı. Hayatının en zor sınavı bu olmuştur herhalde, ÖSS de dahi böyle ecel terleri dökmemiştir. Zil çaldığında sözlüye henüz kalkmamış kurtulan öğrenciler gibi yaşamının en mutlu anını yaşamıştır eminim. Gurbetteki sevgiliye yıllar sonra kavuşmak bu kadar güzel olamazdı herhalde.

Öğrenciye neler yaptıklarını sormadım ama o; “Öğretmenim fare kütüphaneye kaçtı ama iki de bir bizim sınıfa geliyor, birinci derste de İngilizce’de gelmişti” dedi. Öğretmen tahrada yazı yazarken fare girip kararlı biçimde hızla öğretmenin önünden geçerek peteklerin altına doğru ilerliyor. Fareden korkup sıçrayan öğretmen ellerini teslim vaziyette yukarı kaldırıp yüzü bembeyaz kesilmiş “Panik yok çocuklar, panik yok” diyerek kıçın kıçın sınıfı terk ediyor. Zil çalmamış henüz, öğretmen dışarıda, öğrenciler ve kahraman fare içerde. Çocuklar niye korksun ki “Panik yok” tembihini alışlar bir kere. Ya öğretmeni sakinleştirecek bir tembihi kim söyleyecek?

İkinci ders öğretmen derse teşrif buyurmuş masa başında İngilizce belletiyor. Sandalyeye sıkıca yapışmış, ayakları yerden kesik dersini anlatıyor. Aklı farede. Arada tutunup ayaklarını yere basıyor. Farkına varıp bir ürküntüyle tekrar yerden kesiyor. Bu da erkek versiyonu diğerinin. Müjdeler olsun bize ki, o okuldan ve 7/A sınıfından ayrılmak istemiyor yoksa biz kiminle doldururduk boş geçen saatleri.

Sınav kağıtları derme çatma toplamış elinde, son sürat sınıftan dışarı atar kendisini. Bir de şu merdivenlerden kurtulsa gerisi kolay, iki adım düzayak diye düşünür aşağı katı. Ah şu merdivenler. Ya koşarken düşerse. Kaç tane inecek acaba; hiç de saymamıştı basamakları, ona da kızdı, niye saymamıştı hiç. Korkunun sancısı böğrüne saplanmış, sıkıntılı sıkıntılı ayakları sarmaşık sarılmış da dolanırcasına birbirine ya arkamdan geliyorsa fere düşüncesi hep beyninde iner sonunda merdivenleri. Şükür ki ne şükür. Şükür de biri arkasından “hohh!” dese oracığa yığılıverecekmişçesine yüreği ağzında. “Aman Allah’ım güvenli bir yere varabilsem” dualarını da eksik etmeden, fareyi şikayet etme düşüncesi ağır basıyor. Hele bir varabilse güvenli bir yere. Bu defa nefesi büyük yerde alma düşüncesi ağır basmış olacak korkulu adımlarla hızla müdürün odasına yöneliyor. ..
“Ahh şu fare başıma ne işler açtı, şu fare.”diye aklından bahçeyi aşmış ikinci binaya gelmişti bile. İstikamet müdür odası. “ Görürdü o şimdi yerden bitme bacaksız fare” ,en etkili kişiye gelsin de görsündü.
Müdür odasına varınca rahat ve geniş bir soluk aldı. İyide nasıl söyleyecek nasıl açacak konuyu, hazırlıksızdı. Sınav kağıtlarını aceleyle masaya  bırakarak ağlamaklı ; “Müdür Bey ! ben artık 7-A sınıfına gitmek istemiyorum.” diyebildi. müdür olanlardan habersiz :” Hayırdır hoca Hanım bir durum mu var?” deyip eliyle oturmasını işaret ediyor. Beyninde sınıfla ilgili ne olabiliri düşünürken; “ Kopya mı çektiler acaba da öğretmeni dinlemediler?” diye;”7 – A da fare var! “ diyor öğretmen sinirle.:“Nasıl yani 7- A da fare ne arasın ? Çocuklar oyun yapmıştır.” diye düşünür, maket  fareyle .Öğretmen olanı biteni anlatır ve bir kez daha, bu defa kararlı biraz da rahatlamış olarak: “ Ben o sınıfa bi  daha derse girmek istemiyorum.” der.”Gülsem mi ağlasam mı diyeceğin bir durum?”  Okulda bir kaç günlük ücretli olarak çalışan öğretmene ;” Hoca Hanım siz ne öğretmenisiniz?” der okul müdürü, bildiği bir şeyi teyit ettirircesine. Karşısındakinden şaşkınca ;” Fen ve Teknoloji “ yanıtını alınca, lisans branşını bilmiyormuşçasına sorar bu defa. “ Biyoloji” cevabıyla belli belirsiz gülümseyerek: “  Bak hoca Hanım , siz biyoloji okumuşsunuz. Benden daha iyi bilirsiniz ki fareler çok hareketli canlı varlıklardır. Ayağını bağlasanız durduğu yerde durmaz. Fare 7- A Sınıfında bağlı mı ki oraya gitmem diyorsunuz ben sizi 7- A sınıfından alıp 7- B veya C sınıfına versem fare ya oraya da gelirse? Peki 7- A’ da fare varsa öğrenciler ne yapacak? “
      Farenin okulda olmasının aksiliği ve yanlışlığından tutun da alınacak tedbirleri detayıyla anlatır okul müdürü, konuşurlar konuşurlar...
      Paydos olmuştur sabahçılar eve gitmekte, öğretmen yapılan konuşmalardan ikna olmuş mudur bilinmez ama okulun en birinci elinden eğitimin aslolan problemleri çözülmeye çalışılmıştır, öğretmenin önerisiyle bu kesin. Öğrenciler paydoslarda güle oynaya giderler evlerine ya, bizim öğretmenden daha gülüp oynayanı olmamıştır o gün eve giderken
Okulda iş bitmez, dur durak yoktur. Sabahçılar boşalır, öğlenciler dolar. Dolar dolar boşalır okullar . Eğitimde bin bir çeşit iş ve sorun vardır. Bir sorun da şu fare açmıştır. Bodrum kontrol edilir. Öğrencilerin kullanmadıkları alanlar ilaçlanır. Hizmetliler tembih edilir. Akşam paydos olunca eski binanın her tarafı ilaçlanacak, ertesi gün öğrenciler gelmezden el ayak dolanan her yer kontrol edilip ilaçlar toplanacaktır. Tedbirler , tedbirler, sorunlara tedbirler.
Bir kedimiz vardı geçen yıl dolanır dururdu sınıflarda, çocukların arasında. Sonra kayboldu o kedi . Ah şimdi o olsaydı, o olsaydı da yeseydi fareleri. O dönem ne yaptıysak ayıramadık okuldan onu . Öyle bütünleşmişti ki  bizimle okulun bir üyesiydi sanki. Mustafa Çalışkan ile üzerine şiir bile yazıp dergimizde yayınladık .
BİZİM KEDİ
Okulumuzun kedisini bilmeyen yok
Ama ne adı var, ne sanı
Bakmayın hırpani olduğuna
En sevdiği yerler makam odaları

Bir de yazılıları pek sever
Sınavda sınıf kapısı açılınca
Bir bakarsınız yanınıza kurulmuş
Kopya vereceği yerde mışıl mışıl uyumuş

Sınav yap oku derken
Aradan günler geçti
Bizim kedi görünmez oldu
Gözlerimiz her yerde kediciği arar oldu

Kayboldu derken ortalıktan
Meğer bizimkisi anne olmuş
Kendisinin kopyası pisicikler doğurmuş.
Makam odalarını terk edip
Hamburgerciyi mekan tutmuş.

Analık bu bilirsiniz okulda durmak olur mu?
Kedicikler yemek bekler
Kariyer yapmak olur mu?

        İşte o olsaydı  şimdi diyorum sorunlara çare olurdu hemen, boşuna mı gözünün içine baktık aylarca. Şimdi  ise sıra onda diyoruz ama hiç görünmüyor kedimiz. Pisicikler büyümüşlerdir bile. Bizimkisi ilköğretimi bitirip, kariyere devam deyip, mahallemizde yeni açılan liseyi mekan tutmuş olmalı(!)

        Evler gibi tedbir niyetine kedi salsak ortalığa deli deyip gülerler, kendiliğinden gelen kedimiz de yok artık. Alınan tedbirler yeterli olur sanırım., eğitimin devasa sorunlarından biri hallolacak o vakit.

       Sınav sorularının değerlendirmesi başlıyor öğleden sonra, bir telaş bir telaş bizde; bir yandan da meraklı bekleyiş: “ Birinciler kimler olacak, hangi sınıftan çıkacak, , kaç puan alacak?” diye. Branş öğretmenlerinin çoğu eve gitmemiş , öğle yemeğini kantinden alınan ıvır zıvırla geçiştirerek bu meraklı bekleyişin heyecanını birlikte yaşıyoruz.

         Bu hummalı çalışmayı telefonun zili aralıyor. İlçe Milli Eğitim Müdürü telefonda;”Aloo okulunuzu fareler mi basmış(!)” diyerek ardından kahkahayı koyuveriyor.

        Koskoca ilçenin eğitim sorunları bitmiş de şimdi de ilçenin yüzlerce okulundan bir tanesinde üç bin öğrencisinin dağ gibi sorunlarıyla uğraşan koskoca bir okulun bir sınıfına gelen küçücük bir fare koskocaman bir sorun oluyor. “Fare dağı doğurdu.” derler ya fare gitse sorunlar da bitecek umudu beliriyor. Çünkü bu günün gündemi 7/ A ‘ daki fare. Daha durun değil ilçenin, ilin hatta ülkenin sorunu haline gelebilir. Zaten bu ülkede fareden daha tehlikeli  ve daha beter hiç sorun yok(?)

         “Sen neymişsin be fare? “  diyesi  geliyor insanın.

           Öğretmenimiz çıkışta hızını alamayıp İlçe Milli Eğitimin yolunu tutuyor.Ne de olsa onlar gönderdi bu fareli okula onu. Okul müdürü dileğini yerine getirmedi ama onlar zorunluydu buna. İlçe de faresiz okullar dururken o neden buraya gönderilmişti, üstelik torpilliydi de. Varsın okuldakiler fareleriyle yaşasın, o fareli okula gitmek istemiyordu artık.  İlçe Milli Eğitim Müdürüne de aynı serzenişte bulunuyor;” Ben o okula gitmek istemiyorum artık orada fare var!”diye. 

           Neyse sorun büyük olunca çözüm de büyük yerden oluyor. Belediyenin fen işlerinden görevliler geliyor, fen öğretmeninin korkularını gidermek için(?) Hafta sonu okul ilaçlanıyor vs vs vs....

             O gün bu gün fare gören olmadı. Öğretmen mi ? Milli Eğitim Müdürü  ne söyledi bilinmez ama ertesi gün gelmiş; “ Ben o sınıfa derse girmem!” diye hala ısrarda. Hoca hanımın yüzü suyu hürmetine o sınıfa özel Fen Teknoloji öğretmeni ısmarlanacak değil ya bir de fareden korkmayan cinsinden. Okuldaki görevine veda ediyor bu durumda. Oysa ne hayaller kurmuştu daha öğrenciyken, öğretmen olmaya dair. Ne hayaller kurmuştu kadroya atanamayıp, ilçe bu okula görevlendirme yaptığı vakit. Hayaller hayaller hayaller hep suya düştü hayaller. .. Oysa o sular getirmemiş miydi hayallerini yıkan fareyi? 

            Sulara mı kızmalı idi, fareye mi, sınıfa mı, yoksa  derse gönderen müdüre mi, yoksa yoksa okula gönderen Milli Eğitim Müdürüne mi?

              Robert Burns  tarlayı kazarken yuvasını bozduğu bir fareye rastlar ve ondan özür dilemek için yazdığı  “Bir Fareye “adlı şiirinde ;“En iyi planları fareler ve  insanların sıkça ters düşer” der. Halbuki fareler ve insanlar birbirlerinin planlarını kendileri bozmuyorlar mı?

Günay UZUNER   
Nisan 2009