27 Ağustos 2011 Cumartesi

“YURTTA SULH, CİHANDA SULH”

30 Ağustos’ a birkaç gün kaldı. Çifte bayram yaşanacak o gün.  Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşuna giden zorlu yolun sonu zaferle sonuçlanmıştı. Ondandır kutladığımız zaferi, adına da Zafer Bayramı dediğimiz.

İslam Aleminin Kutsal Ramazan Bayramı, namı diğer Şeker Bayramı da kutlanacak ayı gün Türkiye'de.
Ülke toprakları yabancı istilasından kurtarılıp, gelişme, ilerleme için yeni adımlar atılmaya başlandığı dönemlerde “Ben savaşın ne kadar acımasız olduğunu bilirim;  bunun için barış içinde yaşamamız kaçınılmazdır” diyen Atatürk, yurt içinde ve dışında barış içinde yaşam ilkesini benimsemiştir. Barış şiarı olmuştur başlıktaki sözü de, öyle bilip, öyle bellemişizdir.

Büyük taarruzun seksendokuzuncu yıldönümünü kutlarken ülkem için bir barış ortamından bahsetmek ne kadar doğrudur; jetler yurdumun insanlarını ve komşu toprakları bombalarken? Topraklarımız kanla, gözyaşıyla sulanırken.
“Aşını komşunla paylaş” şiarıyla taa Afrika ülkelerine sözüm ona aş paylaşırken iktidar vicdan rahatlatıp, bombayı da komşunla paylaş edimiyle sivilleri ,hem kendi insanımızı, hem de komşularımızı bombalıyor.

Barışı sağlamak adına askerlerimiz, kah Libya’da, kah Irak’ta, kah, Bosna’da, Kore’de, Suriye’de, kah da kendi ülkemizde...
Dünya insanları kaynaşık yaşayıp birbiri ile akraba olmuşken, kendi canlarımızı, kardeşlerimizi ötekileştirerek rahatlıkla canına nasıl kıyıyoruz. Nasıl kıyıyoruz gün yüzü görmemiş sabilere anasının karnında, nasıl?

Tüm aylardan daha kutsaldır dediğimiz Ramazan ayında, ibadetin insana iç huzur verdiğini savuna savuna canlara nasıl kıyıyoruz, nasıl?

Yurtta savaş var bugün. Meclis tatilde, heronlar  kendi topraklarımıza yağdırıyor bombalarını. Tatilde olan bir meclisin adına hangi güçtür ki savaş kararı alabiliyor, tek başına?

“Bir sizden, bir bizden” diyerek ölü istatistiği tutuyoruz her gün. Ölü sayan başka bir ülke var mıdır ki dünyada?  Onlardan dediğimiz kimlerdir? Hiç birimizin hiç bir şeyi olmazlar mı bu onlar? Hiç kimse tanımaz mı, görmemiş midir, onları? Onlar kimdir ki?

“Sizin hiç oğlunuz öldü mü?”

“ Siz hiç anne oldunuz mu?”

"Oğlum !" diye bayrağınıza sarıldınız mı siz?

Ya oğlunuzun ölüsünü görmezden, tanımazdan geldiniz mi hiç?

"Yeterki bir mezarı olsun yavrumun, neredeyse bulunsun" diye dileğiniz oldu mu , gözleriniz uzaklara dalıp dalıp kaldı mı, kapılardan çeviremediniz mi başlarınızı hiç?

Yüreğiniz evlat acısıyla dağlandı mı hiç?

“Şu ana kutsal, bu ana değil” diye kim ayrıştırabilir, analık ölçeği kimin yüreğinin terazisindedir ki?

Kutsal Ramazan ayındayız, barış kardeşlik, huzur adına ibadet ediyoruz.
Yüreği dağlanan yüzlerce ana. Bir kısmı feryat figan ağlar, bir kısmı gözyaşlarını içine hapseder. Birimizin ölüsü kutsaldır, şehittir çünkü; Birimiz sessiz ağlarız oğlumuz terörist addedilmiştir.Birimizin cenazesi yurdun dörtbir yanında ritüellerle kaldırılır, diğerimizinkinin nerde olduğu belirsiz.
Savaş, savaş  hep anaları ağlatır.

Ya çocuklar?

Beri yakada çocuklar, top ile, tank ile, tüfek ile askercilik oynar ötekilere hınç bileyerek, büyüyünce öç almak için. Öte yakada çocuklar kalaşnikoflar elinde pusuda beklemekteler. Oysa çifte bayram geliyor. Bir elinde
 " Özgürüz!" diye coşkuyla salladıkları bayraklar; diğer ellerinde arkadaşlarıyla komşulardan toplanılan şeker torbaları olmalı değil mi ki?


Eskiden kurşun askerleri vardı iki yaka çocuklarının. Düşman ise hep aynıydı. Kovboy filmlerinin kızılderilileri idi düşman. Hırsız –polis oyunu oynanırdı, bir de.  İyi polisler kötü hırsızların peşindeydi hep. Kızılderililer sevimli dostlarımız şimdi. İyi polis çocuklar da büyüdü, polis oldu bir çoğu. Kötü hırsızın kim olduğu belirsiz.

Yaşam oyundan ibaret değil.Şimdinin çocukları oyun içinde gerçeği yaşıyor, gerçekle birlik oyun oynuyorlar. Yakında bayram var.
Şeker ve oyuncak dağıtacak çocuklara gecekondu semtlerinden birinde, savaş startını veren tek kişi,şeker yiyip askercilik oynasınlar diye.Ülkemin ötelerinde bir yerlerde başları gökyüzüne çevrili çocuklar, "Şeker yağıyor!" diye bakıp kalacaklar bombalara öylece...
Çocuklar askercilik oynuyor. Şeker yerine kurşun yiyor birileri .Meclis Tatilde...

Bizler, ülkesinde savaş olan bizler, dünyaya barışı götürdüğümüzü sanan, yüzümüze kondurduğumuz sahte gülücüklerle dolaşan bizler, seçtiğimiz vekillerin bizi temsil ettiğine, seçimden hemen sonra çok çalışıp yorulduklarından tatile çıktıklarına , onlar adına karar verebilirliğine inandığımız dünyaya ve yurdumuza barış ortamı sağlamaya muktedir  güçlü bir liderimiz (?)  olduğuna  inanan bizler ,her iki bayramı beklerken, gerçekleri görmezden, bilmezden gelip mutlu mutlu dolaşıyoruz.
Otuz Ağustos yaklaşıyor. İki bayramı birden bekliyoruz. Ne mutlu bize ki Yurtta ve dünyada barışı sağlamışız(!) Bütün çocuklar şeker de yiyebilecekler(!)

Yurdumda çifte bayram olacak yakında, iki yakanın analarının yüreği dağlanıyor bir yandan.

Beyaz yaşmaklı analar "Barış da barış, illa barış" derdinde. Bu kutsal ayda, inançlarını boşverip ak yaşmaklarını,başlarından çıkartarak barış adına bayrak yapacaklar analar, aynı bayrak altında yaşayan evlatlar can kardeşler, kan kardeşler vurulmasın diye.

Meclis tatilini bitirip, Ekim’de açılacakmış...

Dilerim Ekim ayı, gerçek barışın ekildiği bir ay olur da barış yurtta da, dünyada da boy verir; yüzümüze kondurduğumuz sahte gülücüklerin yerini gerçekleri alır, dünya güllük gülistanlık olur. Analar güler, çocuklar şeker de yiyebilirler...

27.08.2011         
Günay  UZUNER     




25 Ağustos 2011 Perşembe

SİZLERLE SON DERSİMİZ

                                                                                                                 Gaziahmetmuhtarpaşa ilköğretim Okulu  5/A Sınıfına 

25.06.1999
                                                                                                                              Cuma
Sevgili  Yavrularım, 
                                                    
Beş yıl önce ellerime geldiğinizde miniciktiniz. Şimdi bir size, bir geçen yıllara, bir de geldiğiniz ilk güne baktığımda kocaman bir insan olduğunuzu görüyorum.

Size vereceklerimin en iyisin vermeye çalıştım. Verdiklerimin karşılığı davranışlarınızda, yaşantınızda yansıyacak biliyorum.

Biliyorum ki benim sulayıp, büyüttüğüm çiçeklerim, iyi birer insan olacak. O insan;sevecen, paylaşımcı, barışsever, haksızlığa karşı duran,  iyimser,  herkesin hakkını kendi hakkı gibi koruyan, herkese yaşama hakkı tanıyan, büyüklerine saygılı, küçüklerini seven, doğruluğa koşan, kötülükten kaçan, yalanı sevmeyen, hem de hiç sevmeyen, mesleği ne olursa olsun mesleğinin en iyisi olan, yaşamı seven ve yaşama sıkıca sarılan, başkalarının düşüncelerini beğenmese de saygı duyan, kendi düşüncelerini ise hiç kimseden hiç bir şeyden çekinmeden- korkmadan rahatça açıklayan, soran, sorgulayan, düşünen bir insan olacak...

Sizlerden çok şey mi bekliyorum dersiniz? Şu an size öyle geliyor değil mi? Ama ben biliyorum ki benim çiçeklerim her şeyin en iyisini, en güzelini yapacaklar. Çünkü bunlar, size yavrularım yaşamın güzelliklerini de beraberinde getirecek. İşte, size zaman zaman yaptığım baskılar da sırf bu yüzdendi.

Beş yıl boyunca ara sıra üzülmüş, kızmış gibi görünsem de hiç üzmediniz, kırmadınız beni. Ufak tefek şeyler olsa  da bunları yaşamın tuzu biberi sayalım. Her zaman sizlerle gurur duydum; hep onurlandırdınız beni. Bu nedenle çok teşekkür ediyorum sizlere.

Aileniz de sizlerle gurur duymalılar; çünkü sizler çok özel, çok farklısınız. Sizler gibi cevherler yetiştirdikleri için onlara da teşekkür ediyorum.

Sevgili Yavrularım,
Birazdan beş yıldır büyüttüğüm kuşlarımın, sizin, kafesinizin kapısını ellerimle açıp; salacağım, uçuracağım sizi gökyüzüne.

Dilerim gökyüzünde özgürce uçarsınız. Zannediyorum öyle de olacak. Çünkü sizler kendi başına yeten insanlar oldunuz; ya da ben öyle görüyorum, görmek istiyorum sizi.

Gökyüzünde özgürce kanat çırpıp ; mutlu ama zararsız ve üretken bir kuş olasınız.

Hatırlarsınız bir gün bana: “En çok neyi seviyorsunuz öğretmenim?” diye sorduğunuzda, “Özgür olmayı.” demiştim.

Özgür ama sorumluluğunu bilen kuş olacaksınız; mutlu  ve güzel. Meyve veren dallara konasınız benim canlarım.

Gelecekte bir gün sizleri görmek isterim. Gelecekte sizleri arzuladığım gibi görmek dileğiyle, siz de arzularınıza kavuşasınız benim canlarım.

Sizleri hiç ama hiç unutmayacağım

Kendinize, ailenize, çevrenize, yurdunuza, insanlığa yararlı insan olduğunuzu şimdiden görüyorum. Her şeyi, herkesi bolca sevin yavrularım. Sevgi her zorluğun üstesinden gelecektir. Karşılıksız sevin, verici olun.

Gönlünüzde hangi anın mutluluğu varsa; size yaşamınızda gelecek günlerin bunları getirmesini dilerim.
                                                    Hoşça kalın...!
İkinci anneniz
Günay UZUNER

20 Ağustos 2011 Cumartesi

SOMALİ'YE KENYA'YA GİTMEK

Defalarca gidip geliyor günde; aklım, yüreğim, ruhum. Gidip gidip geliyor, Somali’ye, Kenya’ya. Oysa bedenim gitmek isterdi. Gitmeliydi de.

Yemeklerimden bir tas sunmalı, soframı paylaşmalı, yalnızlıklarına yoldaş olmalı, yanlarında olduğumu hissettirerek, güven vermeliydim. Bu yalnızca ülkesinde devlet istatistiklerine göre geliri açlık sınırında olan bir emeklinin masum dileği. Onlar orada ölüme karşı aciz, biz bir şey yapamamanın aczi içindeyiz.

Gazeteler, televizyonlar dramın içinden farklı kareleri sunuyorlar en trajedisinden, ilgimizi oraya yöneltmek için. Annesi gözlerini eliyle kapıyor, o kefenliyor örtüsüyle yavrusunu doktorunun önünde. Ölü çocuklarını saklıyor anneler, diğer çocuklarının nafakası fazla olsun diye. Aynı anneler kamplardan kaçırılıyor beyni bacaklarının arasında aç yaşayanlarca tecavüz için. Dramlar gün gün çoğalıyor. Benim ruhum, yüreğim ve aklım defalarca gidip gidip geliyor, Afrika’ya. Ve milyonlarcamızın.

Üç ayda otuzbin çocuk, otuzbin hayat, otuzbin ayrı trajedi. Sonları ve kaçınılmaz sonun nedeni aynı:Kuraklık, açlık.  Dakikada altı çocuk ölüyormuş, altmış dakikada üçyüzaltmış, günde yedibinaltıyüzkırk; dile kolay  ayları varın bir düşünün. Düşünmek ayrı acı. İnsanın yüreği dağlanıyor.

Dünya küçük, bir telefonla anında her yere ulaşabiliyoruz.Dünya küçük, uçaklar bir kaç saatte ulaşıyorlar bir çok yere, bilemedin bir iki günde. Bırak dünyayı; uzayda, diğer gezegenlerde hayat, su araştırıyorlar; roketlerin hızı belli.

Canım Türkiyem , Doğunun, Orta Doğunun, İslam Dünyasının hamiliğine soyunmuş Türkiyem. Üç ay beklemeden yapılacak çok şey vardı diyorum. Stoklar mı tükenmişti? Doğru, seçim henüz yeni atlatıldı. Suni yağmur yağdıran uçaklar nerede, hani çocuklara öğrettiğimiz derslerde? Işık hızıyla gidip komşusunu vurup geri dönen jetlere ne oldu?

Türk Kızılay’ı orada imiş. Türk Kızılay’ı 17 Ağustos Depreminden sonra Türkler’in gözünde aklandı mı ki?
Ya Deniz Feneri?

Evet yardım ... Açlık, yoksulluk sınırında da olsak çoğumuz, bir tas çorbalık, bir yudum suluk, bir dilim ekmeği bölüşme, dayanışma ruhumuz hepimizde var. Hem de duyduğumuz ilk andan “BİR ŞEY YAPMALI!” içsesleriyle haykırıyorduk, duyuyorduk, birbirimizi.

Üç aydır yardım topluyor Türkiye. Hükümet öncülüğünü yapıyor. Yardım Türkiye’ninse, muhalefet de destek olmalıydı; yardım Türkiye’ninse muhalefet temsilcileri de birlikte gidip, tespitler yapmalı,  halkın  güveni yeniden kazanılmalıydı. Ki yardımlar çoğalsın oralara aklı, yüreği, ruhu gidenlerin naçizane destekleri de ulaşsın.
Sanatçının birisi bir programda ”İkibin kişiyi doyuracak yiyeceği gemiye ulaştırdım, içim artık rahat “ dedi. Televizyon programlarında “amcasından bu, teyzesinden şu kadar” anonslarıyla yardımlar toplanıyor. Oh ne ala.Vicdan savuşturmak onlarınkisi.

Hükümet yetkilileri de günübirliğine gidip, döndüler, onların da içi rahat. Hatta açlık hallolmuş, TOKİ ev, okul,hastane yapıp, kuyular açacakmış bir de. Ama halkın içi rahat değil. Somali’ye yapacakları yardımı devlet showuna dönüştürmek için son anda götürülen (sur vıvör da açlık sınavını geçmiş) Nihat Doğanlar’la değil; Türkiye’yi temsil edecek komisyonlarla organize edilmelidir. O vakit gerçek duyarlılık sahiplerinin az ama içten yardımları çığ gibi büyüyüp güven ortamında ulaştırılacaktır.

Tabii ki sanatçılar da gitmeli, sözüm eleştiri için değil, muhalefet yanlısı da değilim. Fakat ülke olarak şahsi reklam zamanı değil, kenetlenme günüdür. Ve bu ülkenin öyle duyarlı gerçek sanatçıları var ki gönüllü yardım elçileridir reklamları olmaz, herkesçe bilinir, onların elçiliği daha güven verici  olacaktır. Sanatçılıklarına bir şey demiyorum haşa , yapamadığım hiç bir şeyi yapanları eleştirmeyi de prensip edinmedim.  Demem o ki oraya gidince duyguları değişen sanatçılar değil, bulunduğu yerden empati kurabilen sanatçılar daha güven verecektir inanın. 

Evet koca Türkiye’den üç ayda koca bir gemi erzakla Somali’ye giden temsilciler huzurla döndü. Döndüler ekranlarda her biri ayrı beyanatlarda bulundu. Yanlarında “şirin kara şeylerden bir iki tanesini” getirmediler, kaderleriyle baş başa bıraktılar sanırım. Bu defa günübirlik gittiler ondan  olsa gerek; geçen defasında çok da istekliydiler kara küçük , şirin şeylerden bir iki tane almaya. 

Bayramda ana muhalefet lideri de Somali’ye gidecekmiş. Dileğim oluşturacağı komisyon partisinden değil de tüm Türkiye’yi temsilen  tüm bileşenlerden olursa; benim gibi yürekleri orda olan bir çok insanın canı gönülden yapacağı destekleri de oraya güvenle götürecektir.
Mulmillolar yavrularını ömürlerince sevgiyle, mutlulukla kucaklasınlar dileklerimle, Somali, Kenya çok uzakta değilsiniz , bir yürekcik yakınınızdayız...
                                                                                                                                     20.08.2011      
                                                                                                                                   Günay UZUNER     

GÖNÜLLÜ GÜVENLİK TİMİ

                                                                                                                 
Şükran'a          
Akşamın alacakaranlığında duvar dibindeki arabaya eğilip duruyordu adam. Az önce orada kimsecikler yoktu. Oraya nasıl ve nereden gelmişti fark edememiştik. Karanlıkta soluk verişindeki buharın ileri doğru, azıcık da yukarı çıkışı ve kayboluşu bile fark ediliyordu da uzaktan; kocaman adamın oraya gelişini nasıl da görememiştik. Hava da bir soğuktu ki, yağ donduran cinsten.

On yıl kadar önce , derme çatma bir bodrumda gizli -kaçak çeşitli renklerde taklit kolonyalar; kokusu makine yağını andıran değil elleri yumuşatmak, deriyi bin bir parçada çatlatan krem üreten; bu günün dev markasının devasa üretim binasının yan tarafında park etmiş birkaç araba. Arabalardan arada kalanını çıkarmaya hayli uğraşmıştı arkadaşlardan biri daha biraz önce. Biz de komut vermeye çalışıyorduk; “Sağ yap , sol yap, geri al.” diye. Kolay çıkarılabilecek durumdaydı araba. Biz sürmüyorduk ya öyle görünüyordu bize belki. Gençten birisi:” Hocam ben çıkarayım.” diyor. Hoca da malına düşkün; ne kimseye veriyor, ne de kendisi çıkarabiliyor arabasını. “Sahipleri gelmez mi?” diye soruyor gence. Genç fabrikanın şeflerinden: ”Çabuk gelmezler, Eminönü tarafına gittiler daha yeni, bir-iki saati bulur gelmeleri.” diyor. Diğer araba sahiplerinin  bir-iki saate kadar gelmeyeceklerini duyduğu halde beklemeye razı bizimkisi. Aklı da çıktı çıkacak; arabaya bir şey olacak, vuracak, çizilecek,diye. Epeyce zorlandı, uğraştı durdu çıkaramadı bir türlü. Biz de seyredip, durduk gençle beraber. Arkadaşı zor anında yalnız bırakmak olmazdı tabi.“Taşköprü’deki gibi buraya bir  “Yönetici Bey “ lazım.” demeden de kendimizi alamadık.

Baktı olacak gibi değil, hava da soğuk ve gittikçe  kararmakta ; inadından vazgeçip, gence uzattı arabanın anahtarlarını, istemeye istemeye  bu defa. Can daha tatlı geldi anlaşılan, arabadan. İçinden de nasıl korkup içi gidiyordur, orası da garanti. 

Genç ustaca bir kıvraklıkla manevra yapıp, arabayı iki araba arasından tereyağından kıl çekercesine kurtararak kaldırımdan aşağı indirdi. 

Rahatça bir nefes aldı bizim arkadaş. Hem araba zarar görmemişti, hem de iş çabuk hallolmuş, taşıtların sahiplerini saatlerce beklememişti. 

Biz daha yolun başına  varmadan yolunu yarıladı arabasıyla. Biz de ufak maceramızı bitirip minibüse binmeye  yolun karşı tarafına koyulduk.

Bizle beraber herkes uzaklaştı oradan; kimsecikler kalmadı ıssızlaştı sokak. Öğrenciler de bir koşu dağılıvermişti evlerine. Minibüs beklemeye başladık; gelmiyordu bir türlü. Üşüyorduk. Kuzey yanı açıktı yolun .Sert esen rüzgar daha çok hissetmemize neden oluyordu soğuğu. Üşümekten zaman ağır geçiyor gibi geliyordu bize.

Arabaların arasındaki birden beliren adamı yanında durduğu arabaya doğru eğilip doğrulunca  sahibi zannedip; “ Az daha bekleseydi bizim arkadaş sahibi çekerdi önündeki taşıtı.” dedi arkadaşım.
- Bu şoför ne vakit gelmişti ki?
- Yok canım o ordaydı.
- Yok yok, orda olsa konuşulanlarıduyar, harekete geçerdi.
- Aniden ortaya çıkışına bakılırsa bu başka biriydi.
- Her halde oralarda bir yerdeydi; anlık dalgınlığımızda da ortaya çıktı.

Mevzu çok önemliymişçesine kafamızı meşgul edip duruyordu; “Adam nerden ve ne vakit gelmişti?” diye. Oysa arkadaşımız arabasını zorda olsa park etmiş, sıcacık evinde dinlenmeye çekilmiştir bile.

Dikkatimiz tanımadığımız adama öyle odaklanmıştı ki soğuktan titrememize rağmen birkaç minibüs ve otobüs önümüzden geçmiş ve biz binmeye yeltenmemiştik. Yabancının hareketlerine, arabaya doğru eğilip doğrulmalarına kilitlenmiştik, akşamın soğuğunda eve gitmek için taşıt bekleyen biz değildik sanki. Bizi bu duruma, bir yabancıyı izlemeye, hareketlerini önemsemeye, konunun sıradanlığına rağmen üzerinde epeyce yorum yapmaya iten neydi, kendi kendimize pek anlam veremedik. Sanki gizli bir güç gelip geçen arabalara binmemizi engelliyordu.

Adam bir iki kez daha eğilip , doğruldu arabanın ön kaportasına doğru. İyice dikkat kesilmiştik bu defa. Açmaya çalışıyor da açamıyor muydu kapısını arabasının, anahtarlarını mı karıştırmıştı, yoksa arabayı kaçırmaya mı çalışıyordu? Mesele bizim meselemizdi artık. Duruma el koymuştuk, olumsuz bir şey olsa müdahaleye hazırdık, hemen. Gönüllü güvenlik timi olduk aniden. Bakışlarımızı öylesine yoğunlaştırdık ki yabancıya, giderek daha da kararan havaya rağmen iyice seçebiliyorduk onu ve hareketlerini. Hoş gözlerimiz de karanlığa alışmıştı hani.

Eğiliyor, doğruluyor, elini başına götürdüğü esnada kafasını yukarı dikiyor, ellerini yukarı doğru, omuz hizasına kadar kaldırıyor ve bir tur dönüyor. Aynı hareketler sırasını bozmadan bi daha, bi daha yineleniyor. Haa bu arada fark ettim döndükten sonra bir de iki kez el çırpıyor.

 Yaklaşık bir seksenin üzerinde boyuna rağmen, doğrulduğunda dim dik duran, çok da zayıf olmayan bir bedeni vardı. Sırtında koyu bir renkte kürklü yakası yukarı kaldırılmış bir kabanı; başında boyunu sanki daha da uzun göstermek için tam oturtmadığı yukarı doğru duran, tepesinde kocaman bir ponponu olan bere takılıydı. Karadenizliler’inkini andıran uzunca burunlu ve gür bıyıklıydı.

Yeniden eğildiğinde kaportanın üzerinde duran gazete veya ona benzer bir  ambalaja sarılı bir şeye elini uzattığını gördük ve arabanın üzerindeki  o şeyi öyle fark ettik. “O şey” dediğimi , kağıda sarılı şişeyi ağzına dayadığında anladık, adamın. “Haaaaaa!” dedik ikimiz birden.
Meğer adam içki içiyormuş. Bize tuhaf gelip dakikalarca izlememizi sağlayan, araba beklediğimizi, eve gideceğimizi, zamanın geçtiğini, dahası soğuğu unutturan konu anlaşılmıştı.  Adam çilingir sofrasını aniden kurmamıştı ya? Sesler gelince oralarda bir yere sinmiş, el ayak çekilince de daha önce başlattığı eğlencesine, kendince kurduğu çilingir sofrasına devama başlamıştı. 

Bizim için doyumsuz canlı bir görsel show sunuyordu farkında değil.  Sanki yaklaşmıştı o bize ya da biz ona gördüklerimizi daha net seçebiliyorduk artık. Usanmadan eğilip ,şişeyi sofrasından, arabanın kasasından alıyor; doğrulup, şişeyi kafasına dikiyor; tekrar eğilip, şişesini sofrasına koyuyor. Sonra da ellerini yukarı kaldırıp bir yerlerden müzik gelirmişçesine çiftetelli oynuyor. Elini, kolunu iki üç sallayıp, bir tur dönüyor ve kendi kendini büyük bir iş başarmışçasına alkışlıyor. 

Seyir güzel, biz eve gideceğimizi unutmuş kaptırmışız sessiz ve neşeli bir ayyaşın kişisel eğlencesini izlemeye. Adam aynı hareketlerle dönenip duruyor, olduğu yerde. Hiç bir müzik sesi yok duyduğumuz.

“Adam içinin ritmine mi kulak verip ayak uydurarak oynuyor” diye yeni bir yoruma daha başlıyoruz minibüsün merdivenlerini çıkarken...

Sonunda yerleştik koltuğa, biz başladık sesli şarkımıza , içsel  hareketlerimize:
“ Ne de güzel oynuyorsun,
Müzik, alkış  istemezsin Osman Aga.
Akşam oldu biz eve gidiyoruz,
Soğuğa da dayanamayız Osman Aga”


                                                                                                                     17.12.2009         
Günay UZUNER      

19 Ağustos 2011 Cuma

PAPATYA DİLİ

Tüm öğrencilerime             
        
Her sabah yüce duygularla başladım güne. Uçsuz bucaksız bir papatya tarlasındaydım hep. Kah güneşiniz oldum, ısıtıp, ışıtan; kah yağmurunuz oldum, sulayıp büyüten; kah çorak toprağınız oldum. Çoraklığımla bile besleyip canlı tutmaya çalıştım sizi. Fırtına, kasırga olduğum zamanlar da oldu, tayfunlara, hortumlara karşı duvar oldum çevrenizde.

Hiç azalmadı duygularım sizi sevmeye, yüceltmeye dair; onlarca yıl çoğaltarak geldim bu güne. Sizler de büyüdünüz, geliştiniz, boy verdiniz, çoğaldınız; bitip, tükenmeyen tarlalar oluşturdunuz.
Birini, birinizi soruyorlar hep; “Hangisiydi en unutulmayanı?” diye. Fakat ayıramadım yapraklarını birbirinden papatyalarımın.
Birini, bir tanenizi aldığımda elime, bakamadım falımıza; “Ya sevmiyor çıkarsa!” diye.

İncitiyor görünse de sizi gölgem, dolaşırken yeşillikler arasında; kaygılarımdandır bu. Oysa üzerinize titremiş, bir şeycikler olmasın istemişimdir… Çünkü yüreğimin derinliklerinde sıcacık bir sevgi saklı benden size.

Güneşe erdiğini gördüm dokunduğum nice papatyalarımın. Hepinizi orada görmek isterim, körpeciklerim.

Sizlerden uzak yalnızlıklarımda ürkek gizli baktığım bütün fallarda hep son yaprak “Seviyor!” dedi. Benden de alın bir o kadar.

Hoşça kalın, sevgiyle kalın, bilgi deryalarında sulanın, güneşin sıcaklığı sarsın yüreğinizi, daha da boy verip, çoğalın… 

                                                                                         20.11.2009                 
Günay UZUNER             




       

18 Ağustos 2011 Perşembe

ZIKKIM YE!


      “Zıkkım ye!” diyecektim ki tam, diyemedim; demek istemedim.
      - Heyyy yolda yürüyen, sen, sen. Evet evet sen. Mavi gömlekli olan. Avurtlarını şişirmiş, gevişini getiriyorsun; bir yandan da kolunun tersiyle ağzından akan yağları silmekle avucunla sıvazlamakla meşgulsün. Hah bi de kolunu üzerine sürdün. Ağzını sildiğin elinde bir şeyleri mıncıklayarak buruşturuyorsun şimdi de... Yediklerinin ambalajı olsa gerek. Haşur huşur sesleri duymasam da olacakları merak ederek seyrediyorum seni, dördüncü katın camından. Birilerinin de dışarıyı seyrederken seni görmeleri olası. Neden takıldın, gözüme bilmem bir anda? Çok da albenin yok hani. Sağ elinle buruşturup umarsızca yere attın. Aferin sana! Aferin.

       Karnını doyurup döşünü şişirdin mi? Ya attığın? Yerde ne olacak, kim alacak onu yerden? Evde annen topluyor arkandan döküntülerini belli. Evinde çok titizsindir,  Allah bilir.“Dışarısı bana ait değil” mi diyorsun? Senin olmayabilir; senin olmayan yerlerde ne dolaşıp duruyorsun? Zıkkımlandığının çöpünü senin olmayan yerlere ne atıyorsun ki? Ne hakkın var buna? Evinde bu denli özgür değil misin yoksa?

      İşte o an, kağıdı mıncıklayıp yere attığın an ;“Zıkkım ye”, diyecektim de diyemedim işte. Boş vermem pek ama; “Ya sabır” çektim. Zaten sabırları çeke çeke göz yummaya da alışıyor insan.

       Sol elindeki kola şişesini takipteyim şimdi, işim var. Çiğnenmelerin bitince diktin kafana, yudumladın, geğirdin; geğirdin yudumladın. Yürümeye devam ediyorsun bir yandan. Teneke sert ya elini acıtır, onu mıncıklayamadın kıyamam sana. Sol elinden sağa geçirerek fırlattın bowling vururcasına. Adımlarınla kavuşunca bir de tekme fırlattın. Takır tukurun sesi bana kadar uzandı.
Sabredemeyeceğim sonunda; her ne kadar takipte olsam da seni; İçimde kalmasın aman, artık diyeceğim:
Zıkkım ye!



                                                                                                              12.05.2011          
                                                                                                     Günay UZUNER       

17 Ağustos 2011 Çarşamba

UCUBELERDE YAŞAYANLARIN YANLIŞ ANLAMALARI

Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Zonguldak'ın Ereğli İlçesi'nde partisinin 10'uncu kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen iftar sonrası yaptığı konuşmada, "Oy verenlerle vermeyenler bir değil" demiş; gelen tepkiler üzerine de: “Yanlış anlaşıldım.” diyerek manevra yapmış.

Bakanlarımızın manevralarının hızına yetişemiyoruz artık. Alıştık da sonra. Onlar diyeceğini der, ardından da “Yanlış anlaşıldım.” diyerek mağduru oynarlar.  Bu manevraların en ilginci ise ömrünce “Solcuyum, demokratım, sosyal demokratım” deyip de yüz seksen derece manevra yaparak AKP'de yer alan, bakan olan hem de kültür bakanı(?) olan Ertuğrul Günay’ın manevrasıdır.

Hele öyle bir manevra yapmıştır ki bu çok kültürlü kültür bakanımız duyanlara parmak ısırtmıştır.

Kars’ ta yapılan İnsanlık Anıtı için ucube diyen başbakana tepkilere manevranın koluna kendisi yapışan bakan”  Başbakan, heykele değil, çevredeki gecekondulara ucube demiştir.” diyerek kıvırmıştır. Başkasını yanlış anlamayı düzeltti kendince kültüre sahip çıktı bakanlığı gereği. Bu manevra ertesi gün başbakanca “Hayır! Heykele ucube dedim.” söylencesiyle geri kıvrılmıştır.

Ben 1959’ da Ardahan’ da doğdum. O yıllar Ardahan il değil, Kars’a bağlı bir ilçedir. Bir bakıma Karslı’yım bende.

Bakanın ucube diyerek atfettiği gecekondulardan daha ucube evlerden birinde doğdum ben, bir öğretmen çocuğu olarak.  Ertuğrul Günay da Ordu’nun yalılarında doğmuş olabilir. Başkentte halkın tahsis ettiği sözüm ona lojman denen konaklarda yaşayabilir. Hatta birkaç villası da bulunabilir. Ve sözlerini yanlış anlaşılmaktan kurtarmaya çalışıp manevra ettiği başbakanı Rize’nin orman köşklerinde doğmuş olabilir, yurdun çeşitli illerinde havuzlu villaları, malikaneleri bulunabilir. Varsın olsun gözümüz yok. Duyamadıkları için sözümüz de… Türkiye’yi yöneten bir bakan olarak şunu bilmelidir ki; o ucube evlerin binlercesi Başkentin varoşlarında, daha da binlercesi Avrupa Kültür Başkenti diye övündükleri İstanbul’ da ve yurdumun dört bir bucağında bulunmakta. Ve yurdumun milyonlarca insanı bu ucubelerde doğmakta, yaşamaya çalışmakta ve türlü sıkıntılar çekerek sessiz sedasız ölmekte.

Doğup yaşadığımız mekanlar mı ucube, bu koşullarda halkı yaşatıp; açlığa, işsizliğe mahkum edenler mi? Yoksa mahkum ettikleri gerçekleri alaya alanlar mı?

İnsanlık Anıtı tarihte kaynaşık yaşamış, karındaşlık yapmış halkları temsil için heykeltıraş Mehmet AKSOY tarafından tasarlanıp, yapılmaya başlanmış. Kardeşliği öcü olarak gören zihniyetlerin emriyle onların manevracılarına yıktırılmıştır.

 M.Ö. 800-700 ‘lü yıllardan Urartular’dan günümüze kalan Kars’taki Ani Harabelerine, mimarisine, tarihine bir bakarsa kültürümüze bakan bakan bey,  yöre halkının atalarının hangi kültürlerle nezih bir yaşam sürdürdüğünü görecek; geçimini hayvancılıkla sağlayan Kars ve Doğu Anadolu insanının yaşam olanaklarını ellerinden nasıl aldıklarını, ithal hayvanlar, anguslarla üreticinin satışlarını kırdıklarını, dahası yöre halkını ucubelerde yaşamaya kendilerinin zorladıklarını, bu yaşama mahkum ettiklerini idrak edecektir. Böylece ucubelerce yanlış anlaşılmayacaklardır.

17.08.2011        
Günay UZUNER    

17 AĞUSTOS

Emine Ablama               
            
           Otuzbir yıl önce bu gün Haziran dünyaya geldi. En harikasıydı dünyanın, en mutlusuyduk biz de. 17 Ağustos 1980’de yirmi yaşımda anne olmuştum.  Ne müthiş bir duyguydu bu.  Ağustos’un onyedileri de çok güzeldi bizim için. Taaa ki doğa beşiğini sallayana değin.

          İki duygu arasındaydık hep; o gün, bu gün. 17 Ağustos 1999 Büyük Marmara Depreminden beri. Bir tarafta canımızın doğduğu gün, bir tarafta binlerce can… Doğum gününü kutlayamadık uzunca bir süre Haziran’ın, dilimiz varmadı hiç…

         
     Neylersin ki dünyanın düzeni böyle. An içinde doğumlar, ölümler, hüzünler, kahkahalar, düğünler, hastalıklar, mutluluklar hep bir arada yaşanıyor. Zaman yaraları çabuk sarıyor, acılar kabuk bağlıyor, içten içe acısalar da. İki yıldır dile düşürdüm yaş gününü kutlamayı oğlumun.
        
        Bir gün öncesi gece onbirde Gökçe Ada'dan dönmüştük. Gölcük'e uğrayacaktık. Işık tutturdu "Gitmeyelim." diye. Kıyafetlerini bahane etti. Hepimiz Gölcük'e uğramaktan yanaydık. O direndi. Her zamanki gibi kazanan o oldu.  Hayatta kalmamız, sağlıklı bir şekilde yaşamamız bir inadın zaferiyd.Işık "Sizi ben kurtardım." der durur konu açıldıkça , inatlarında haklılığını kanıtlarcasına. Bize olacakları düşünmek bile istemiyorum.



          Veli Göçer salıverilmiş geçen gün. Herkes veryansın ediyor. Günah keçisi o oldu sadece. Türkiye’nin tek müteahhidi oydu sanki. Diğerleri nerelerdeydi acaba? Yıkılacak nice binalar inşa ettiler daha,  banknotlarını kat kat inşa ettikleri gibi. Ne gidenler geri döndü, ne tedbirler alındı, ne de yanan, yıkılanların yenisi yapıldı. Bindokuzyüzdoksansekizli, doksandokuzlu yıllarda gazeteler çarşaf çarşaf, televizyonlar program aralarında iki de bir reklamını veriyorlardı, Veli Göçer villalarının. Hele de her akşam sunduğu Çarkı Felek programında “Parmaktan sonra Veli Göçer Dairelerinden biri sizin olacak!”  demiyor muydu Mali? Dayanıklı
lığı kontrol edilmişti de mi dağıtılıyordu? Oturma ruhsatı verenlerden kimse hesap sormadı.

           Ölüler hesap soramaz ki.


          Gece karanlıkta kardeşiyle aynı odada yatan Burak;”Dede ışıklar söndü,  dede lambaları açsana!” diye diye saatlerce kardeşine sarılarak korkudan öldü. Dedesi yan odadaydı eşi Emine’yle beraber. Ayağına koca beton düşmüş kıpırdayamıyordu. Eşini konuşa konuşa, Burak’a “Sabret sabah olacak.” diye diye uğurladı son yolculuklarına. Burak korkudan uyuyakaldı, uyanamadı bir daha ki hesap sorsun annesi, kardeşi ve babaannesi ile birlikte. Ölüler hesap soramaz ki!

          Bu gün 17 Ağustos 2011. Geçse de üzerinden yıllar, yaralar kabuk bağlasa da unutamayacaklarım içinde canım Haziran’ın dünyamıza gelişi ve her Gölcük’e gidişte Emine ablamın şen kahkahalarının çınlayışı ve de Burak’ın son bayramında herkesin elini tek tek öpüşü… Vee binlerce can.

         
17.08.2011        
Günay UZUNER    

BALTAYLA PARÇALANAN



Bir kısmı kül,diğer kısmı da çöp olacaktı birazdan.

Başına dikilen üç kişi vur ha vur ediyordu kan ter içinde. Baltayı biri bırakıyor biri alıyordu güçsüz acemi ellerine. Her defasında da ıskalıyorlardı. Canhıraş biraz biraz kesmeye başladılar sonunda.

O başına geleceklerden habersiz ,aşağıdan yukarıya üzerine inen darbeleri ve terleri kızıl kana bulanmış bu darbeleri indirenleri seyrediyordu, duvarı olmayan çatının altında oturanla beraber.

Ondan kurtulma gayretine bir türlü anlam veremedi. Nedendi bir an önce kurtulma isteği. Daha az önce birlikte kahve içmemişler miydi? Bahçenin durumundan konuşarak. Daha çok da fasulyeler anlatıldı; ekimi, dikimi, sulama, çapalama, sırık dikme vs.

Otuz yıldır tamı tamına otuz yıl birlikteydiler. Ah bir dili olsa da söylese şimdi. Ne sırlar sinmişti bağrına. Ağzı dolu kahkahalara, sessiz- içli ağlamalara, fısıl fısıl konuşmalara, şen sohbetlere, uyanıklıklara ,uyumuşluklara, kabuslara, efsunlu rüyalara, gelecek hayallerine şahit olmamış mıydı? Sonsuzluğa göç edenler  anılarını üzerine bırakıp da gitmediler mi? Remziye Hanım torunlarına ilk Gürcüce sözcükleri öğretmemiş miydi.Yusuf Beye kaçışını, aşkını  büyük bir hazla anlatmamış mıydı? Hop oturup hop kalkanları, sevilen sevilmeyen konukları, nice hastaları, keyfince boylu boyunca kıçını gerip yatanları, evin ahalisini, kırk yabancıları, şişman ,zayıf, sivri popoluları, televizyonun, kapı zilinin, süpürgenin, telefonların, dışarının sesini, televizyon dizilerini, oradaki olayları, karakterleri karakterlerin  özel yaşamlarını, maçların hararetinden heyecanla omzuna atılan “tüh be” tokatlarını, tezahürat şakşaklarını, katlanan çamaşırları, ayıklanan fasulyeleri , soyulan patatesleri, ayaküstü atıştırma yemeklerini, onların tadını- tuzunu, dökülen çay ve kahveleri, sobanın, daha sonraları kaloriferin ısısını, insanların sıcaklığını, havanın, klimanın,serinliğini, gülmeyen suratların soğukluğunu, okunan gazeteleri, onların haberlerini, haberlerdeki insanların yaşamını, oda kokusunu, gelenin gidenin beden- parfüm kokusunu, kirini pasını, lekesini, çocukların çişini, evin hanımının dönem dönem kah kızgın, kah neşeli, kah yorgun ve bıkkın aceleyle üzerini temizlemelerinde deterjan kokusuyla ıslanmaları, kadifelerini, kumaşını okşarken gıdıklanmaları, üzerine sinen tozları silkelerkenki tokatlamalarda canının yanmalarını neleri neleri baltalıyorlardı şimdi. Balta darbeleri üzerine indikçe düşünmeye başladı o da: Doğan bebelerin analarından süt emişi,ıngalar,kız istemeler, mevlitler, çocukların çınlamaları, tartışmalar, kırgınlıklar, mutluluklar, sevişmeler, iğne oluşlar serum bağlantıları,hıçkırıklar, kahkahalar dahası yaşamın içinde olup biten herşey balta vuruşunun sesinin ahengiyle karışıp yankılanıyor şimdi.

Balta elindeki adam altmışdördünde. Henüz birkaç ay olmuştu kalp ameliyatı olalı. Balta sallamada usta olmasına usta ama, biraz temkinli. Onu dinlendirmek istiyor altmışiki yaşındaki eşi,arada baltayı alıyor elinden, çalı çırpı kesmişliği var vaktiyle fakat bu iş o iş değil. Üçüncü şahıs destek güç, arada baltayı alıyor eline ya, hiç balta tutmuşluğu yok hayatta, elliikisinde o da. Duvarsız çatının altında oturup izleyen kişi  teknik taktikler veriyor, “Şöyle vurun , böyle vurun!” diyerek ahkam kesiyor, ne de olsa üç günlük mimarlık akademisi öğrenciliği var(!) imalat yıllarında.

“Dördü de yabancı değil bana.” deyip dillendi dayanamayıp; Şimdi parçalarken beni bir de yaşanmışlıklarını, yeniden tanımlıyorlar; fırınlanmış gürgenden yapılmışım, onun için zorluymuşum kesilmekte. Otuz yıl önce alınmışım. İlk kahve içişleri farklı zamanlara dayanıyor.

Bıyıkları yeni terlemiş on yedilik bir delikanlı Tevfik, elindeki çekiçle çivilerken beni, alnından boncuk tanesi terleri de üzerime akıtıyordu ,düşleriyle birlikte otuzbeş yıl öncesinde. Bir bitirirse iskeleti, ustasından maaşını alacak; doğru ayakkabıcıya… Bir spor ayakkabı almalı hanı nike-puma-kinetix olmasa da olur , spor bir ayakkabı işte; bir de kot pantolon jeanslı meanslı olmasa da olur; kot işte. Gömleğinin kollarını şöyle bir kıvırdı mı rota  Şerifeler’in sokağına. Onun bir gülüşü için bu terler, hala üzerimde şimdi damla izleri. Kumaşım sıyrılınca gün yüzü gördüler benek benek.

Tekstil atölyesinde dokunmuştu kumaşım. Belikleri örmeli güzel kızlar umutlarını, hülyalarını dokudular havlarıyla beraber. Kumaş toplarını sırtlandı Arif usta, satılırsa kumaşlar körpe Murat’ını doktora götürecekti. Amansız bir derde düşmüştü Murat. Para gerekti, çok para. Arif usta deva dileklerini yoğurdu sırtının terini bulaştırarak kumaşımın tenine.

Kumaşlar ağaç iskeletlerle buluştu, görkemli kanepeler oluştu. Ben onların içinde en güzeliydim, kendimi övmek gibi olmasın ama…Megalomanlık yapacağım inadına… Her ne kadar tombul bodur et tavuklarını andırsa da görüntüm en güzeli bendim işte. Kahve -krem piti kareli kumaşım,maun ağaç kolluklarım, yuvarlak metal aksesuarlarımla hayli muhteşemdim.

Sekiz yaşındaki Caner ilk mektubunu yazacaktı. Öğretmeni Haberleşme ünitesinde “Mektup yazacağız.” demişti ,uzaktaki yakınlara. Caner gurbetteki tek yakını  amcasına yazmıştı ilk mektubunu. Hatır ve selamlardan sonra benden de haber vardı mektubunda. “Amcacığım evimize yeni koltuk aldık ;çok güzel, fiyatı da  elli lira.” diye.

Ünüm Diyarbakır’a varmıştı. Herkes hayırlamıştı beni ,herkes. Bayramlarda doldu taştı üzerim. Tatlı şerbetlerinin damlaları ve hoş sohbetlerle tadlandım. Kül tabakları, sigara külleri, çocuk oyuncakları sıkça uğrayan oldu bana. Köşe yastıkları kırlentler daim konuklarımdı hiç eksilmeyen ,her biri dağıldı bir yerlere kim bilir şimdi neredeler?
Az önce üzerime kurulmuştunuz güle söyleye kahve içiyorduk hep birlik. Herkesleri her şeyleri  konuk ettiniz de üzerimde, son konuklarım güveleri, onların döküntülerini gördükçe çekemediniz.

Otuz yıllık anılarınızı parçalamak, dağıtmak ,bir kısmını yakmaya , bir kısmını çöpe atmaya kalkışmak neyin nesiydi? 

Heyyy siz! Balta darbeleriyle yankılanan sesleri duyuyor musunuz?
                                                                                                               
 28.07.2011            
                                                                                                      Günay UZUNER        

13 Ağustos 2011 Cumartesi

ŞUNUN ŞURASINDA ALTMIŞA NE KALDI?
                                                                                                         Musti’ye       

       Magdelena doğum gününde pasta yollamış. Onların kültüründe sevdikleriyle doğdukları günün sevincini paylaşırlarmış pasta yollayarak.

          Magdelena  bir Türk’le evlenmiş, Türkiye’ye yerleşmiş, bir kız bir erkek iki çocuk annesi, ince, uzun, mavi gözlü, samimi, sıcakkanlı otuz- otuzbeş yaş arasında, güzelce, Polonyalı bir kadın. Bizim de velimiz olur. Meryemimiz’in annesi.

          Öğlen yemeğinde topluca oturmuş güle söyleye yemeğimizi bitirmiştik ki sıra pastaya geldi. Pasta ve doğum günleri üzerine sohbetler arasında pastayı yemeye koyulduk. Sohbet hararetle devam ederken Mustafa: “ Şu yaşlıların doğum günü kutlamaları ne garip!  <<ellerini çırparak>> <Yaşasın !... Elli yaşıma geldim, altmışıma on yıl kaldı, yakında öleceğim, yaşasın !>diyerek ölüme yaklaşmalarını kutluyorlar, ben şahsen yaşlanınca kutlamam.” dedi.

            Kendi girişimimle doğum günü kutlamam ama çevremdeki sevdiklerimin doğum günümü kutlamaları, yaşamdan gidiyor olmamı değil de, yaşamda var olmamı kutladıklarından gururumu okşamıyor da değil. İki gün sonra da benim doğum günüm olduğunu hatırlayarak, Mustafa’ya :”Seni bi döverim çocuk, elli yaşındayım ama altmışımda ölmeyeceğim “ diyerek sitemle karışık sözde nazire yaptım. Gülüşmeler arasında Magdela’nın pastasını da bitirmiştik.

            İki gün sonra elliikinci yaşımı aynı masada aynı kişilerin aldığı pastayla kutluyorduk. Sevildiğimi hissettiğimden gururum bir kez daha okşanmış, yaşım ihtiyarlığa doğru yol alırken yaşamımın ilk yıllarından kırpa kırpa çalıp biriktirerek bu günlere yanımda taşıdığım çocukluğumun şımarıklığıyla: “Yaşasın! elliikime bastım atmışa şunun şurasında ne kaldı..”dedim. Seda başta herkes altmışa kaç yıl, gün ve saati ve hatta dakikam kaldığını hesaplamaya başladı. Hesap kolaydı, henüz dakikaları, bilemedin saatleri ya da o günü çıkardılar: Altmışa yedi yıl, üçyüzaltmışdört gün, yirmiüç saat yirmi dakika kaldı; gibi.

          O günden sonra bir şey yapılacaksa, hedeflenecekse, konu yaş ise, ortamda on kişi de olsa nedense benim yaşım hesaplanıyor; “Altmışa kaç kaldı hocam?” diyerek.

            Mustafa her defasında mahcup, biraz da pişman… Hele  aynı şakayı hemen hemen aynı yaş grubunda olduğum babasına yaptıktan sonra……

          Ben espriler arasında az biraz üzülmüyor da değilim ama değil on yıla bir güne bile sığdırılacak çok güzellikler olduğunun bilincindeyim. Hem altmıştan sonra güzel sayılar da var; yetmişler, seksenler, doksanlar gibi.

        Yaşam şakaya gelmez, az sonrası da olabilir bu işin. Çocukluğumdan bu yana taşıdığım “yazar olma” isteğimi amatörce de olsa başlatmam gerektiğini hatırlatıyor bu espri. Ben de ufaktan ufaktan bişeyler karalamaya başlıyayım ne yazarsam kardır dedim altmışa yedi yıl, yüzotuzdokuz gün doksekiz saat yirmiyedi dakika kalmışken…. 



13.08.2011     
Günay UZUNER  

BEN GİDERKEN

                                              

                                                                                                               Siboş’a
          Ballıbabalar açmış… Yağmurla beraber kokusu daha bir hoş, ıslaklıktan renkleri daha bir parlak ve göz alıcı. İçim hicranlarla doluyken, İçim küskünken kendime ve şimdiden hasretle kavrulurken otuz yıllık sevdamdan ayrılışımda yağmurun üzerime serpen serinliği ve ballıbabaların gözüme ilişen canlılığı, hele de o güzelim mor rengi beni ızdırabımdan kurtardı. 

         Yola sağdan soldan gelmiş, rüzgârın ve ayakların taşıdığı tozlar ile kaldırım kenarlarındaki tel örgünün kazıklarının dibindeki ve alelacele kondurulmuş olan elektrik direklerinin diplerinin üstün körü kapatıldığı bir avuç toprak yağmurla kavuşunca oluşan o mis kokusu insanın ruhunu efsunluyor. O koku, büyüsüne kapılmayanı olmayan o koku, maalesef bir ad bile konmamış olan o eşsiz kokunun, huzur vermediği insan var mıdır ki dünyada?

          İşte o elektrik direklerinin ve çitlerin kazıklarının dibin deki mis kokulu o bir avuç toprakta ballıbabalar açmış.

         Minibüsten inmiş büyüdüğüm şehre gitmek için otogara doğru yürüyorum. Oturduğum semtten otogara giden minibüsü de bu gün keşfettim, yıllardır aynı semtte oturup yüzlerce kez otogara gelmeme karşın. Hep uzun yolları dolaşırdım çift vesaitle yolun bir kısmını da yürüyerek ya da taksiyle giderdik kestirmece otogara.

         Ne yana gidişimin pek farkında değilim, gittiğim yönün doğru olduğunu belli belirsiz sezebildiğimden kaygım da yok; yönümü ben belirlemiyorum da sanki ayaklarım bilirmişçesine beni o yöne sürüklüyor sadece, dalgınım. İnceden çiseleyen yağmurun da pek farkında değilim gibi, acele bile etmiyorum; yağmursa ahmakıslatan cinsten. Yol kenarındaki çimenlerin, ballıbabaların parlaklıkları olmasa, toprak toprak kokmasa ortalık, yine de anlamayacağım yağdığını.

        Gözüme ilişen ballıbabalar birden dalgınlıktan kurtarıyor beni.  Bir de toprağın içime işleyen o bildik keskin kokusu. Evet, ballıbabalar açmış. Yol boyunca seninle yürüyorlar sanki yayılmışlar toprak buldukları her yere, yeşillikler arasına ballıbabalar. “Elime alıp emer miyim ucundan şimdi?” diye geçirdim içimden; ı ıhhh, yok öyle bir istek bende ama  “Tad alır mıyım ki eskisi gibi?” diye düşünmekten de alamıyorum kendimi. Buna rağmen eğilip bir dal kopararak tekrar tatmak aklıma bile gelmedi. Niye tatmadım ki hem? Hatırladığım tatların, eski anıların büyüsünün bozulmasından mı korktum yoksa? Yoksa yoksa o tada doymuşluğumdan mı?

       Islak yolda yürürken gözümü alamadığım, koca metropolün koskoca otogarını komşu mahalleden ayıran dikenli tellerin bağlandıkları yere kakılan derme çatma kazıkların dibinde buldukları az bir toprakta açan çimenler arasındaki o güzelim ballıbabalar, eskilere götürdü beni çoook eskilere.

        Bir resim, dimağımın duvarına asılı kalmış bir resim. Hareketleniyor birden. Ben içine girip küçülüyorum. Beynimdeki resmin karesinin imgesinden hatırıma yansıyan aynı böyle yeşillikler içinde ballıbabalar açmış olması. Bir avuç toprakta değil yalnız, göz alabildiğine geniş, uçsuz bucaksız mümbit tarlalarda. Ve o tarlalarda kızlı erkekli beş on çocuk arkaları dönük hoplaya zıplaya, neşe içinde koşuşuyoruz tablonun içine içine doğru. Tablo içeri doğru uzayıp, derinleşip, gidiyor. Hem içindeyim tablonun gidiyorum çocuklarla beraber boyumuzca çayırları yara yara, hem de arkalarından seyrediyorum onları tablonun dışından. Ben hangisiyim, hangi bedende koşuyor ve dünden bu günün dününü gözlüyorum diye düşünürken kimseyi de çok hatırlama- dığımı fark ediyorum; canım sıkılıyor gene. Dışındayken seyreylediğim tablo mavi, yeşil, sarı, lila ağırlıklı. İçinde koşuştuğum tablo; dışarıdan içeri- içerden dışarı geçişlerdeki griliklere rağmen, tabiattaki renklerin açıklı koyulu tüm tonlarını içermekte.

           Onca çocuk içinde bir bedenin içinde koşuşan bir ben tanıdık, yüzlerini hatırlamıyorum diğerlerinin, ondan ki resmi arkadan gözlüyorum hatırımda. Neşe ile coşup oynadığımız ne de çok şey paylaşılan arkadaşlıklardan geriye tek bir hoş seda kalırken nasıl oluyor da bir kır çiçeği tüm kıvrımları ve kokusunun tüm aroması, rengi ile yanımızda beliriveriyor.

           Çocukluk arkadaşlıklarını ömürlerince sürdürenleri kıskandım hep. Konup göçmekten kalıcı dostluklarım olmadı hiç.  Ondan olsa çocukları çok sevdim, arkadaş oldum onlarla. Sürekliliği yok çocuklarla arkadaşlığımın ama, çocukluk başlangıç ya yaşama, arkadaşlığa başlıyorum, çocuklar büyüyor, ben başka diyarlarda,  başka başlangıçlarla yeni çocuk arkadaşlarımla yeniden merhaba diyorum bir müddet sona erecek dostluklarıma…

        Onca yaşanmışlıklardan, paylaşmışlıklardan geriye yalnızca adsız çocuk arkadaşlarım ve çocuk ben beliriyoruz koşuşan, diz boyu otlarla renk renk çiçeklerin bittiği tarlalarda belleğimde şimdi çiçeklerin biçimleri, renkleri ve kokularıyla beraber. Neler konuşmuştuk, nelere gülmüştük ve üzülmüştük, hangileri sınıf arkadaşımdı, hangileri komşu, kimdi onlar, şimdi nerelerdeler, nasıllar? Elde kalansa eylemlilikler şimdi, her daim aynı olan, hiç değişmeyen börtü böcek , çiçek çimenle beraber. Börtü böcekler, çiçek çimenler de mevsimlik değil mi benim dostluklarım gibi? Ağaçlar gibi yıllanamıyorlar, köklenemiyorlar, tıpkı benim gibi… Sil baştan sil baştan her bahar yeniden yeniden doğuyorlar çiçeklerle çimenler, börtü böcekler, ne şekilleri ne renkleri değişiyor, göçüp göçüp konarken; benim ruhumun, insanlara olan sevgimin aynı olması gibi.

       Memur çocuğu olmanın sonuçları bunlar işte; hele de durmadan sürülen sürgün bir memurun çocuğu; bir yere konuyorsun ve arkadaşlıklar, dostluklar pekişmeden göçüyorsun zorunlu. ”Sürgün her yerde hep yalnızdır” diyor ya Sezen şarkısında, çocuklarının sürgünlüklerinden sağa sola savrulmuş- luklarından, kalabalıklardaki yalnızlıklarından insanların başlangıçlardaki yadırgayan bakışlarından, dışlanmışlıklarından bahsetmiyor hiç.  Sürgün çocukları her yerde hep dışarıdan seyredendir, yapayalnızdır oysa. Lütfettiklerinde onlarla oluyorsun o da niceden sonra , tam da yeni bir sürgün dönemi başlayana doğru. Tam da ballıbabaların kıyıda, köşede, kazıkların dibinde açıp da çoğu insanlarca fark edilmedikleri gibi.

       Sonra sonra alışıyorsun ayrılıklara üzülmemek için bu günkü gibi sessizce göçüp gidiyorsun, ağlamaklıklar olmasın diye sessiz sedasız. Gözyaşlarını içine akıta akıta yüreğine, sıkıştırırsın acılarını, hüzünlerini, ayrıkları ve özlemlerini yüreğinde; sertleşir sıkışmışlıktan taş olur, kaya olur yüreğin de ,bir de taş bastın mı bağrına sen de sertleşirsin taş olur kalbin, ağlamaz olursun acılara da , ayrılıklara da, yalnızlıklara da,yaşayıp yaşayıp birbirine eklenmeyen tükenmiş zamana daa…………. Ve içine alınmayan paylaşımların, yadırganmışlıkların, dışlanmışlıkların çocuk kalbindeki küslüklerine de alışıyorsun. Küslüklerin de ekleniyor birbirine ve öylece yalnızlaşıyorsun kalabalıklarda tekleşiyorsun. Her şeye, herkese anlamını bilmez kırgınlıklar taşıyorsun, minik yüreğinde taşıdığın kocaman insan sevgisine rağmen. Ve de anlam veremiyorsun insanlara aş, iş, istemenin, dostça, sevgiyle, barış içinde, kardeşçe yaşamayı istemenin, öyle olmasının dünyaya huzur getireceğini söylemenin nesinin kötü olduğunu çocuk aklınla sorgulayıp duruyorsun da yanıtı yok ortada, yanıt verense hiç yok. Kendinle konuşa konuşa sürgünlerdeki yalnızlıklarda kendinle dost oluyorsun çoğu kez de, arada sırada da kendine de düşman.   

      Yüzleri, adları gelmese de hatıra, hatırladığım işte böyle o vakitler her birimiz bağdan açılan danalar gibi zapt edilmez bir coşkuyla koşarak açıldık mı kırlara, bir kaç dal koparıp demet demet buket yaparak elimize papatya ve ballıbabalardan, otururduk arkadaşlarla neşe içinde papatyalarla bezenmiş çimenler üstüne ya da yüksekçe bir kayanın tepesine… Kâh bir papatyanın üzerine konmuş minik bir uğur böceğini alarak avucumuza tekerlemesini yuvarlatıp durarak dilimizde “ Uç uç böcecik annen sana tellik pabuç alacak…” diye uğur böceği uçururduk masum dileklerimize, kâh papatyalardan fal bakardık olmayan çocuksu sevgimize “Seviyor-sevmiyor…” diye, kâh kınalar yakardık kırlardaki oyunlardan kir pas olmuş ellerimize, en çoğu da o kirli paslı ellerimizle bal emerdik tadına vara vara ballıbabalardan kirin tozun tadını da katarak. En zevklisiyse yüksek kayalardan salındırdığımız bacaklarımızı aynı tempoda sallandırmaktı sanki yaptıklarımızın tadı böyle daha bir çıkıyordu.

         Üzerine zevkle konduğumuz o kayalar ki kocaman kocamandılar. Tarlaların uçsuz bucaksız olduğu gibi kayalar da dağ gibi yüce görünürdü gözümüze. Masallardaki Kaf Dağı bu kayalardı bizim için, kayaların üzerinden görünen uzaktaki çok uzaktaki görünen yerlerde peri padişahının evleri. “Güneş’e Gitmek İsteyen Çocuk” metni vardı Türkçe kitaplarında; çocuk yürürdü yürürdü de güneş hep uzaktaydı, varamazdı ona, işte o yüzden uzaktan gözüken peri padişahının evleri ulaşılmaz diye gitme isteği bile olmazdı içimizde, hem kötü büyücü de yollarımızı kesebilirdi. Bize kırlar bahçeler yetiyordu, dünyamız bahçelerimizin büyüklüğü ile sınırlıydı, hayal kurmak bile yasaktı, hayallerimizin önünde elinde zehirli kırmızı elma ile bekleyen cadı her daim hazır, nöbet tutmakta idi.

         Dünya büyüktü de biz büyüyünce mi küçüldü bilmem, şimdiyse uzaklar çok uzak değil, güneşe varamadı çocuklar ama koca koca adamlar gökyüzüne çıktılar da  koca koca sert kayalarsa  hiç yok. Bırak kayayı sokak aralarında ufak bir çakıl taşı bile bulmak ne mümkün. Oysa çakıllardan özenle topladığımız taşlardan ne oyunlar oynardık; üç taş, beş taş, dokuz taş, sek sek, tombik…

           Şimdiki çocuklar taş nedir bilmiyorlar ki kayayı ne bilsinler. Tek karşı geldiklerinde kızdırdıkları annelerinin öfkeyle; “Kafanıza taş yağacak taş!” deyince duydukları sözün beton binalarda yankılanan anlamsızlığı ve ceza için çok kötü bir şey olduğunu sezmeleri… Ya da Taş Devri Çizgi Filmindeki modernizasyon sunumlar içindeki sembolik isimler: Çakmaktaş, Moloztaş, Sertkaya, Çakıl… Ve ya adı soyadı taş ve kayanın ad ve pekiştirici birleşenleriyle ünlenen yakınları… Bir de olsa olsa annelerinin eski sokakları özlemelerinden olsa gerek bu günlerde moda olan taş motifli yumuşacık halı ve yollukları evlere sermelerinden tanıyacaklardır taşı, o da açıklanırsa annelerince onlara. Yoksa şagi halılarının ki gibi yumuşacık sanacaklar kayaları da birileri taş attığında onlara, acıtmaz düşüncesiyle kıllarını bile kıpırdatmayacaklar, analarına edilen nice küfürleri, nice taşlamaları yiyip de “Şakalaşıyoruz” diyerek gülüp geçmelerine bakıldığında... Bu onursuzluk girdabında üzerimize yuvarlanan kayaların altından nasıl kalkacağız ki   nasıl?
         O kayalar ki üzerinde biten renk renk yosunlarla oyunlara dalıp saatlerce oyalanırdık öylece üzerinden düşmek korkusu olmaksızın. Hangi yosun taze, hangisi kına olur ve daha iyi tutar bilirdik. Evet kına. Kaya yosunlarından kına yakılır çocuklarca ellerine. Kına içinse ufak bir işlem gerek; su ve minik yassı bir taş bu işlem için yeterli. Taşı bulmak kolay, her yan da renk renk, boy boy, şekil şekil var. Ya su, yanı başımızda pek bulunmaz. Dereye ya da pınara varmak gerek. Beraberimizde su taşıma alışkanlığımız yoktu, pet şişeler üretilmemişti ki, matara da askerler ve yavrukurtlara mahsustu. Susuz da pek olmazdık hani; nerde olursa olsun bir pınara, bir çeşmeye, bir kaynağın yalağına dayayarak ağzımızı üstümüzü ıslata ıslata kana kana su içerdik. Avuçlarımıza doldurduğumuz sularla birbirimizi ıslatmaya çalışmamız da cabası.

      Kayalığa oturmuşuz bir kere, su getirmek için yola kim koyulur şimdi, oyunu bırakıp; hem neye koyarsın ki suyu; tükürük ne güne duruyor, tükürüp tükürüp kaya yosunlarına, kayanın diplerinde ufalanmış olanlardan bulduğun minik, yassı güzel bir taşı da aldın mı eline, sürterek tükürülmüş yosuna macun kıvamında bir köpük oluşturur, oluşan köpükten bir dal parçasının ucuyla desen desen nakış oluşturup, kına yakardık elimize; başımızda mahalledeki ablaların papatyalardan ördüğü taçlarla etrafa caka satarken; ağzımızda da sakız otlarından oluşturmaya çalıştığımız sakızlar, çiğnene çiğnene… Tükürük yarışı da yapardık en çok kim biriktiriyor ağzında diye.

         Günlerce gitmezdi elimizden kınalarımız, gururla dolaşır dururduk. Nedense evde yakılan kınayı pek yaktırmazdık ellerimize, öğretmenler de kızardı zaten, kokusu da itici gelirdi o vakitler ama bu başkaydı, bu bizim eserimizdi; kokusu da daha bir güzeldi. Azar işitmeye değerdi doğrusu.

        İşte o kınalı ellerdeki ballıbaba demetinden bal emmeye koyulursun. Hangisinden başladığının farkında değilsindir, birini alıp parmaklarına, kondurursun dudaklarının ucuna emersin. Sanki çeşmeden şarıldayan su akacak, çağlayanlar gibi coşkuyla akacak yayılacak ağzına diye iştahla beklerken ufacık,  belli belirsiz bir damlacık gelir diline. Damla ufacıktır ama imbikten geçmişçesine öyle bir tat yayılır ki ağzına ve oradan ruhunun en ücra haz köşelerine; çikolataları paket paket, meyve aromalı şekerleri avuç avuç, çeşit çeşit meyve reçellerini meyvesiyle beraber kaşık kaşık yersin de, bin bir çiçekten alınmış balı da öyle; vermezler ballıbabanın bir damlacığının verdiği hazzı. Tadını aldın mı bir damlasından bir kez bırakamazsın da sonra ötekini ötekini ve diğerlerini aynı hazla emer durursun… Doğa öyle bir özenle damıtıp çiçeğe yerleştirmiş ki balını tadı yıllarca yıllarca damağında kalır böylece.

     Çiçekleri kadınlarla özdeşleştirirler de kadınlara da çiçek gibi denir hani, çiçeklerin adları da onlara konur ya, balını anladık anlamasına da neden “baba” demişler adına gariptir bu bol veren, bal veren eşsiz güzellikteki anaç çiçeğe. Muhtemelen baba adını yakıştırmadıklarından olsa gerek  Anadolu’nun bir çok yerinde “Bal otu” denen bu güzel çiçek için sorsaydılar bana “Balana” demek isterdim ben, daha bir yakışırdı bu ad. Hem zaten rengi de morumsu. Kadın rengi. Gerçi renklerin cinsiyetlerini belirleyenlerden değilim ya böyle söylenegelmiş, erkeklere soğuk renkler, kızlara sıcak renkler yaraşır diye.  Analar vericidir evlatlarına, babaları yabana atmıyorum ama ana bir başkadır, benim anam da öyle. Ondandır ki “balana” olmalıydı bu çiçeğin adı “balana”. Nasıl da taktım şimdi. Sabitleşti bu bende bak, yol boyunca ballıbabaları gözlemeye taktığım gibi.

      Henüz Şubat’ın son günleri. Baharı müjdeleyen ılık bir hava.  Yağmur yağmasına rağmen, ağır ve düşünceli yürüyorum üşümeden, paltomun ilikleri açık. Daha üç beş gün öncesi kar vardı buralarda, donuyorduk içerde bile. Cemreler düşmeye başladı ya, kandı bu sıcaklığa çiçekçikler; hâlbuki yağ donduran günler gelebilir yeniden. Bu ne aceleciliktir ki uyanmaya tez elden başlamış doğa. Dodi bezercesine bezenmeye başlamış daha şimdiden. Hiç de erinmiyorlar; çimenler, beyaz-sarı papatyalar, ballıbabalar görevlerini geciktirmeden tamamlamışlar. Minik kuşlar da cıvıldaşıyor daldan dala konarak.

       Otogara gelmiştim. Bu düşüncelerle yoğrulurken tel örgüyü ve kazıkların dibinde biten ballıbabaların içinden girdiğim çocukluğumun düş bahçelerinde koşuşurken, farklı mevsimlere doğru yolcu taşıyan birçok peronun önünden geçmişim. Çığırtkanlar pek çok şehri ünlemişlerdir muhakkak ama ben “İzmit, İzmit, on arabası, var mı İzmit? ” sesiyle ayrıldım çocukluğumun ballıbaba tarlalarından. Ve o resimdeki hareketler de yavaş yavaş ağırlaşıp canlı renkler grileşerek donuklaşıp belleğimin duvarında yerini aldı yeniden. Bu güne dek bir yanım hep o tabloda kaldı, çocuksu, mutlu ve özgür. Diğer yanımla büyüdüm tablodaki yanımdan güç kuvvet alarak. Çocukluğumun anıları uzak olsalar da bu güne, yine de ne kadar yakın ve tanıdıksalar, bu ses de öyle tanıdık ve sıcak. “İzmit var mı İzmit?” Tıpkı damağımdaki ballıbabanın tadı gibi dimağımda…

    Okuduğum, büyüdüğüm şehre İzmit’e gidiyorum.  Ufak bir işim var. Bu gün okuldan, papatyalarımdan ayrıldım.  Oysa okul günü gider miydim bir yere, bırakıp da iş için hiç?...

         Kendimi bildim bileli okuldayım ben. Daha okula gitmezden okuldan ayrılmazdım. Gitmediğim günlerde öğretmenin özel isteği ile çağrılırdım öğrencilere örnek gösterişi için.

       Nasıl öğrendim, kim öğretti bilmiyorum; okula başlamadan okuyup yazabiliyor, binli sayılarla işlem yapabiliyordum. Milyonları bilmiyordum, milyon- milyoner kavramı toplumda yaygın değildi galiba. Hatta hatta bilinmiyordu sanırım. Babam öğretmen olduğundan köydeki diğer öğretmenle ailece görüştüğümüz için benim bu durumumu bilen öğretmen model kullanıyordu beni.  Ben küçücük yaşımda okuyup, problem çözdükçe öğrenciler de dayak yerdi öğretmenden bilemedikleri için. Kim bir şey bilemezse eve elçiler geliyor genellikle de abim, okula öğretmenin çağırdığını söylüyorlar, ben de dünyanın tek kurtarıcısı  edasıyla koştura koştura okula gidiyorum. Öğretmen “Oku” diyor, okuyorum; “Say”  diyor, sayıyorum; “İşlem yap” diyor, yapıyorum; her bildiğime karşılık sınıfın öğrencileri dayak yiyor. Başlangıçta hoşuma giderdi, oyun gibi gelirdi bu bana, sonraları büyükler ağladıkça canım hiç gitmek istemiyordu okula. Benden de nefret etmeye başlamışlardı; o bir yana üzüntüleri üzüntüm olmuştu. Kızmalarından, küsmelerinden de çok korkuyordum. Bu korku ve üzüntü beni olgunlaştırmaya yetmişti. Yaşantım boyunca da başkalarının mutluluğu için çalıştım, empati duygum fazlasıyla gelişmişti ;hemen hemen haftanın birkaç günü tekrarlanan bu olaydan ötürü. Kurnazca bir çözüm buldum çocuk aklımla; öğretmenin sorularını yanlış yanıtlıyor, eksik ve yanlış okuma yapıyordum. “Yaşasın” dı öğretmeni alt etmeyi başarmıştım, en azından benim bilmişliğimden kimse dayak yemeyecekti. O öğretmen benim ilk öğretmenim oldu sonra, bir buçuk yıl kadar. Fazlaca anım yoksa da o yıllardan , sevgim hiç oluşmadı ona karşı hep bir nefret taşıdım yanı başımda ilk öğretmenime dair.

       Yıllar sonra tam hatırlamıyorum ama seksenli yılların ortalarıydı, Bakanlığın bir dergisinde yılın öğretmeni seçildiğini okudum ilk öğretmenimin, ben de birkaç yıldır öğretmendim; aynı yerde çalışıyordu hiçbir yere göçmemişti anlaşılan oysa biz çok yerler gezmiştik sürüle sürüle babamla beraber, o düzen içinde düzenini kurmuştu bile. Yazıyı okuyunca buruk bir gülümseme yayılmıştı dudaklarımda, benim beşli altılı yaşlarda anlayabildiğimi birileri anlayamamıştı benim otuzlu yaşlarımda hala. Yılın öğretmeni benim ilk öğretmenimdi, biz hala içimizdeki sürgünlerdeydik. Onu yılın eni seçen zihniyet;  onun da hedef gösterdiği meslektaşlarını Eylül vurgununda,   katlettiği öğretmenlerin üzerine sünger çekiyordu, günah çıkarıyordu  böylece.

         Otuz yılı geride bırakmıştım mesleğimde bu gün… Aslında geçip giden yılların pek bir anlamı yoktu şöyle bir düşündüğümde. Bir çoğu birbirinin aynı geçen günler ve onları kovalayan özel günler ve kah birbirini doludizgin kovalayan kah ağır aksak sürüp bir türlü bitmek bilmeyen, Eylül’de başlayıp, Haziran’da tamamlanan seneler… Tek değişen çocuklar ve zaman geçtikçe değişen, gençleşen öğretmenler. Ve de hiç eksilmeyen ilk günün heyecanı, başarma azmim ve ideallerim…

         Ben hep ordaydım. Gelip geçenler vardı. Hep aynıydım sanki de insanlar gençleşiyordu bir bir diye düşünüyorum yüzeysel olarak. Ya içine daldığımda yılların nice hayatlar, nice canlarla yollarım kesişmişti, nice papatyalara dokunmuştum, nice güzellikler dolmuştu hatırat dağarcığıma sayısızdır.

     İsteğimde yoktu öğretmen olmak ya. Evimize yakınlığından rastgele girdiğim Öğretmen Lisesi, ardından Eğitim Enstitüsünü okuyup Hakkari’de öğretmenlik yapmak, hiç öğretmen gitmemiş bir köye öğretmen olarak gitmek tutkusu bu şehirde, İzmit’te oluştu.

           Önce,  henüz kırk elli yıldır şehir olmuş bu kentten; otuz yıldan sonra ilk buraya gelirim diye geçmemişti aklımdan. Asırların kenti Amet’ in de yeni yeni kent olmuş bu şehirden daha geri kalmış olduğunun gelmediği gibi. Nesimi’ yi, Ahmed Arif’i, Süleyman Nazif’i, Faik Ali Ozansoy’ u, Adnan Binyazar’ ı, Orhan Asena’yı, Ali Emiri’ yi, Sezai Karakoç’u, Cahit Sıtkı Tarancı’yı ve daha nice değerleri yetiştiren bu kültür beşiği nasıl bu kadar geri kalırdı, nasıl böyle yoksul olurdu, nasıl bilgiden yoksun olurdu her şeye rağmen  o kara kara, ışıl ışıl yanan gözleri sevgiyle bakan insanları.

        Şimdiyse geliverdi nedense ilk görev yerim olan Diyarbakır-Ergani ve Çayköy’e varışımız… Evliliğimin ve mesleğimin ilk günleri Oradaki uyum süreci, yaşam,  mücadele, yokluk, soğuk, kuzine sobamızı yakmaya çalışmam, tutuşturmak için kırdığım çırpılardan yaralanan ve hiç yarası geçmeyen ellerim, ellerim yaralandıkça canımın acısına sığınıp bahaneden yalnızlığıma, özlemlerime  ağlamalarım, kuzinenin fırınında pişireceğim  ekmekleri  mayalamalarım ve mayanın tutmayışı, su taşırken karda kayıp düşmelerim, köylülerin bu duruma gülmeleri, eteklerimin ıslanıp donması, soğuktan üşüyüp ağlamalarım, donma tehlikesi geçirmelerim, dondurucu soğuğa rağmen inadımdan başıma atkı, bere dahi takmayışım, incecik çorapla gezişim , tüm bunları unutturan canım olan eşimin sıcak sımsıcak sevgisi, köylülerin kışta aç kalmayalım diye kurutulmuş sebze, pestil, ceviz, badem,  ayran, tereyağı  ve en önemlisi ekmek taşımaları, öğrencilerim, ilk olanlar, dörde beşe gidip de okuma –yazma bilmedikleri halde önlerindeki kalın kalın dördüncü- beşinci sınıf kitapları açık öğretmeni heyecanla bekleyen  birleştirilmiş sınıf öğrencilerim.

        Yirmi yedi taneydiler, ayıp bana ki bir kaçının adını hatırlıyorum ilklerimin. Bir de “İlkler unutulmaz!” derler – İlk birkaç ay okuttuğumdan olsa gerek adlarını hatırlamayışım.  Bi de aynı isim ve soy isimden birden fazla olduklarından olsa diyorum.. Taştanlar vardı, Kılıçlar vardı Topraklar vardı, Demirler, bir de Kayalar vardı ha bi de Aylar ve de Özoğlular, Ötenenler, Yıldırımlar  hatırladığım. Ama yüzleri, oturdukları yerler hep hatırımda. Hiç bir zaman bireyleri sıradan görmedim herkes özeldi, öğrencilerim de tek tek öyle.

         Ertesi yıl bir almıştım, Kız öğrenciler okula gelsin diye. Öyle de oldu, bitişik köyden gelen iki tane kızımız bile oldu, Remziye - Fatma Bahçe kardeştiler. Bir de hevesliydiler. Tipili havalarda dahi bir gün aksatmadılar okulu. Herkeslerden erken gelir, donmuş elleriyle yazdan körpe meşe dallarını kesip, keçilerin kışın kuru yapraklarını yediği çırpıları kırıp sobayı tutuştururlardı. Ben çırpı kırmayı bile beceremez her yerimi yaralar kanatırdım.  Akmış burunları, kızarmış yüzleri, ıslak çorapları ve büyük bir sevdayla bakan, gülen gözleriyle öğretmeni, beni beklerlerdi. Hiç biri ayakta olmaz, üşümelerine rağmen sobanın başına üşüşmezlerdi. Kitap ve defterlerini açmış öylece beklerlerdi. Bu ne sevda idi okuma- yazmaya, öğretmene karşı. Onlar sadece okur-yazar olacaktılar, ötesi yoktu onlar için. İdealleri okur- yazar olmaktı sadece. Ortaokul, lise, hele de üniversitenin hayali bile kurulmazdı. Kitapları yoktu okuyacak. Elde, bir mektup yazmak adına; okumak kalıyor. Evlilikler köy içinde gerçekleştiğinden gurbette pek kimseleri de yoktu mektup yazacak, bir yirmilik erkekler askere giderdi. Gurbet sayılırsa ona da ya bir ya iki mektup yazılırdı, yirmi ay içinde. Köyün ulaşımı kışları zor olduğundan yaşamın yüzyılların gerisinden rötarlı geldiği gibi er mektupları da rötarlı gelirdi Gisto’ya. İşte tek hedefleri okuryazar olmak olan bu çocukların beni bekleyişleri ne çok yüceltiyordu beni anlatılamaz. Bir öğretmenin bundan daha büyük hazzı olamazdı. Bu çocukluğumun ballıbabaları emişimizdeki duyduğum haz gibiydi, eşsizdi. Ben bu durumu yıllar sonra okuttuğum son sınıfımda anlattığımda; “Öğretmenim, eski  öğrencilerinizi çok kıskanıyoruz, onları öyle bi anlatıyorsunuz ki konuşurken gözleriniz parlıyor.” diyorlardı. Nasıl parlamasındı, bu tad çook ballı idi.

      İlk göreve başlayışımda Aralık’tı. Ergani’den  Köye doğru giderken iki gün sonra bozulup bir daha tamir olmadığından ilk ve son defa bineceğimiz köyün köhne minibüsünün  camından dışarıyı seyrederken kış değil de bahar görüntüsü vardı, üç gün sonra dört ay kalkmamacasına kar yağacağa benzemiyordu hiç. Hava da öyle sıcaktı ki. İçimde de hiç bitmeyecek bir bahar umudu. Gözlerimse ışıltılı. Ben gidiyordum Çayköy’e (Gisto’ya), her şey çok güzel olacaktı. Gözlerimdeki ışığı, içimdeki umudu götürüyordum. Ergani’den çıkmış, Gülbaran’ dan derlediğim güllerin kokusunu sıkıca avuçlayarak. O umudu hep içimde besledim büyüttüm, içimdeki Hakkari’yi ısıtıp ışıtacaktım. Dönem dönem paylaştım çocuklarla, arkadaşlarla böylece daha da büyüdü çoğaldı umutlarım, bir tek tarlalarda çoğalan çiçeklerce. Bozuk köy yollarında ara ara inen köylülerin iteleyip yürüttüğü, kırk yedi kiloluk beni ağırlık olsun diye oturttukları bozuk bir minibüsle ilerlerken bilmediğim bir köye, bilinmez değildi yaşayacaklarım, tahmin edebiliyordum az çok, yollar da yolculuk da yolcular da anlatıyordu zaten. Anımsadığım o günden hava çok güzeldi, baharı andırıyordu, ben ışığı götürüyordum içim coşkuluydu ve camından seyrederken minibüsün dışarıyı hiç bir çiçeği, yeşilin tonunu, ağacı kaçırmamaya çalışarak tek tek inceliyordum. Yıllarca öğrencilerimle tek tek ilgilendiğim gibi.



        Yıllarca içimde taşıdığım ve taze tuttuğum bir istektir;” Bir arabam olacak ve hep yol alacağım onunla bilmediğim diyarlara, bilmediğim eşsiz güzellikleri tanımaya. Ama daha da çok yolculuk esnasında yol kenarında fark ettiğim, bilmediğim, tanımadığım farklı farklı yaban çiçeklerini hiç birini es geçmeden seyretmek, her cinsten bir tanesini  koparmak, onları tanımak, onlara yakından bakmak, incelemek dahası içime içime koklamak için eğleşmek” isterdim. Bu hayale kapıldığımda yolun hiç ilerlemeyeceğini düşünsem de bir gün arabalı- arabasız yollara düşüp, yol kıyılarındaki eşsiz güzelliklere dair hayallerimi gerçekleştirmeyi hep içimde özlemle taşıyorum. Gerçi geçirdiğim otuz yıllık yolculukta eğleştiğim yerlerde birçok eşsiz güzelliğe, eşsiz çiçeğe özellikle de papatyalara dokundum. Her birinin ayrı izi kaldı bende ama bu da ayrı bir hasret, dünyanın bütün çiçeklerini görmek ,onları tanımak ve dokunmak istiyorum onlara .

      Otobüsün camından seyrederken dışarıyı baharın gelmiş olduğunu iyice fark ettim, ben giderken otuz yılın ardından, hele de İzmit’e yaklaştıkça. Daha geçen hafta kar vardı ve donuyorduk soğuktan. Bu çimenler ne vakit bitip büyümüştü ve çiçekler hangi ara tomurcuklanıp açıvermişti. Doğa yeşile boyanmış bir tuvali andırıyordu, yer yer sarı ve mor fırça darbeleri vurulmuş. Ne çok da iş çıkarmıştı bir haftada Yaratan.

       Hani doğa bir haftada neler neler sunmuştu ya sofrasında , ben de şu son bir haftaya otuz yıl yapamadıklarımı sığdırmaya çalışmıştım. Elim ayağıma dolandı, durdu oysa. Sanki ben olmazsam eksik kalacakmış, yarım kalacakmış gibiydi çabalarım. Herşey bi tamam olmalıydı, fakat beceremedim. Oysa yüreğimin sevisi, gözlerimin ışıltısı, ellerimin sıcaklığı bitmemişti daha. Birinin elini tutmalı, sıcaklığım soğumadan sıcaklığımı ona aktarmalıydım.

         İzmit’in yeşilini çok güzel bulurum ben. Bir de Ardahan’ınkini. Sanki başka yerin çimenleri böyle güzel, böyle canlı yeşil değil. Tanrımın keyifli anına denk gelmiş de en güzelinden cömertçe boyamış yeşilini buralarda, cennetinkini. Yol boyunca çimenlere, çiçeklere ve ağaçlara takılmıştım. Daha çok da ballıbabalara. Sanki yolda başka bir şeyler yoktu.

         Bir ara olmazsa olmaz cinsinden trafik sıkıştı. Malum yol yapımı olsa gerek, haliyle biz de duraladık.

       Sağ taraf ki bahçe görülmeye değerdi. Genişçe bir bahçe yemyeşil, ortasında İnsan boyunda pembeler açmış bir bahar dalı, dibini sarmalayan büyükçe bir öbek ballıbabalar ve çimenlere serpiştirilmişçesine aralara yayılan sarı sarı papatyalar ve tek tük cılız beyaz papatyalar; yılbaşı için bezenmiş nahılı andırıyorlar. Pırıl pırıl, tertemiz, capcanlı ve bakir. Kırların tanrısı Pan az önce buralardan geçmiş olmalıydı.

       Birden bu bahçenin ortasında sen beliriyorsun gözlerimin önüne. Sen, bahar dalı ağacı ve ballıbabalar. “Balkız!” dedim birden. Yalnız olmadığımı unutarak sesli söylemişim, etrafıma biraz mahcup bakındım, çok şükür ki herkes kendi alemine dalmıştı. Bir, yanımda oturan genç kız “ Duydum da, bi şey mi var?” der gibi bakınmıştı. Ona hafifçe gülümseyerek döndüm yine dışarı doğru. Bir anını, bir karesini bile kaçırmak istemiyordum o güzelliğin.

       Neden takıntıya dönüştü bugün bu ballıbabalar bilemem, otuz yılın sonunda ayrılığın acısının tatlanması olsa gerek, bir avuntuydu belki de.  Evet evet “Balkız” olmalı onların adı. Sen hep siyahlar giyersin ya ben seni işte siyahlar içinde de olsan o sıcak gülüşünle bahar dalı pembesi ve lila arası bir renkle özdeşleştirirdim; krizantem mi diyorlar, beatris mi ne, o renge, tam anımsamıyorum şu an ya. Tanışıklığımızdan bu yana kendimde oluşturduğum sana ait sorunun yanıtı burada saklı imiş. Siyahlar içindeki kızın gizemi bahar dalı ve ballıbabaların renk karışımında. Bir de bildiğim, üzerine minik bir uğur böceği konmuş beyaz bir papatyaya.

      Ballıbabalar tam da böyle kıyı köşelerde, diplerde çıkarlar, genelde yanlarında ısırganlar olur. Her ikisi de çok sıradan gelse de bize ,çok şifalı bitkilerdir. Isırganlar çiçek açmaz ama dalar insanları, canını yakar, diğeri ağzını tatlandırır. Bal otunun muhteşem bir görüntüsü var aslında pek önemsemesek de. Yabani görünümüne aldırmamak gerektiğini düşünüyorum, yabanıllığının yanı sıra  doğal bir yapısı var, hiç de bulunduğu ortama aykırı düşmüyorlar.  Yanına yaklaştığımızda çiçeklerin estetiğinin farkına varıyoruz ancak. Gövdesi yuvarlak değil, dört köşeli içi boş boru biçiminde ve yapraklarının üzerindeki gibi dik dikenli, yaprakları ısırganınkileri andırıyor. Isırganda daha bir acı yeşil yüklü,  tüyleri de daha ince  ve yumuşak. Ballıbabanın yanında ne kadar da masum duruşu var değil mi, oysa ballıbabalar haşin bir duruş sergiliyor. Yumuşak dikenlerinin dik ve sert duruşu aldatmasın sizi, yabanda yaşadıklarından savunma mekanizmaları dışa karşı sanırım onlar, dokunduğunuzda dikenlerin yumuşacık ve zararsız olduklarını görürüz. Benim, senin sert görünümlerimizin görenleri, yakından tanımayanları aldattığı gibi .

     Artık gözüm arkada olmayacak binlerce çocuk öksüz diye. Çünkü sen varsın. İçim rahat, içim huzurlu. Bu huzur  biraz da  vicdanımı sorgularken hissettiğim hafiflikten. Siyahlar içinde sen lilamsı bir pembesin, umut yüklüsün, gözlerindeki ışıltı en az bir otuz yıl yanacak kadar, ışıtacak kadar etrafı, sıcak sımsıcak. Sabırsız gibi görünsen de çocuklara karşı, dar zamanlara sıkışmışlığının sorunlar karmaşasını çözerken tek kalmışlığının verdiği sıkıntıdır yansıyan. Benden de yansıyan işte oydu çoğu kez dışarıya. “İnsanlarda ön yargı oluşturuyorsunuz, sizi yanlış tanıyorlar” demiştin bir keresinde. O bir başına insanların sorunuydu bir tutumla, bir sözle yargılayan. Benim hiç olmadı sorunum bu. Varlığımın nedeni duyarsızlık değildi çünkü.

      Otobüs nedense yavaş ilerliyor bu gün. İlerledikçe kâh yağmurun serpelediği, kâh güneşin ışıltılarının parladığı bir hava kuşağından geçiyoruz. Gökyüzü aynı gökyüzü. Topu topuna bir buçuk saatlik İstanbul-İzmit yoluna ne çok düşünce sığdırmıştım, ne çok yaşamı canlandırmıştım zihnimde. Daha körfez kıyısındaydık. Oysa ben bu yolculuk süresince otuz yıl geriye;  Diyarbakır’a gidip gidip gelmiştim birkaç kez, orada güneş yanığı tenli insanların sıcak yüreklerine, yaşadıklarına, yaşayamadıklarına, küçük ama kocaman dünyalarına,  özlemlerine… Birkaç kez de dokuzlu –onlu yaşlarımın ballıbabalarla süslenmiş uçsuz bucaksız tarlalarına, o tarlalardaki özgürce koşuşmalardaki mutluluklara, babamla beraber ailece sürülmüşlüklerin, kovulmuşlukların itilmişliğindeki dışlanmışlıklara, ötelenmişliklere, küsmüşlüklere, yalnızlıklara ve her şeye rağmen sevmeye, her şeyi ve herkesi sevmeye devam etmeye. Giderken de olsa geriden gelen öğrencilerin bu bozuk eğitim çarkındaki debelenişlerindeki akıbetlerini  düşünmeye zorlanıp gidip gidip gelmiştim.

       Körfez kıyısında gene yeşillik bir alan. Yarımca’dayız. Bu kez ballıbabaların, bahar dallarının, sarılı beyazlı papatyaların yanı sıra, beyaz beyaz martılarla, kara kara kargaların bir arada gezindiği güneşin daha bir parlattığı çimenler görünüyor. Martılar ve Kargalar. Zıtlıkları ve ortak yanlarıyla doğanın ayrılmaz canlıları ısırganlar ve martılar gibi. Ak ve kara olmalarına, birinin sevimli diğerinin aptal olmasına, birinin balıkları, diğerinin solucanları sevmelerine karşın ortak yanları, İkisinin de suyla ilintileri. Biri suda yaşamayı sever, diğeri yağmur getirir. Biz insanların da çeşitlilikler içinde çok güzel bir renk armonisi oluşturduğumuzu, bu armoniyle gıda alıp beslendiğimizi biliyorsun sen de. Biri olmadan diğerinin bu tatta eksiklik oluşturduğunu da. Tarlalardaki çiçeklerin ve çimenin oluşturduğu renk cümbüşü de hayatımızın anlamını oluşturan tatlardan değil mi ki? Ya çocuklar, renk renk , farklı farklı değil mi, her biri diğerine benzese idi ya, ne tat alırdık ki onlardan. Tek benzer yanları zaman içinde üzseler de bizi ballı olmaları.

    Ben giderken adım adım, yılların da geçtiğini hissettim derinden; sen de yıllanıyordun o arada. Yıllar ilerlerken senle beraber sorunlara sorunların eklendiğini, hiç biter gibi görünmediğini fark edeceksin şimdiki gibi. Gözlerdeki ışıltılar yavaş yavaş yerini, hüzne bırakacak, kaygıya bırakacak, kızgınlığa, hiddete bırakacak. Bilgece bakacaksın daha bir. Rengin hiç değişmeyecek; gözlerinde şefkat kalacak en çoğundan, sevgi kalacak en güçlüsünden. Zaman zaman ışıltı bir coşacak bir coşacak gençleşmiş hissedeceksin kendini, etrafında körpe dimağlar, genç arkadaşların olacak, sen hep sen olacaksın da sadece yıllar gelip geçecek, öğrencilerin değişecek, mekânlar bir de, bir de arkadaşların. Işıltıların yanına çok şeyler eklenecek, çok şeyler. Gözlerinin yükü omzundakinden daha fazla olacak. Yıllarla beraber gözlere eklenenler ışıltıları kaybetmeyecek bunu bil, ben tam kayboluyor derken sen geldin imdada bak. Şu an gözlerim ışıltılanıyor eskisi gibi. Sanki yağmur yağmış da toprağa değmiş gibi kokusu da içime işlemişçesine bir büyülüyor ki senin bana dokunmuşluğun.

        Armağan ettiğin Vedat Türkali’ nin “Bir Gün Tek Başına’ sına” yazdığın “Kemanın hep güzel çalması dileğimle” dileklerine ben de katılıyorum, benim kemanım güzel çalacak hüznüm geçince biliyorum. Umarım seninki de öyle.

        “Nasıl da güzel çalıyor adam ulan bu kemanı.” ile başlayan o güzel  şiiri Şefik kardeş bahsetmişti de bizi de bir merak sarmıştı hani tanımak, okumak için. Aramaya koyulduk sonra, illa ki okuyacak, dinleyecektik, Şefik de zorluyordu sevmemiz için şiiri. Aramıştık da her yerde. Plak şirketleri, yayınevleri mi kalmadı ki aramadık, arkadaşlar mı kalmadı sormadık, kitaplar mı bakmadık.  Diyarbakır radyosunu bile aramıştım. Radyo GAP’ ta dinlemiş bir kez Şefik, çok sevmiş de şiiri tekrar dinlemek istiyordu.  Hele hele  kaç kez Google’a girip çıktık ayrı ayrı Şefik’in hatırladığı sözleri sürekli girerek. Google’ da yayınlanmasına bile sebep olduk .. “ Sonunda Mersin’de CD’si bulundu da bir arkadaşı tarafından Şefik’in, o gönderdi bize , böylece dinleyebildik. Şairi Muzaffer Akkaş’ tı “Güzele” şiirinin.  Gerçekten güzel bir şiirdi; “Beni Kimse Anlamıyor” kadar olmasa da.

        Sen, ben ve Dost Şefik ne  çok dinlemiştik birlikte, hele de senin kolundan sürüyüp her teneffüste odama getirerek seni de  “Hocam şu şiiri çalsana” deyip de kemanların güzel çaldığı günlerimizde.

       Kemanlar gönül dağarcığımızda güzel çalıyorken yollarımız ayrıldı bu gün. Sen papatya tarlasında ilerlerken ballıbabalara doğru, ben de  kuytulardaki ballıbabaların yalnızlığına eşlik ediyor olacağım. Gönlüm hep papatyalarımla eğleşmek isterdi oysa.

       Sen gelende papatyalardan yana kaygım pek kalmadı, öksüz değiller artık. Ben, ben  onlarsız ne yapacağım, benim gönlüm kimlerle eğleşecek kaygısı dolu yüreğimde şimdi. Papatyalarımı yabana düşmüş ballıbabalar gibi uzaktan seyredeceğim bir zaman, içim burkularak, biraz da kıskançlıkla.

       Bu günkü yağmurlar yerine gözyaşlarım akacak boz kırlarda . Boz kırları yeşertmeye yetmeyecek biliyorum göz pınarlarımdan akanlar. Pınarlarım da kuruyacak bir gün biliyorum.  O kırlarda, vadem dolana dek bu dünyada, papatyalarımdan bir kaçının cılız da olsa açmasını çok bekleyeceğim. Çok bekleyeceğim kapımın çalmasını, bilgi ve sevi  pınarlarımdan sulayıp beslediğim papatyalarımın. Bir “Alo” demesini çok bekleyeceğim.

       Yollarda yürürken bu günkü gibi, yağmurda, çamurda , güneşte, ballıbabalarla beraber papatyaları da görmek isteyeceğim, gördüğümde bir ikisini , onların gözüne gözüne bakacağım  “Benim papatyam mı?”  diyerek; Onların da beni fark etmeleri için gözlerinin derinlerine  dalacağım. Onlardan ufacık bir tebessüm, bir hatır  bekleyeceğim.

        Bir müddet kemanlar “ Dönülmez akşamın ufkundayız,vakit çok geç, bu son fasıldır  ey ömrüm nasıl geçersen geç… …” diye içli içli çalacak . Ama yalnızca bir müddet acı içinde çalacak. Bakma sakın bu günkü hüznüme, papatyalarımla ayrılığın tazeliğinden olacak. Dedim ya işte   sadece  bir müddet. Sonra kemanlar hep güzel çalacak çok güzel çalacak.

       Evet canım sen böyle canlı renklerle bahar esintisi estirirken, benim eşsiz papatya tarlalarımda ben giderken daha bir huzurlu olacağım. Gözlerimdeki hüzün, kaygı zamanla azalıp tekrar ilk haline, ışıltısının bol haline, sendeki güzelliğe dönüşecek, kemanım hep güzel çalacak, Pan’ın bize sunduğu ballıbabalar ballarını birçok dilde tadlandıracak biliyorum e mi Balkız?

      Ben giderken nasıl gözüm arkada değilse sen varsın diye,, vuslata erdiğimde de gözlerim arkada kalmayacak; gülen gözlerle kapanacak sonsuzluk uykusuna.  Papatyalar hep güzel güzel açacak  bahar-dalı- ballıbabalı  renklerini  yansıtan, heybeleri bilgi yüklü, sevi yüklü  balkızların elinde.

        Giydiğin renkler siyahtan çeşitliliğe dönüşecek biliyorum; içininki yani bana yansıyan rengin, hani lilamsı pembe olan, hiç ama hiç solmasın.  Bahar yağmurlarıyla sulanıp daima canlı kalsın. Hayata hep gülen gözlerle bakasın. Papatyalar gibi özgür ve mutlu olasın. Uğur böceğin üzerinden ayrılıp da başka çiçeklere asla konmasın . Senin de kemanın hep güzel çalsın , uzunca bir müddet çok güzel çalsın . Hoşça kal!  Güneşin aydınlattığı, pırıl pırıl papatyalarla kal Canım Siboşum.
                                        
                                        24.02.2010        
                                  Günay UZUNER