29 Ocak 2012 Pazar

GÜN BİZİM GÜNÜMÜZ



    Merhaba benim adım Karan. Biyosfer kürenin karalar mıntıkasında koloniler halinde yaşıyoruz milyonlarca türdaşımla . Benim mensubu bulunduğum Karin Kolonisi ormanlık alanları habitat olarak seçmiştir. Ormanlarda tüm popülasyonlarla kommünite halinde yaşamı paylaşıyoruz.
      Biyosfer küredeki canlılar içinde popülasyon taşıma kapasitesi en fazla bizim popülasyonumuzdur. Küçük görüntümüze bakıp da aldanmayın sakın;  türümüzün tümünün toplam kütlesi insanların tümünün toplam kütlesinden çok daha ağırdır.

    Başka koloniler de yaşam alanlarını insanların yaşadığı çevrelerde seçmişlerdir. Arkadaşım Onca'nin Kolonisi İnca'nın olduğu gibi. Onca ile antenlerimizle haberleşiriz. O bana kendi habitatlarından, ben de ona bizim yaşantımızdan bahsederiz. İkimiz de kolonimizin öncüsü olduğumuzdan zaman zaman  algıladığımız yiyecek kokusuna doğru yönelir yüzlerce metre yol katederek bir araya gelip dertleşir, bulduğumuz yiyecekleri kolonimize haber vererek ortaklaşa pay eder işçi arkadaşlarımızla yuvalarımıza götürürüz.
     Ormanın güneş ışınlarını süzerek geçirip serinletmesine rağmen çok sıcak bir gündü bu gün. Sıcaktan sersemlemiş sarhoş sarhoş dolanıp dururken koca jungleada yolumu kaybettim . Antenlerim algısını yitirmiş, zaten az gören üç gözüm de  kararıp iyice görmez olmuştu. Bayılmışım. Neden sonra mis gibi ekmek kokuları hissetmeye başladım. Rüyada mı idim bilemiyorum. Tek hissettiğim halsizliğim ve güzel ekmek kokusu idi.
   Benim yıkkınlığımı gören bir gurup hamam böceği ordusu benimle yetinmeyip kolonimizi esir almak için ana kraliçemizin sesini taklit etmeye çalışıyordu. İşçi kafilemiz eceden komut aldıkları zannıyla yola dizilmiş hamam böceklerine doğru son sürat yol alıyordu.
   Öte yandan Onca da buram buram tüten ekmek kokusunu almış, kolonisinin işçilerine haber salmış hep birlikte bu yana doğru nallarını koşturuyorlardı.
    Ormanda ağaç kesen oduncular öğle yemeği çıkınını bir ağacın gövdesine yaslamış, işlerine koyulmuşlardı. Oduncunun çocuğu çıkının az ötesinde bir elindeki elmayı dişlerken öteki elindeki çubukla toprağı eşeleyip duruyordu.
     İnca kabilesinin işçileri hedefe ulaşmış, dağı delmeye koyulmuşlardı bile. Yaptıkları iş tünel kazmaktan farksızdı. Hem kendi karınlarını doyuracaklar, hem de kolonilerine azık taşıyacaklardı. Her biri cüssesinin onlarca katı ekmek parçasını koparıyor, geldikleri yoldan geriye termitlerine doğru yollanıyorlardı. Binlerce, on hatta yüzbinlerce İnca ganimetlerinin sevinciyle coşarak sıcağa aldırmadan hızlarını daha bir artırarak gidip gidip geliyorlardı. Bizim kabilenin işçileri de kendilerini bekleyen tehlikeden habersiz  ekmeğin kokusunu hissederek bana doğru yaklaşmıştı. Dağın diğer yamacında bizim işçiler dağı delmeye başladılar. İlk parçayı kapan geri dönüyor yuvamıza yöneliyordu. Beş on yüz derken işçiler geri dönüş yolunda yükleriyle beraber kervanlarını hamam böcekleri kesti. Kurnazlar bir taşla iki kuş vurmak için sabırla bekleyip, dönüş yolunda tuzak kurmuşlardı. Böylelikle hem ekmekleri yiyecek hem de Karin kolonisinin işçilerini esir alacaklardı.
    Her iki koloninin işçi karıncaları iki yakadan ekmeği delip tünellerini büyüterek kopardıkları parçalarla yol alıyorlardı. Ben çaresiz kıpırdayamadan olup bitenleri olduğum yerden seyredebiliyordum ancak. Hamam böceklerinin kervanımızı esir alması an meselesi iken, öte yandan çubukla oynamakta olan çocuk binlerce karıncanın azıklarını isitila ettiğini farketmiş elindeki çubukla kafileyi dağıtmaya başlamıştı. İşçi karıncalar "İmdat!" çığlıklarıyla koşuşuyorlar, savruldukları yerden salgılarını takip ederek rotalarına yönelmeye çalışıyorlardı.
   Bir yandan hamam böcekleri diğer taraftan oduncunun çocuğu hevesimizi kursağımızda bırakmayı, başarmıştılar. Korkudan düşüp bayılanlar mı dersin, çubuğun darbeleriyle yaralananlar mı dersin, hayli zaiyat vermiştik.
    İşçilerimizin "İmdat! " avazları yüzlerce metre karelik alana yayılan sülalelerimizdeki kolluk güçlerini harekete geçirmiş, iki koloninin askerleri savaş alanına hücuma kalkmışlardı. Milyonlarca askerden oluşan karınca ordusu meydana çabucak ulaşmıştı.
   Gittikçe çoğalan karıncalarla tek başına baş edemeyen çocuk bağırmaya başlamış babasından yardım istiyordu: " Baba ekmeği karıncalar sardııı!" Babası oralı olmadan: "Ekmeği silkele, bir şey olmaz! "dedi. Çocuk ekmeği eline aldı, silkelemeye başladı. Bir türlü yakasını kurtaramıyordu ekmeğinin karıncalardan.
   Hamam böcekleri karınca ordularını görünce esir karıncaları serbest bırakıp arkalarına bakmadan  deliklerine  doğru kaçışmaya başladılar.
   "Babaaa gitmiyor bu karıncalar!" diye bağırdı çocuk yine. Bu arada bir kaç asker silkelerken vücuduna yapışmış, orasını, burasını ısırmaya başlamışlardı. Canının acısıyla debelenirken elindeki elma yere fırlayıp yuvarlanmıştı; ne elma, ne de ekmek umurunda değildi artık;can havliyle yeniden bağırmaya başladı: "Babaa yetiş, gitmiyorlar ,koş çabuk,ooofff, canım yanıyor, koş baba koş..!"
     Babası elindeki baltayı bırakarak kaygıyla bir koşu seyirtti oğlunun yanına. Ömründe gördüğü tüm karıncaların toplamından daha fazlası sarmıştı ortalığı. "Bırak oğlum, o ekmek yenmez artık! dedi. Ekmeği fırlattı yere. Kendimize has kokumuzu salgılamıştık, ekmeğin üzerine. Her yerini delik deşik etmiştik bir de.
   Yardımlaşarak bir çok işi başardığımız bir gerçektir, bunu bu gün de gösterdik. Meydan muharebesini biz kazanmıştık. Ekmek bize kalmıştı." Karınca kararınca" sözünü bizi örnekleyerek veren insanlara bunun böyle olmadığını bir kez daha gösterdik. Biz kendimizi doyurur, ikinci midemizle yuvamıza, oradaki hasta , yaşlı ve küçük karıncalara ve bir kaç yıl daha yiyebilecek kadar depolamaya yiyecek taşırdık, ağzımız ve sırtımızla taşıdıklarımız da cabası.
   Hiç unutmam bizim koloninin ana kraliçesi ile, İnca kolonisinin  ana kraliçesi ormanda toplandığımız bir şölende söyleşip,dertleştikten sonra şöyle demiştiler : "Karıncalar için en şefkatli  ve iyi huylu dostlar, aslan, kaplan, çıngıraklı yılanlardır. Fakat karıncalara karşı en vahşi ve yırtıcı olanlar ise, kazlar, ördekler, piliçler, hamam böcekleri ve insanlardır."
    Zafer bizimdi. düşmanlarımızı bir kez daha el birliğiyle altetmiştik. Kardeşlerimin sevincini seyrederken ben de coşup kendime geldim. Dizlerime güç kuvvet, gözlerime fer geldi.
    Evet biz bu gün büyük bir zafer kazanmıştık. Dayanışmamızın gücüyle, hem ganimetimizi kaybetmemiş, hem düşmanlarımızı yenmiştik. Hem de ödül olarak yuvamıza götürecek dişlenmiş de olsa bir elma, cennetin Havvaca çalınıp Adem'e verdiği en güzel meyvesini sırtlanmıştık. Daha ne olsundu "Gün bizim günümüz"dü.
                                                                                         29.01.2012
                                                                                   Günay UZUNER




                      Adnan Hocamın  verdiği "Karıncaların Günü" konulu sömestre ödevim

28 Ocak 2012 Cumartesi

ARDINDAN GELSİN




















Yanından geçip gitmişiz
Uzaklara çok ötelere
Gözümüz kapalı

Önümüz yar..

Geride kalanın bir önemi yok
Geriye dönmenin bahsi bile olmaz
Umut da olsa ardımızdaki

Ağırlığı kalkmalı
Üzerindeki ölü ruhların
Silkinip dinginleşmeli

Ağırlığı kalkmalı üzerinden

Niyeti  okunmalı uzaktan
Gözlerin aralanmalı
Davet edilmemeli bir daha
ruhuna konuk olmamalı
Umudu kendi yaratmalı
Sis  perdesi kalkmalı
Doğruların üzerindeki
Kendilerini ele verip
Gün yüzüne  çıkmalı

Geride bıraktıkların
Orda öylece kalıp
Ardından bakmamalı
Amaya şansa kalmamalı
Bir koşu yetişip sana tutunmalı

Bir gün olmalı bu
Mutlaka olmalı...

10.01.2012

Günay UZUNER

26 Ocak 2012 Perşembe

ONUN SUÇU MU?


fazla

 sakin

ve

 masum

bir kuytuya yuvarlanmış

yerde yatan

 kar tanesi

dışarda olup bitenlere
kopan kıyametlere
titreşip birbirine vuran
 dişlerin ağıdına
bir koltuğa büzüşüp
sinen bedenlere
üzerini örterken
ayağı açıkta kalıp
yorganını ayarlayamayanlara
dalda  kalma savaşı veren
don kişot yapraklara
hastane yolunda yaşama veda edenlere
elektrik kaçağıyla yananlara
çığ altında donanlara
sokakları mezar tutan hayvanlara
lokanta camını gözleyen çocuklara 
yağsa da tatil yapsak diye yol gözleyenlere
evsiz, barksız, kimsesizlere
rağmen

fazla
 sessiz
ve
 masum

      27.01.2012
Günay UZUNER

25 Ocak 2012 Çarşamba

NE ÇIKARSA BAHTIMIZA

      Yüzyıllar yüzyıllar  sonraki buluşları göremeyeceğime hayıflanıyorum hep tıpkı yüz yıllar öncesindeki güzelliklere bizzat şahit olamayışımın kıskançlığını gizlice taşıdığım  gibi.

     Geçmişi yaşamasak da yaşadıklarımız azda olsa sezdiriyor bize nelerin yaşanmışğını. Gelecek öyle mi  ya? Daha ne olabilir ki? Neler icat edilebilir ki? Ya bireysel yaşanacaklar? Benden sonra evlatlarım, torunlarım, akrabalar, insanlar, ülkemiz, dünya…? Neler neler olacak, kim bilir neler?

     Bahtımıza ne çıkacak diye inanmadığımız fallara sarılıyoruz gelecekten  bir haber diye; her ne kadar sohbetini seviyoruz fal  bakımının desek de etkisinde kalmıyor değiliz söylenenlerin. Hele bir kahve içmeye görelim son akak telveleri de yudumladıktan sonra tabağa deviriyoruz büyük bir ustalıkla, fincanı  başımızda döndürmeyi ihmal etmeden.

     Bu gün yine bir İzmit – İstanbul  yolculuğundaydık Işık’ la beraber. Sıcak, gevrek simitlerimizi muavinin ikramı üçübiraradaları dökmeme çabasıyla yudumlayarak yedikten sonra  dergi karıştırmaya koyuldum. Zamanı dergi okuyarak geçiştirecektim. Bu pek yaptığım bir şey değildi yolculukta, dışarıyı izlemeyi yeğlerdim genelde ama çok sıkkın bir hava var dışarıda. Esmerden siyaha çalmış bulutlar yağmuru serpeleyecekleri yeri kollar gibi kol geziyorlar.

   Kahvenin çayın anayurtlarından, insan yaşamındaki yerlerinden, yararlarından, ararlarından bahsediyordu bir konusu derginin. Asya’da  neredeyse ilk çağlardan bu yana insan çayla tanışıkmış. O kadar içselleşmiş ki insan çayla, onu yanından ayırmaz ; demlik, testi, derken termos, hatta fincan ve hatta bardak elinde gezer olmuş.

    Son yudumlar içildikten sonra çayın görevi tamamlanmıyor. Belli belirsiz çay tozcuklarının fincanda, tasta ve bardakta bıraktığı görünür görünmez şekillerden fal bakar olmuş insanlar. Bahtlarını yaşamında bu kadar yer eden çayın belirlemesi olmayacak şey değil tabi ki. Asya’nın  pek  çok ülkesinden Türkiye’ye kadar çay üretilen ve tüketilen hemen hemen her yerde çay fallarına bakılarak gelecekle ilgili meraklar bir nevi giderilir olmuş.

   Şu an neler çıkmıştı falımda pek yadımda değil ama , bir keresinde ben de çay falıma baktırmıştım. Yegane can dostumun, bacımın  annesiydi falıma bakan. Gözleri  bozuktu, teyzemin;  tavuk karasından çok daha az görse de, gözükmeyen çay zerreciklerine bakarak  söyledikleri gönül gözüyle gördükleriydi kanımca.  Görmeyen gözler  manidar bakışlarla bardağa bakarak  sayıp duruyordu üç vakte kadar bahtıma çıkacakları. Anlatılanlar bir hikayeydi, bir yaşamın insana kattıklarıydı, kelamlar ardı sıra diziliyor, bir coşku aleviyle halim neyse , falimde çıkması dilenerek anlatılıyordu. Tüm bakıcılar gibi temkini de elden bırakmıyor, kötü haberin sinyalini hafiften verip geri çekerek iyi dilek temennileriyle durumu tatlıya bağlıyordu. Kehanetleri savıyordu kendince. Yaşamın canlılığı söylenen güzel sözlerin efsunuyla vücut bulacaktı.

    Yaşadıklarımız her zaman güzel gitmiyor, kendimiz yönetsek de yaşantımızın büyük bölümünü. Günahıyla, sevabıyla yaşananlar geride kalmıştır.Hayatı  sil baştan temize geçmek gibi bir şansımızda yok zaten .  Ama bahtımızın güzel olabilmesi için; anlık da olsa kanarak,  hoş sohbetli çay – kahve fallarından medet ummanın  kime ne zararı var ki? Geleceği bilememe kaygılarımız da azalır hem.

      Bahtımızın açık olması dileğiyle çaylarımızı, kahvelerimizi her daim can dostlarla yudumlayalım…
                                                                                                                          22.01.2012                
              Günay UZUNER             

19 Ocak 2012 Perşembe

Bilindik Bir Sevda…


   

       Yüreğimize bir od düştü. Sardı tüm benliğimizi alevleri. Heyecanımızın dehşet sancımaları yüreğimizden damarlara doğru baskıdaydı. Çatladı kabuğu bir kez tutkularımızın. Kan damlamaya başladı da damla damla döküldü yüreğimizden kağıtlara…
      Son birkaç aydır müthiş keyif aldım birlikte akıttığımız kan damlacıklarıyla iz bırakmaktan, kağıtlara ve bloglarımıza. Yazdıklarımızın bizi birbirimize biraz daha yaklaştırdığı da beni hayli hoşnut etmekte.
      Kura ile seçtiğimiz konunun karakterine uygun farklı bakış açılarından çıkmış dört alternatif fikri üreterek, çocukluk hayallerimizdeki define adasını aramaya ayrı kollardan düşerek,  belki de içimizde gizli kalmış yazar olma yetisini ortaya çıkaracak kuvvetli zincirlere birbirimizin desteğiyle asılacağız. Kim bilir bu dört ayrı zincirin halkaları kelimelerimizin akışkanlığı ile ulanarak daha güçlü zincirler oluşturacak, o  bilindik sevdayı kuvvetle saracaktır. 
    Zaman zaman boşlukların içine düşsek de, yıkıma uğrasak da, okurlarca gözetlensek de, ruhları dans ettirsek de, bilinmezlikler diyarında debelensek de, köşeyi dönemesek de, ideallerimizin iktidarının koltuğuna oturma hevesiyle yanıp da gösteriş hayallerine dalsak da; sihirli değneklerin olmadığını biliyoruz. Sihir; oyun olarak başlattığımız blog gezintilerimizin, büyüyünce “büyük adam olma, yazar olma” gerçeğine dönüşmesinde yatmaktadır. Bu da birlikteliğimizin coşkusuyla büyüdükçe oluşacak inancındayım.
     Bilirsiniz ki ne yaparsan yap kanın izi silinmez… Görünmezliklerin arkasında saklanmıştır ve biliriz ki ordadır.  
      “ İlk yağmur damlası” gibi yüreğimizden akıp gelerek samimiyetle dökülen  ilk kan damlalarımız da döküldükleri yerlerden silinse de değdikleri gönüllerde izi hep kalacaktır. 
       Samimi, riyasız ve yapmacıktan uzak yalın karakteri ve daima gülen gözleriyle bütünleşen; hiçbir söz oyunu ve bezesiyle örtülmemiş çırılçıplak gerçekliği, içten, sade, içli ve akıcı üslubuyla, hümanistliğini bir zambağın saflığına sığdırarak, savaş karşıtlığını çeşitli savaş biçimleriyle , kendi savaşını da naif sitemlerle anlatan, akla hayale gelmez bulgularıyla konularını dahice yazdığı yazılarla Adnan kardeşim (oğlum- Sodjex);
       Yazılarını okuduğumda sesi kulaklarımda yankılanan, sanki o anlatıyor da ben dinliyormuş ve onu seyrediyormuşçasına canlı karakterlerle,kendine özgü yazan, esprilerini ve yaratıcı fikirlerini yazılarına yansıtan, erdemli  ve çalışkan olmayı şiar edinmiş ve daha çook ve çabuk yazarsa yakın gelecekte farklı yorumlarıyla yazarlar dünyasına tikel varlığıyla büyük adımlar atacağına inandığım Mustafa kardeşim (by Mustafa);
      Uzayın boşluğuna atılmış başıboş gezen bir dolu sözü,sözcük yumaklarını diline dolayıp, zamanın zifiri karanlık tünellerinden geçirerek bindokuzyüzyetmişli yılların aydınlığına ulaştırabilen; dünyayı, akıl ve duygu gibi üçüncü gözüyle görebilme yetisini kullanarak algılayıp, sözcüklerini zihin yumağında sarmalayarak yetmişlerden alıp günümüze asice salıveren; neşe dolu, pozitif enerjisi yediveren güllerini kıskandırırcasına verimli, kalemi çok güçlü Seda Nur kardeşim (Sasely)
     Gençlik yıllarımın unutkanlığı ile bir tarafa bıraktığım hayallerimi ancak hatırlayarak gerçekleştirme fırsatını bulduğum şu son birkaç ay içinde kalemi elime alıp gönül sayfama batırdığımda  eski günlerden gençlik hayalleri fışkırınca, anılarım da  uslu durmayıp “Ben de akacağım!” diyerek yazacaklarımın önüne geçip ilkin onlar damladılar yüreğimden kalemimin ucuna doğru. Neyleyim ki ilk şarkılarıma kulak vermiş olan ruhlar sonrakileri dinlemiyor artık Gizemli adadaki defineleri bulma yolculuğumuzda üç can kardeşimle zincirlerimizin halkalarını  ulayarak el ele yol alan ben GNY.        
  Dedik ki; Bu ilk kitabımız da dört can yürekteki kımıldanan heyecanımızın ilk kan damlaları olsun, ve bu damlaları unutmuş da yüreklere bırakmış olalım; oralarda dursun ve  izi hep kalsın… Bu izleri   yeni yılla beraber keyifle okurken, yazdıklarımız tek buralarda da kalmasın, devamı sağanaklarla gelsin…




                                                                                                                           Günay UZUNER
                                                                                                                              31.12.2011
FBM yazarlar  ekibinin GÜN-SE yayıncılıktan çıkan ilk kitapları "dedik ki " için yazdığım önsöz.

16 Ocak 2012 Pazartesi

YAŞAM BOYU SPOR

   
  “Spor spor spor”  ta a ta ta tammmm..  


     “Sayın dinleyiciler şimdi spor haberlerini veriyoruz!”
      Cıngıl ve anonsun ardından başlayan spor haberlerini ya Ankara, ya da İstanbul radyosundan          ilk ne vakit dinledim diye kendimi hayli zorladım durdum. ‘SPOR’ konusu çıkınca blogger paydaşımcılarımızla yaptığımız yazı yarışması kurasında, sporla ilk tanışmışlığımı sorguladım yaşanmışlıklarımın dağarcığında.. Tarihi kaçlı yaşımın hangi ayı ve gününe rast gelir bilmem ama radyo zaten çalıp duruyordu; sırası gelince spor haberleri zaten veriliyordu ya da maç nakilleri doğdum doğalı da; benim hafıza makaram geriye ne kadar çözülüyorsa gözlerimi kasıp dikkatimi beynime yoğunlaştırdığımda maç yayınları geliyor yoklama defterime.
        Makineli tüfek seriliğini aşan Halit Kıvanç ve Orhan Boran’ın  hiç unutulmayan  o aşina ses lerinden  kendine has yorumlarıyla daha çok da aklımda Fenerbahçe maçlarının nakilleri:
      “Lefter, Lefter orta sahadan koşuyor koşuyor , lefter topu ayağına aldı, koşmaya devam ediyor , bir çalım, bir çalım daha, Lefter topu kaptırmadan kaleye yöneldi, rakip takımın oyuncularını teker teker geride bıraktı Lefter,  Kaleciyle karşı karşıya kaldı Lefter geriliyor vee şuuuuuuuuuuuuuuuuuuut, veeeeeeegolllll ,gol ,gol,gol… Gol sayın dinleyiciler ikinci gol de Lefter Küçükantonyanis’ten..”
    Fenerbahçeyi tutmam  Lefterli maç anonslarından olsa gerek. Sporla tanışmam da öyle. Acı bir tesadüf bu ya; kurayı çektiğimiz gün  o koca futbolcu , Lefter Küçükantonyanis öldü. Adı tekerleme gibi gelirdi bana.  Efsane olduğundan mıdır, bu tekerlemeyi sevmemden midir unutmamışım Lefter'i unutulmayacak da sanırım. Fenerliyim diyorum ya bildiğim futbolcu topu topu iki elimin on parmağını geçmez; Didi, Osman, Cemil, Rüştü, Volkan’ı hatırlıyorum daha çok. Haa bir de Uğur Boral’ı, öğrencilerle röportaja gitmiştik evlerine… <aynı mahalleli sayılırdık bir bakıma>. Benim Fenerliliğim bu kadar  adını koymuşum sadece Fenerliyim işte.  On üçlü yaşlara kadar fanatik sayılırdım hiçbir maçı kaçırmaz, dinlerdim. Sonra ilgilerim televizyonla değişmeye başladı. Müthiş bir basketbol tutkunu oldum. Artistik jimnastiklerin, buz pateni şampiyonalarının, atletizm yarışmalarının, kış olimpiyatlarının, yüzme yarışlarının  yayınlarının müdavimi olmuştum. Televizyonun karşısındaki  tribünde ilk sırada yerim hazırdı her zaman.. Sokak oyunlarımızda, yakar toplar, futbollar, kovalamacalar eksik olmazdı,en doğalını  yaşardık sporların. Okuldaki favori dersim de Beden Eğitimiydi.
    Basketbole tutkundum dedim ya.. Evimizin önündeki tek ağaç incir ağacının dalından plastik topları aşırtır dururdum kendimce. İlk sahayı orta üçte iken okulumuzun bahçesine kurulunca gördüm. Erkeklerden bize sıra kalmıyordu, bize ya onları izlemek düşüyordu  ya da yakar top oynamak. Lisede takım seçmelerinde ısrarla basketbol  oynamak istememe rağmen, Güler öğretmenimiz  parmak ve vücut yapımın voleybola daha uygun olduğunu iddia edince ikileyemedim. Tamı tamına iki yıl profesyonel olmak üzere beş yıl voleybol oynadım.  Turnuvaların dışında maç yaptığımız söylenemez, hep antrenman, hep antrenman, bitip tükenmek bilmeyen antrenmanlar.  Kemal Hoca’nın işkence gibi gelen çalıştırmaları..Spor salonunun tribünlerini in çık, in çık… Nefretle beraber yaşantıma mutluluk ve olgunluk katan güzel anılarla geçen beş yıllık çalışma dönemi ..
   Öğretmen olmamla programlı spor çalışmalarım sona erdi , fakat öğrencilerimle her zaman oyun içinde oldum, oyunlarını yönetenden çok.. Onlarla ip atladım, koştum, yakar top oynadım, mendil aşırttım, voleybol oynadım;  Gistoda çalışırken kışları zorunlu da olsa beş saatlik karda, çamurda  yürüyüşler, katırlı binişler yaptım : )
      Fenerbahçeli oluşumu bir öğrencilerimle iddialaşırken kullandım,  bir de son okulumda arkadaşlarla pazartesileri börek günlerinde – hangi takım kazanırsa onun taraftarı börek alırdı- Fenerbahçe kazandıysa  börek ısmarlatmak için bize Fenerbahçeli olurdum. Adını öyle koymuştum dedim ya , Fenerliydim o kadar.
     Hareketli bir yapım vardı, genelde  yürüyen, koşan, yerinde duramayan.. Bir dönem İkbal’le yürüyüş çalışmalarımız oldu sabahları, sonra koşuya dönüştürdük. Her sabah altıda kalkar, koşardık.. Gün geçtikçe  bir bir eklenerek çoğaldık, kafile büyüdü . İkbal Hocamızın komutuyla  yeni açılan sahada hareketler yapıyor, yürüyor, koşuyorduk. Neredeyse tüm mahalleli bizimleydi, koşmayanlar, izliyorlardı : ) O macera da ayağımı burkunca sona erdi.. Ogün bu gün spor adına seyretmenin dışında pek bir şey yapmıyorum.. Airobik hareketlerini bile kaçırmadan izliyorum, yalnız herkesten bir farkla; uygulayarak değil, kanepeye uzanıp seyrederek : )
        İnsanlar ne yaptılarsa spor adı kondu futbolun gözlerde sergilendiği şu günlerde bir çok spor dalı kuytularda kalsa da  Gines Rekorlar Kitabı dolup dolup taşıyor bilmem kaçıncı cildi basılmıştır artık. Radyo anonslarıyla başlayan sporla- futbolla  tanışıklığım televizyonla sayısız çeşidini tanımamla devam  etti.. daha bilmediğim ne çok çeşidi de cabası..
     Spor dalları çoğaldıkça, sporcular dolayısıyla da turnuvalar da çoğalıyor. Spor adına bir çok güzellikleri yaşamamıza, izlememize karşın bir çok kötülük de spor üzerinden yapılıyor. Oysa insanları kardeşçe dostça bir arada tutan, onları kaynaştıran yegane araçlardan birisi de spordur.
     İçimde bir bisiklet sürme ukte olarak kalsa da birçok oyuna ve spora haz duymanın doruğuna ulaştım.Artık koşuşturmalar, top atıp tutmalar, ip atlamalar zamanı geçti belki benim için, ben de yazı yazıyorum, hem de bir gurup gençle yarışarak şimdilerde, şampiyon olur muyum, rekorlar kırar mıyım, Gines yetkilileri bizi keşfeder mi,  bilemem ama yazıyorum işte!  Maksat spor olsun : )
                                                                                                                       16.01.2012
                                                                                                                  Günay UZUNER

FBM blogerleri arasında yaptığımız "spor" konulu yarışma için yazdım.

15 Ocak 2012 Pazar

Tesadüf Bu Ya

           Gün güne rastladı
           Sınırlarını çizdiğimiz
           Günün ertesinde.
           Zaman ve bilim
           Olanca kuvvetleriyle
           Birleşme gayretindedir,
           Bu rastlantı sonucunda.



İnsanlık ölümsüzlüğün
Tahtına oturmuş olacaktır;
Bunu başarabilirlerse eğer.

Zaman, beraberinde getirir
Sınırlarla birleştiğinde
Sınırları aşan gücü...

Bugün bahsi geçiyorsa
Yüzyıl öncesinden
Bir bilim adamının,
Sınırları aşarak geldiğindendir.





          Zamana hükmediştir bu
          Zaman ve bilim
          Sonsuzluğu da aşacaktır;
          Birleşimlerinin haşmetiyle.

         Sınırları aşmak ölümsüzlükse;
         Rakiplerine şans dileye dileye
         Tesadüflerini ortadan kaldırıp
         İstediğini elde ettiğinde
         Sınırsızlıklar sınırlarla sınırlanacaktır.


                                       GÜN-SE Yayıncılık 15.01.2012'de 
                                       iftiharla takdim etti.


14 Ocak 2012 Cumartesi

HEM VALLAH HEM BİLLAH


Ayağımı yerden
Gözümü dolaydan
Kulağımı şarkılardan
Duyularımı çiçeklerden
Elimi nesnelerden
Yüreğimi sevgilerden
Elimi eteğimi bu dünyadan çekeceğim
Yerden çekeceğim ayağımı
İzlerini sürmemek için
Dolaydan çekeceğim gözümü
Anılarımızı görmemek için
Şarkıları dinlemeyeceğim
Seni söyledikleri için
Dokunmayacağım hiçbir şeye
Seni hatırlattıkları için
Koklamayacağım çiçekleri
Seni  solumamak için
Yüreğim sevmeyecek
Her sevgide sen sen attığı için
Çekeceğim bu alemden elimi eteğimi
Sen yaşadığın için
Yağmurlarda yıkanacağım senden arınmak için
Kamaşacak güneşten gözlerim
Seni görmeyecek unutacağım…


18.04.1976
Günay UZUNER

KIRILGAN


sırçadan incedir bu yüreciğim
kimseler görmeden geldi mi bahar
deler toprağı da çiçekler açar.
yaşamın hazzını haykırıp ünler
billur gibi,  güneşte parıldar durur
rüzgarlarla yağmurlarla her dem dost olur
hazanın gelişi onu korkutur
ufak darbelere dayanıp durur
fırtınalara meydanlar okur
böyle dik duruşuna bakıp da kırmayın sakın
cam gibi parçalanır,incinir de diyemez
narindir hüznünü gözyaşlarına gömer
sevinin dalları sırçadır aman
salına salına yaşamak ister
hazanın gelişi onu ürkütür
körpedir dallarını kırmayın sakın
gözlerde hapsolan yaşlar dökülür
billur damlacıklar sel olur akar
kışlarda donar da kristalden buz olur
ne güler ne de ağlar, küser yüreğim


22.12.1976
Günay UZUNER


9 Ocak 2012 Pazartesi

AYNALAR ANI YANSITIR

       Büyük umutları yeni bir yıla saklamış eskinin hüznünü getirmişliklerini, getiremediklerini unutmuş günün getireceği mutlulukların peşine takılmış elli körpe can. Yıl denen İki koca zamanın kesiştiği sıralarda adı küçük güne koca mutluluklar katacak umudun peşine takılmış elli fidan . Çoktular, çocuktular, atışmalarını yapa yapa ilerliyorlar katırlarının hızıyla . Çocuktular çoktular.

    Karşıda kışı aynalayan dağları da aştılar mı gerisi kolay. Dağlar kışı aynalıyor, onlar baharın coşkusuyla yol alıyorlar. Hayat dolular her biri, şakalaşıp duruyorlar. Kahkahaları karşı dağları çınlatıyor. Dağa çarpan sesler geri yankılandıkça coşkuları daha bir artıyor, keyiflerine diyecek yok, hele de şu dağı aştılar mı. Dağlar ayna gibi bembeyaz…

   Şirvan Berdan’a sesleniyor:
- Berdo lee bi Türki çığırsana biye!
   Berdan dünden hazır ikilemiyor bile arkadaşını, yoldaşını.
   “Bu dağlar meşe dağlar,  
 Vermiş baş başa dağlar,
 Yarim küsmüş gidiyor aman,
  Koymayın aşa dağlar…”

    Ee kervanda yeni evliler, sevdiği olanlar, sevip de sevdiğinin haberi olmayanlar, sevdiğinin sesini duyma uğruna kontör alacaklar var. Her biri ayrı efkar içinde.

   İleride bir grup askeri fark ediyor Selim ağabeyleri .
- Hele dur Berdo, bi sus!
   Berdo sesinin son avazını dağlara yollayarak susuyor.
   Askerlere bakıyorlar hep birlik. O ara bir haber geliyor telsizin ucundan… Durum vahimdir.
- Ne yapılır, nereye gidilir, nasıl edilir ki? Bir kısmı alel acel kayalara sığınıyor, bir kısmı geri dönüyor, bir kısmı günü kurtaracak küçük ama koca umutlarına sıkıca sarılıyor, umutlarının yükünü taşıyan katırların altına sığınıyor kimileri.

   Bulutsuz havada yıldırım sesleri kulakları deliyor.. Bu ses çok da yabancı değil onlara; kulaklar, deliniyor, kollar, bacaklar kopuyor. Kiminin başı yüzlerce metre ilerilere fırlıyor bedeninden ayrılarak, kiminin bedeni paramparça.

   Gülerken,güle oynaya türkülerle umuda yol alırken, ağlamaya an kalmadan umutlar sönüyor, fidanlar paramparça yerlere saçılan kopuk bedenleriyle umuda, yaşama veda ediyor, umutlarının bedeli mazotun bedenlerini kül ettiği ölümün kokusunu saçarak sınıra beş kala, yeni bir yıla üç gün kala, karlı dağların eteğinde ömürlerinin baharında, umudu taşıyorken. Yaşamla ölümün sınırını onlar çizmişti şimdi.Her daim kolay aşabildikleri sınır bu defa geçit vermemişti onlara koca gözlerle gören katillerin yüzünden.

   Sınırda otuzbeş can bombardımana tutuldu. İhbar edenler dikilip seyrettiler yanışlarını, kimyasalların pis kokusunu tiksinmeden miski amber gibi döşlerine çekerek. Tıpkı bombalayanlar gibi bombalamayı emredenler gibi borderline kişilikleriyle insanlığın sınırını aşmıştılar, yürekleri taşlaşmış, yürekleri kurumuştu. ‘Kazaydı, operasyon hatasıydı’ deyip avuçlarını sıvazladılar sonra da… Sonra da ‘sınırı aşmaya çalışan kaçakçı’ durumu vicdanlarını okşadı.

    Sınır, kimin sınırıydı ki? Ankara’dan oturarak hesaplamadan, ölçüp biçmeden büyük pergelleriyle çizenlerin miydi? Çizdikleri sınırların içinde açlıktan çaresiz olanların, açlık sınırında yaşayanların sınırı mıydı? Sınırların dışında kalanlarla içerdeki aynı ailelerin fertlerinin miydi?

    Elbette ülkelerin sınırı olmalı, korunmalı da sınırlar ama ondan önemlisi sınırlar çizilirken insanların ait olmak istedikleri vatanı seçme haklarının olması, aidiyetlerinin sonunda seçtikleri vatanında karnı tok, kendini ifade edebildiği, ülkesinin tüm kaynaklarından herkes gibi yararlanabildiği ve sağlıkla, huzurla,özgürce umutlarını yeşerttiği bir vatandaş olmasıdır.

   Ülkemizin sınırlarını koruyan erkler halkın yoksulluğundan yararlandılar yıllardır. Kendi çıkarları uğruna göz yumdular sınır ötesine gidip gelmelere, istismar ettiler insanların umutlarını. Ne sınırları koruyabildiler ne de sınır içindeki insanların insanca yaşama haklarını. Tebeşirle çizdiler önce sınırları pergelin ucundan, akılları esti tebeşiri kendileri tutarak deştiler toprağı derinden derinden çizerek sınırları, tüm hınçlarıyla pergelin sivri ucuyla, mayınlarla, bombalarla heder ettiler binlerce canı…

  Ölenler kaza sonucu ölmüşlerdi zaten, zaten kaçakçıydılar, zaten teröristtiler ve hatta Türk değillerdi. Vatandaş olmanın baş koşulu, sınırı Türk olmaktı, Türkiye de Türkler’indi zaten. Zaten dağdan indirilmişti Kürtler, hem zaten ölenler Kürt’tü…

   İnsanların akı karası olduğu gibi, hayvanların da akı karası vardı birilerine göre. Tüm aktivistler, hayvan severler bir kedi dama çıksa ayaklanır, bir bizon vurulsa ayaklanır, panter kesilirdiler. Kediler köpekler evlerimizin, bizonlar kürklerimizin süsü olduğundan mı daha değerlidir ki? Otuzbeş insanla birlikte bir o kadar da katır öldü aynı biçimde, parçalanarak, ödleri ağızlarında.

  Katırlar onlardan pek söz eden yok, onların adları bile yok. Katırlar işte.Doğanın kurallarına karşı koyup sınırlarını aşan Eşek bir baba ile beygir bir anadan peydahlanan ucube şeyler, hem zaten sarhoştular.Güçlerine güç katmak için viski içirmişlerdi onlara.. Ne kadar da suçluydu şu kaçakçılar?

   Sadece katırlar mı? Uçuşan kuşlar, börtü böcek, yılan, çıyan, hatta fareler, ve hatta kaplumbağalar, kirpiler, uyuyan uyumayan tüm mahlukat bir bombardımanla yaşamın sınırlarını aşarak ölüme yollanmamışlar mıydı?

   Evet ne kadar da suçluydu şu kaçakçılar, yaşlarına, boylarına bakmadan neler yapmışlardı neler. Ya hukuk devleti olduğunu iddia eden devlet yetkililerine ne demeli? Anayasa suçluyu yakaladığın yerde öldürmeyi mi emrediyor, sorgulamadan? Karakolun önünden bayrama gider gibi coşkulu gidişlerini seyreden komutanların kaçağa gidişlerine engel olmasını sınırlayan önündeki engel ne idi?

   Evet çoktular çocuktular… Çocuktular, büyüktüler, çocukluk yaşla mı sınırlıydı.. Misketleriyle oynamayı bırakıp yaşam gailesine düşmüştü bu çocuklar.Açlık mı çocukluk sınırını aşırtan, ulaşamadıkları umutlar mı? Oysa birazdan top oynayacaklardı…

   Uludere'den bakınca karşıda dağlar, ayna gibi duruyor. Onlar gördü zamanın sınırsızlığını, umudun, sınırları aştığını, ölümle yaşamın bir sınırda kesişerek kardeş olduğunu… Onlar gördü parmaklarla  tırmalanarak sökülüşünü topraktan limelerinin, kanlarının toprağa sızılışını.Başka başka katırlar üzerinde parça parça cesetlerinin taşınışını onlar gördü. Dağlar hala yerinde ayna gibi duruyor, ama aynaların hafızası yok, aynalar yalnızca o anı söyler...

    Karşıda dağlar ayna gibi duruyor, aynalar o anı söyler, an içinde otuzbeş can sonsuzluğa göçtüler; sonsuzluğun sınırı yok ki;  Berdan’ın sesi Roboski Dağları’nda yankılanıp durmakta; o anı yansıtıyor o dağlar, sınırlarda:

“Bu dağlar ulu dağlar,  
Çevresi sulu dağlar                                              
Şurda bir garip ölmüş aman    
Kimi var,kimi ağlar?
                                                                                                                                 09.01.2012         
Günay UZUNER                   

FBM blogerleri bu defa "sınırlar" ded,i ben de sınırlarımızda bu günlerde yaşadığımız elim gerçeği kaleme aldım.