27 Aralık 2011 Salı

MASKELİ BALODA ÇOK MASKELİLER


        “Bu dünya, yalan dünya!” deriz hep, sanki bize  paralel bir dünya varmış da o gerçeğiymişçesine ya da gerçeğin imitasyonuymuş bu dünya gibi… Yalan dünyanın yalan insanlarıyız biz, yaşanılanlar gerçek bir.

    Tanrı  allamış , pullamış, bezemiş dünyayı da diğerine caka satıyormuşuz gibi, çok güzel, muhteşem güzel bu dünya. Dünya caka satıyor, gerçeğine, öteki dünyalara; insanlar fiyaka yapıyor birbirine, dünyaya, aya, güneşe, yıldızlara…

   Tanrı dünyayı bezeye dursun, “Biz daha alasını yaparız” dercesine doğayla oyun oynar, güzelleştirme yarışına gireriz dünyayı. Tanrı geceleri ışıklarını yakınca gökyüzünün, biz de neonlarla fener tutarız yıldızlara nanik yaparak. Tanrı afetlerle cezalandırmaya dursun insanları, “Biz daha beterini yaparız” diye katlederiz, doğayı, insanları ve gösteri yarışına gireriz boyumuza, posumuza aldırmadan…

    Bir çocuk dünyaya gelmeye görsün;”Heyyyyyyytt… çekilin ordan, ben geliyorum…” dercesine avazla ‘ınga’layıp; muştularla hoş gelir, safa gelir; yalanların arasına bir yalan daha katılır. Oda başlar yaşam savaşını vermeye, tutunabilmek için dünyada kendi savaşında.

   Yalan dünyada sahte yüzlerle dolaşıyoruz. İçten geldiği gibi değil, gerekli olduğu için yaşıyor ve davranıyoruz. Gerçek yüzlerimizi saklayıp, maskelerle dolaşıyoruz. Ne kadar insan, çok, çok katı maske… Dünya yalan, insanlar maskeli.

   “Ben daha ala yaşıyorum” u kanıtlarcasına birbiriyle yarışa girişir maskeliler: Onun bebeği, düğünü, elbisesi, eşyaları, evi, okulu, arabası, saçı, başı, kaşı, gözü, aklı, bedeni, gücü, eşi, dostu, hastalığı, düşmanı, aşkı,sevisi dahası dahası, A dan Z ye, yerden göğe ne varsa herkesinkinden üstünün yarışındadır. Varsılın var da hadi, yoksul yokluğunun üzerine yalanlarını katarak şaşa içinde yaşamaya başlar, en çok kandırdığı da kendisidir hani.

   İnsanlar güçlerini gösterirken uzunca bir zamana yayarlar da savaşlarını, savaşmak yok etmek için uzun erimli  çalışmalar yapar da; yıllar  sürer, insanlar katledilir savaşlar bitmez; sevgilerini kısacık zamanlara sıkıştırır, sevmek adına, sevgiyi yüceltmek adına hiçbir uğraşın içine girmezler ve çok kısa bir zamanda tüketirler sevgilerini. Oysa sevgi ele avuca sığmaz koca koca yüreklerde beslenerek taşar gönüllerden de utanırız onu sunmaya sevdiklerimize, maskelerin altına sığınır, ancak birilerinin yanında gösterişe kalkarız.

   İnsanın yüreğindeki sevgi insanı yönetenlerin yüreğindeki hırsa yeniktir. Yönetenler iktidarlarına kavuşmak için inayet yüklü seçim maskelerini takarlar, iktidar sahibi olunca birincil maskelerine bürünürler. İktidarlarının gücünü soyarak, sömürerek, savaş naraları atarak göstermeye çalışırlar. Sıra sıra roket fırlatırlar, uzaya doğru, boş, hayvanlı, insansız, insanlı, çeşit çeşit maskeli roketler. Bu büyük gösteriler an be an nakledilir ajanslardan, alkışa tutulur önde giden…

   Bilimsel araştırmadır niyetleri sözüm ona, altından atom bombaları, nükleer silahlar çıkar; “Kimin öldürdüğü çoktur?”  yarışı başlar, alkış tutar tebası çokça öldürenin, alkışlanır, alkışlanır.

   Bir fani göçmeye kalksın bu dünyadan "Kimin cenazesi daha yakışıklı, daha kalabalık?" yarışındadır kalanlar, daha acısı dinmeden koyup gidenin, feryat figan ağlanırken, telaştan çok;"Ne giysek, ne sunsak  ritüelinde gelenlere, mezarı hangi denize baksın,mezar taşı hangi mermerden olsun, hangi çiçeği dikelim başucuna,hangi hocayı getirtelim dualarına?" temaşasıortalığı sarmaktadır.

   Palyaçolar için hep “ gülerken ağlıyorlar” sözü kullanılır. Gösteri dünyasının vazgeçilmezidirler onlar. Gülümseyerek ağlamayı tek onlar yapmıyor ki, onlardan öğrenmedik ki biz, bunu hep yapıyoruz zaten. Oysa yaşamın bize dayattıkları içimizi kan ağlatsa da gülen maskelerimizle dolaşıyoruz sevmediklerimizin yüzüne bakmak zorunda kalarak.

    Alın teri gün boyu sırtında yaşayıp, kurumadan evine gece yarısı dönen emekçiler açlığa talim olurken; gösteri dünyasındaki iki şarkı seslendirenleri beğenmesek de ‘desinler için’ avuçlarımızın içi patlayana dek alkış tutup milyonlara boğuyoruz.

   Yalan dünya, sahte büyüsüyle  bizi sihrinin içine sarıp; rüzgarlarının şarkılarına, kuş seslerini alkış yapıp  katarak en büyük şöleniyle, yaşam balosuyla cihan-ı aleme caka satmakta. Kelebeklerin çiçeklerin etrafındaki “seni bir ömür seveceğim” in vadiyle dans ederken; ömürlerinin bir güne sığdığını kimselere demeden dans etmelerine müsaade etmekte; balosunda üzerine konup göçen misafirlerini ağırlarken, en daim konukları biz insanlar da çeşit çeşit maskelerimizi  takıp bu yaşam şöleninde, maskeli baloda hazır bulunmaktayız.

    Maskelerimizin üzerine başka başka maskeler takarak ömrümüzün şartlarını zorlayıp, birbirimize hava atarak ortalıkta dönenip duruyoruz. Yüzlerimiz zaten birer maske iken baloya giderken başka maskeleri takmamıza  gerek var mı ki?
25.12.2011         
Günay UZUNER

FBM blogerlerinin "gösteriş"i için  afilli bir gösteriş yazısı benden. 

      

22 Aralık 2011 Perşembe

İNSAN, İNSAN VE DOĞA - 4

       Tanrı doğayı yönetmeyi insanlara bahşetmiştir. İnsanlar doğanın diretkenliğini bilincini kullanıp dayanışma ile tecrübelerini aktararak yenmişlerdir.

       Dilsiz ve sağırları konuşturmayı başarmışlardır. Körlere göz olan bastonu ve Braille alfabesini  geliştirip, yaşamlarını sorunsuz sürdürmelerine yardımcı olmuşlardır.

       Everest’in tepesine çıkmayı, kutuplara ulaşmayı başararak, soğuktan donmayı şeker yiyerek, enerji içecekleriyle engellemişlerdir. Tipilere dayanıklı çadırlarda barınıp, çığ altından kurtulmayı icat ettikleri iletişim araçlarıyla haberleşerek, helikopterlerden yararlanarak başarmışlardır. Kardan kapanan yolları grayderlerle açarak ulaşımı sağlamışlardır.

    Soğuktan etkilenmemek için evlerinin yönünü güneye karşı yapmışlardır. Ekvatorda yaşayan Afrikalılar’ın sıcağa karşı dirençleri gibi, Eskimolar da buzdan evlerde yaşamaktadırlar.

     Isınmak için çeşitli enerjiler oluşturup, aygıtlar kullanmışlardır. Yaz sıcağından korunmak için klimalar, besinlerin, bozulmasını  engellemek için buzdolapları, derin dondurucular üretmişlerdir.

       Yanardağların hareketlerini ölçmüşler, faaliyete geçebilecek yanardağlardan uzağa yerleşmişlerdir.

      Yerleşkelerini genellikle sulak yerlerde, tarıma elverişli anlarda kurmuşlardır.

      Yıldırımdan korunma yolarını öğrenip, barınaklarına, paratonerler, yerleştirerek yıldırımları savmışlardır.

       Rüzgarın hızını kesip, zararını yarara dönüştürerek, enerji üretmiş yelkenli yüzdürüp, yel değirmenlerini çalıştırmışlardır.

      Suyun akış hızından yararlanıp, enerji üretmiş, boşa akan suların önüne set koyarak barajlar yapmış, kullanma, içme ve sulamada yararlanmış, su değirmenlerini çalıştırmışlardır.

      Suyun kaldırma kuvvetinden yararlanarak, denizde batmamayı keşfederek okyanuslarda tonlarca ağırlıkta tankerler, denizaltılar yüzdürmeyi başarmışlardır.

      İnsanlar deneyip, yanılarak bir çok bulgu içine girmiş, bu bulgularını hep kendi hükümranlıklarını sürdürmek için kullanmışlardır.

    Doğayı mahvettikleri gibi güzelliklerine güzellik katmayı da başarmışlardır. Aşılama, yapay döllenme, hormon katkısı ile bitkilerin renklerini, şekillerini değiştirip, verimini artırmışlar. dahası tıpkı basımla doğanın kendisini resmetmişlerdir. Ağaçları kesip ormanları yok ettikleri gibi bolca oksijen almak için yeni yeni ormanlar yeşertmişerdir. Doğanın amberlerini küçücük parfüm şişelerinin içine hapsetmişlerdir. 

      Dünyayı maketleştirip avuçlarının içine alarak, inceleyip top gibi oynayabilmişlerdir.

      Uydu yayınlarıyla dünyanın öbür ucunu, uzayı, gezegenleri, ufacık bir kafese sığdırarak evlerine konuk etmişlerdir.

     Yazılı.basılı, eserleri okuyarak, görselleri izleyerek, beden dışı yolculuk yapmışlardır. Ses ve görüntülerin uzayda yok olmadığı bilinciyle  gelecekte  bu ses ve görüntüleri kaydedip, yayınlayacak buluşların araştırması içine girmişlerdir.

      Hedeflerinin uç boyutunu güneşe ulaşmak için belirleyip, yıldızların da birer güneş olduğunu saptamış, doğadaki her varlığı adlandırdıkları gibi yıldızlara da birer ad koymuşlardır. Astroloji bilimini geliştirip, yıldızlara bakarak kendisinin ve dünyanın geleceğine yön vermişlerdir.

      Dağları delip, yok edip, yol etikleri gibi,sıfırdan binlerce dağ da oluşturmuşlardır.

      Arkeolojik araştırmalarla yerin derinliklerine dalarak fosillerle doğanın ve insanlığın geçmişini öğrenmişlerdir.

    Üç buzul çağından da yok olmadan çıkmayı başarıp bu günlere erdikleri gibi, küresel ısınmalardan da korunma yollarını arayıp bulmuşlardır.

       İnsan genlerini araştıran Prof. Mete Türkhan  şöyle söylemektedir: “Felsefe ile gelen bilim başardı, bilim doğa kurallarını alt üst etti. İnsan kendini keşfetti, gücüyle doğaya hakim oldu.”

      Hakimiyetin doyumsuz hırsına mahkum olanlar ari ırk projeleriyle üstün insanı(?) yaratarak doğaya ve tüm insanlığa hükmetme çabası gütmektedir.

      Sağ duyu sahibi olanlar da aklın yolunda ilerleyerek, insanın insana zulmüne, üstünlüğüne karşı çıkıp; doğayı,içindeki diğer canlılarla birlikte, özünü bozmadan koruyup, daha güzel bir dünyada, paylaşım içinde, barış ortamında, huzurla, özgür biçimde  yaşamanın mücadelesini vermektedirler.

      İnsanlar  doğayı ve kendini hayli aştılar. Yapabileceklerinin hepsini, hepsini kendi kendilerine yapmaya başladılar. Doğanın bir parçası olmaktan çıkıp doğanın merkezi olmayı başardılar.

    Günay UZUNER                   
 09.05.2002                    

21 Aralık 2011 Çarşamba

İNSAN, İNSAN VE DOĞA - 3

       İnsan kafasında tasarladıklarını, doğaya hakimiyetini ve kendi egemenliğini mutlaklaştırmak için elleriyle yaratmıştır. Önce tabiat güçlerine hakim olmayı başarmış, sonra da bu güçleri kendi yararına kullanmayı bilmiştir.

      Hiçbir tasarı ne kadar imkansız görünürse görünsün onu yıldırmamış, tasarladıklarını gerçekleştirerek doğaya hükmetmiştir.

     İnsanoğlu çok hünerli ve çalışkan olduğundan, yaşadığı bölgenin kaynaklarından yararlanıp, iklimini göz önünde bulundurarak, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak evler, fabrikalar, ulaşım yolları yaptılar. Deniz kumlarını yosunlarla karıştırıp verimli bahçe toprağı yaptıkları gibi, körfezleri doldurarak, yerleşim alanları, bitek ovalar elde ettiler.

      Dağları delip yol- tünel yaparak zamanı kısalttılar. Denizlerin dibinde tüp geçitler oluşturdular. Çelik halatlarla köprüler oluşturup, kıtalar aştılar. Teleferiklerle zirveden zirveye ulaştılar. Taşıtları geliştirip, açılan yollarda kullanarak zamanla yarıştılar.

      Uçurtmayla oynarken uçağı keşfedip, yer çekimi gücüne karşı koyarak semalarda seyrettiler. Yaptıkları roketlerle atmosferin dışına çıkıp, uzayda gezindiler. Uzaya uydu yerleştirerek dünyanın gidişatını belirlediler. Diğer gezegenleri, galaksileri incelemeye aldılar, hükmedecekleri yeni yerler keşfetmeye koyuldular.

      Yaz ürünlerini depolayıp, kurutup, konserve edip, şoklayıp, dondurarak kış günlerinde kullandılar. Bu da yetmedi seralarda iklim koşullarını oluşturarak sebze-meyve ürettiler.

      İnsan bitki türlerini, hayvan türlerini ve kendi türünü yapay döllenme ile çoğalttı. Klonlamayı kullanarak yalnız hayvan cinslerini değil kendini bile kopyaladı.

     Altıncı hisleriyle doğadan gelebilecekleri sezdikleri gibi, hayvanların duyularını da sezerek onları konuşturmayı başardılar.

      Hayvanları avladılar, türlerini azaltıp, yok ettiler. Hayvan üretme çiftliklerinde üretimi çoğalttılar, nesilleri korumaya aldılar, hayvan ürünleriyle yaşamlarını sürdürdüler.  

      İnsan doğaya hakim olmanın yanı sıra kendine ve kendi türüne de hükmetti. Kendi iradesiyle yapacaklarına yön verdi, yapmamasını istediğini engelledi. Savaşlarla kendi cinsleri üzerinde tahakküm kurdu. Cinslerine fiziksel ve psikolojik baskı oluşturdu. Güçlü diktalarıyla, korku imparatorlukları kurup, toplu katledişlerle istemedikleri ırkları, soyları yok etmeye çalıştı.

      Bir yandan nüfusun artışını bilinçli ya da bilinçsizce sağlarken, öte yandan doğum kontrol yöntemleriyle artışın önüne geçtiler.

      Doğal ya da insan kaynaklı hastalıklara çare buldular. İlaçları doğadan elde ettiler. İnsanın gen yapısıyla oynayıp, insanı kopyaladılar. Bir insandan diğerine organ ve doku naklettiler.  

      Tıbbın gelişmesiyle ölüm yaşını uzattılar; yaşlıları dinç kıldılar, yaptıkları eserleriyle ölümsüzlüğe ulaştılar.

      Yapamayacağı ne kaldı ki insanın doğada? Toprağın derinliklerine dalarak kuyu açıp su çıkardılar. Madenleri buldular. Yaşantımızın her alanında içine gömüldüğümüz petrol deryasına, kömür ocaklarına daldılar. Çelik halatlarla deryaları birbirine bağladılar.

    Atmosferi, atmosfer ötesini inceledikleri gibi yer kabuğunun derinliklerindeki hareketlenmeleri inceleyerek sismografları geliştirip, depremin şiddetini ölçtüler. Depremi önceden belirleme çabalarının içine girdiler. Tüm doğal felaketlerde olduğu gibi depremden korunma yollarını öğrenip önlemler aldılar, felaketlerden korkmamak için bilinçlenme çalışmalarına katıldılar. 

      İnsan doğaya karşı tüm savaşlarını kazandı, tek kendi naturasında var olan hırsına yenik düştü. İnsanı ancak insanın doğanın bir parçası olan doğası yendi.

      İnsanın, insan beyninin yapamayacağı, aşamayacağı yok gözüküyor; var olduğundan bu yana nasıl hükmettiyse doğaya, bundan böyle de varlığını ve egemenliğini sürdürmenin yollarını arayacaktır.
                        Günay UZUNER           
  07.05.2011             



19 Aralık 2011 Pazartesi

KÖŞEYİ DÖNEMEMEK


      İnsanların duygu tepkimelerinden biri de korkudur. Hemen hemen hepimizin korktuğu bir şeyler vardır. Yaşantımızla birlikte bizi gölge misali takip eden korkularımız olduğu gibi; yaşlarımız büyüdükçe boyut ve çeşit değiştirerek endişelerimize eşlik eden korkularımız da bulunmaktadır.

      Çocuk yaşlarda korkularımız daha fazladır. Olur olmaz şeye inanır, bilmediğimiz, görmediğimiz her şeyden korkarız. Emerson da ; korkunun kaynağının bilgisizlik olduğunu söyler. Bazen bildiğimiz durumlara bile körü körüne korktuğumuz olur. Bu korkumuz ağır basar fobi geliştirmeye kalkarız. Korkularımızı kanıksamış adlandırmışızdır artık.

      Fobilerimiz anımızı, günlük yaşantımızı hatta ömrümüzü etkileyecek kadar bizi yönetmeye başlar. Bir de üzerimize etiketlenir artık; fobik kişiliğe bürünürüz. “Korkak..korkak!” söylenceleriyle arkadaşlarımızın alay konusu bile oluruz. Bizden az biraz fazla cesur olanların ya alay ağına takılır, ya da koruması altına gireriz. Kişiliğimiz bağımlı olmaya başlar, bu durumda da.

      Çocuklar bazen oyunlarında abartıya kaçabiliyor, arkadaşlarının zaaflarını eğlence aracı yapıp acımasız olabiliyorlar. Böylesi bir durum yaşanıyordu bir gün sınıfta. O kadar önemliydi ki konu, ‘korkak’ diye nitelendirilenlerden biri ve niteleyenlerden birileri arasında çıkan tartışma kaosa dönüşmüş sınıf ikiye bölünmüştü. Konunun nereden çıktığını tam hatırlamasam da bu gün; hepimizin korkularının olduğunu, bunun doğal olduğunu, anlatmaya çalışıp , tartışma kesilsin diye benim de korkularımın olduğunu; hatta korkularımın bir çoğunu onlardan cesaret alarak yendiğimi, bastırarak yenmeye çalıştığımı söyledim. Gerçekten de korku envanterlerimin pek çoğu çocuklarla yaşarken yok olmuştu.  İçlerinden en cesuru, sınıfın cinlerinden birisi havada kaptı bu durumu; ” Siz neyden korkuyorsunuz öğretmenim? diye sordu. Beklemediğim bir sualdi bu. Öğrencilerle özelimi paylaşmayı pek yeğlemezdim. Keyfimin çakır anlarına değmiş olacak ki bu soru;”Köşe dönmekten” diye yanıtladım.

      Evet evet ben köşeyi dönmekten çok korkuyorum. Çok fazla agirefobik olmasa da bu korku, korkuyorum işte. Korku ve dehşet tanrısı Phobos bana kıyak geçmiş olacak ki yaşamda fobiye dönüşecek çok fazla korkum olmadı hiç. Taşıtların keskin virajları geniş kavisle almaları gibi, ben de sokak başlarındaki köşeleri sivri dönmüyor biraz açılarak köşenin diğer ayrıtındaki durumu gözlemleyip öyle yoluma devam ediyorum.

      Köşenin başından sonra beni neyin beklediğini bilememek ürkütüyor beni, tıpkı, yeni başlangıçlardan, ani kararlardan, ortam değişikliklerinden, günün aniden akşama dönüvermesinden korktuğum gibi. Köşe başlarına geldikçe endişem ürküntüye dönüşüyor, kendi içimde bastıramadığım korku titremelerini beynimdeki moderatörümün komutuyla köşeyi görerek dönme yöntemiyle bastırsam da bazen dar bir sokaktan köşe dönmek gerektiğinde köşeyi dönmekten vazgeçip ya yolumu uzatarak ilerden , geniş bir sokaktan viraj almayı yeğliyor, ya da köşeyi dönmeden gerisin geri  geriye dönüyorum. Yanımda biri varsa çaktırmadan, bencillik yapıp köşe tarafına onu bırakıp, biraz geriden ve açıktan onu takip ederek köşeyi dönüyorum.

      Köşeyi dönüp de huzura kavuştuysam, yani kötü bir şey olmadıysa “Ne olacak ki demeyin” birinin aniden karşıma dikilmesi dehşete düşürüyor beni, nerde olduğuma aldırmaksızın, avazım çıktığınca bağırıyorum” Ne diyordum? Ha köşeyi kazasız belasız  dönebildiysem daha bir güvenle yoluma devam ediyorum. Hani aniden zengin olma durumuna ‘köşeyi dönme’ durumu deniyor ya, ben bu durumu kendi durumumla özdeştirdiğimde huzura kavuşma durumuyla aynı diyebiliyorum.

        “Korku ölüme götürür” diyen Seneca’ya  karşılık “Korkunun ecele faydası yok diyerek kendi kendimizi telkinle korkularımızı yenebiliriz. Korkmak doğal bir olgu. Asıl olan korkularımızın esiri olmadan, yaşantımızı fazlaca etkilemesine izin vermeden onunla baş edebilme yöntemlerini bulmalıyız.  Korkularımızı akıllıca yöntemlerle bastırabilmeyi başardıysak işte o vakit gerçekten köşeyi dönmüş oluruz.

  Günay UZUNER            

 19.12. 2011                

FBM blogerleriyle beraber "köşeyi dönmek" için çabalarken bu yazıyı karaladım.. 
               

18 Aralık 2011 Pazar

İNSAN,İNSAN VE DOĞA- 2

      Tomas Hobbs’a göre “İnsan bencil bir yaratıktır.” Varlığını sürdürme ve geliştirme isteği onun temel güdüsüdür. Bu yüzden de insan, dünya nimetleri hep kendinin olsun ister. Ama bunu herkes istediği için, herkesin herkesle savaşı durumu meydana gelir.

       İnsanlar var olmayı ve gelişmeyi isteyen temel güdüsüne aykırı olan bu durumu  engellemek, genel güvenliği ve dengeyi sağlamak için, kendi başına güç kullanma hakkını yok etmek için denge düzenleyici otoriteler kurmuşlardır.

       Çeşitli yasalarla insan ve doğa korunmaya alınmış, çeşitli kuruluşlar bu görevi üstlenmişler, vakıflar, partiler kurmuşlardır.

     “ Benim olsun, ben güçlüyüm, daha çok olsun!” mantığı insanları kendiyle, kendi türüyle ve doğayla savaşa itmiştir. Birey kendi çıkarlarını düşünürken, kendini, kendi türlerini ve doğayı yakmış, yıkmış, yok etmiştir.

      Parçalanamaz denen atomu parçalayıp, enerji üretip, nükleer enerjiyi, nano teknolojileri de geliştirerek insanlığın yararına kullanırken, aynı atomu parçalayıp bomba oluşturarak insanları hatta tüm canlıları yok etmeye çalışan, doğayı tahrip eden biz olmuşuz.

       Gelecekte kullanabileceği başka mekanlar olsun diye uzayda, diğer gezegenlerde, yaşam koşulları aramaya başlamıştır.Tıpkı Orta Asya’da kıtlık boy gösterdiğinde Türk boylarının yeni, güzel ve yaşanabilir bir yurt arama düşüncesiyle Anadolu’ya göç etmeleri gibi…

      Nükleer savaşlardan korunmak için yeraltında sığınaklar yapılmış, yaşamlarını sürdürecekleri gereksinimi depolamışlardır. Uzayda yer aramalarının temel nedeni de budur. Dünyada yaşam koşulları sona erecek, yeni dünyasında hükümranlığını sürdürecek insanoğlu. Aya , uzaya yolculuk yapıp, gelecek dünyaları kurmaya çalışırken, bir yandan da zaman tünelinde yolculuğun geçmişe ve geleceğe yolculuğa dönüştürülmesi çalışmalarını da yapmaktayız. Bunun peşi sıra reenkarnasyonu yaratmaya başlayıp; insan ruhunun ve bedeninin geçmişteki yaşamlarına yolculuk yaparak, geleceğine ışık tutmaya çalışmaktayız.

      Hava kirliliklerinin de baş nedeni insandır. Petrolü yer altından çıkarıp yararlanma yoluna giderken, bu ürünlerin çeşitli yollarla çevreyi ve havayı kirletmesini de becerdik.

      Teknolojiyi geliştirmek için tarım alanlarına fabrikaları yerleştirip, bacalarını tüttürenler, zamanı kısaltmak için taşıtları ulaşımda kullanırken egzoz gazlarından çıkan dumanı havaya gönderenler, güzel kokmak adına spreylerini, havaya salanlar, atmosferin de dengesini bozdular, ozon tabakasını deldiler. Bu kirlilikten kendilerini kurtarma çarelerini yine kendileri arayıp bulmaktalar. Gaz maskeleri, ağaç dikme , fabrika bacalarına filtre takmak gibi.

       Kitaplar daha yüzyıl öncesi İstanbul’unu anlatırken boğazın incisi, doğanın süsü olarak betimliyorlar. Günümüzdeyse çarpık kentleşme sonucu incilerden, süslerden eser kalmadığını görmekteyiz. Şehir kuralım derken kendi elimizle yok ediyoruz doğayı. Yaşam alanlarını genişletiyoruz derken yaşam koşullarını sınırlandırıyoruz bile bile. Tahrip edip yok ettiklerimizi de resimlerde, filmlerde, fotoğraflarda yaşatmayı anı deyip  marifet sayıyoruz.

      Yer, yurt,işyeri açmak için, ormanları yakıp yok eden yine insandır. Binlerce hektar ormanlık alanlar bir kibrit çöpü ile insan eliyle yok edilmekte. Bu ormanlarda binlerce bitki ve hayvan türünün yaşadığını bilmekteyiz. Ormanlarla birlikte bitki türleri, hayvan türleri azalmakta ve yok olmaktadır.

      “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana, şarkısını da, “Yaz demeden, kış demeden ağaç dikelim “ türküsünü de biz söylüyoruz. Yani doğayı yakıyor, yıkıyor, yapıp yeniden inşa ediyoruz. Ağaç dikme kampanyalarına topluca gidiyor, bir kibrit, bir balta ile de ormanı yok edebiliyoruz.

     Kuraklığın nedeni ağaçları keserek biz olduğumuz gibi, ağaç dikerek yağmuru çeken de biz olduk. Suni yağmurlar bile yağdırdık..

     Sellerin erozyonun nedeni de biziz. Zararlarından korunmayı ve önlemini de almayı biliyoruz.

     Fabrika atıkları nükleer atıklar sonucu topraklar, akarsular, göller, denizler kirlenmekte, bitki, hayvan ve insanlar zarar görmektedir. Bu nedenle çeşitli hastalıklar, sakatlıklar yaşanmakta; bu hastalık ve sakatlıkların nesiller boyunca sürdüğü de bilinmektedir.

     Daha bol ürün almak adına bitki ve hayvanlara verilen ilaçlar, hormonlar canlıları olumsuz etkilemektedir.

     Güneşin olmazsa olmaz olduğunu biliyoruz.Yararlarını da, zararlarını da saymakla bitiremeyiz. Güneş yanıklarının önlemini ve çaresini bulan insan, zararlı güneş ışınlarından yararlanmayı da bilmiştir.

      İnsanoğlu ilk yaratıldığı günden beri çok çeşitli nesne ve olaylarla dolu bir evrende yaşamaktadır. Bu nesne ve olayların var oluş nedenlerini de merak etmiştir. Kendi de evrenin bir parçası olduğundan kendi keşfine de çıkmıştır. Kendini tanıyıp, bulmuş, geliştirmiş, yaşam tecrübelerini kuşaktan kuşağa aktararak günümüze ulaştırmıştır. Evrende küçücük bir varlık olup, düşünce gücü ve iç güdüleri ile evrenin tek hakimi olduğunu bilmiş, hakimiyetini sürdürmüş, bizlere el vermiş; şimdi milyarlarca dünyalı olarak doğaya hükmedip,  devranımızı sürdürmekteyiz.

     Doğaya karşın doğadaki devranımızın kanıtını ünlü filozof Deskartes’in “Düşünüyorum o halde varım!”  sözüyle pekiştirmek daha uygun olacaktır.

Günay UZUNER                             
  05.05. 2002                                  

İNSAN,İNSAN VE DOĞA -1

         Doğa; fiziksel dünya, evren, varlıkların ve nesnelerin tümüdür. Canlı varlıkların yaşamsal bağlarla bağlı oldukları, etkilendikleri mekan olan doğa . günümüzde insan eliyle büyük değişikliğe uğramış; kendi özelliklerini büyük ölçüde kaybetmiş bulunmaktadır.

       İnsan; doğanın bir parçası, düşünebilen akıllı canlıdır. Alet yapar,  kullanır, aklı ve düşünme yeteneği sayesinde kendini yönetir. Bilgi edinir, bilgisini genişletir, doğaya dolayısıyla  diğer canlılara ve hemtürlerine egemen olur. Eğitilen insan bu gelişimini daha da büyüterek evrenin tek hakimi olur.

      İnsan doğaya iyi ve kötü yönleriyle egemen olan güçlü ve gücünü akıllıca ve akıl körlüğüyle  kullanan ilk ve tek canlıdır.        

        Mevsimler ezberlediğimiz özelliklerine pek de uymayıp oyun bozanlık yapıyorlar. İnsanlar ekolojik dengeyi sarstıklarından, kışları artık buralarda karı göremiyoruz, ya da sonbaharda hala kavurucu sıcaklar hüküm sürüyor; haziran ayında üşüyebiliyoruz.

      İnsanlar doğada ilk var olduğu günlerde bir yandan doğa ile mücadele ederken, bir yandan da iklim koşullarının zorluklarını aşarak, vahşi hayvanlarla savaşarak yiyecek ve giyeceklerini temin ettiler. Ateşi bularak soğuktan korunup gecelerini aydınlattılar.

       Barajlar yapıp akarsuların deli dolu gidişatını dizginleyerek sulama yapıp elektrik ürettiler. Güneşin yakıcı sıcaklığından korunma yolların, güneş ışınlarından yararlanmayı, doğanın gücünü kendi lehlerine çevirerek güneş enerjisinden yaşamın çeşitli alanlarında yararlanmayı da  başarmışlardır.

      Ormanları yok edip, kuraklık sağladılar, bunun yanı sıra da suni yağmurlarla da verimi arttırarak kuraklığı önlediler.

     Doğa içinde bulunan canlı ve cansız varlıklarıyla bir bütündür. Bu bütün içinde adını dahi bilmediğimiz milyonlarca canlı türü yaşamaktadır. Canlılar yaşamlarını sürdürürken kendi türlerine ihtiyaç duydukları kadar, yaşadıkları çevrede başka canlılara ve cansızlara gereksinim duyarlar.

      Son iki yüzyılda insan nüfusu hızla artmıştır. Nüfusun beslenme, barınma ihtiyaçlarını gidermesi, yani yaşam kavgasını sürdürmesi sırasında doğa tahrip edilmiş; doğal hayat zarara uğramıştır. Bu zararın boyutlarının giderek büyümesi önlem almayı zorunlu kılmıştır.

      Yeryüzünde var olan canlılar içinde çevresini olumsuz yönde en fazla etkileyen, değiştiren canlı insandır. Ekolojik açıdan insan ve diğer canlılar arasındaki en önemli fark, tüm canlıların mevcut çevre koşullarına uyum göstermesine karşın, insanın bu koşulları amaçları doğrultusunda kontrol altına alma yeteneğine sahip olması, bu yeteneği faaliyete geçirmesidir.

       İnsanlar öyle bir güce sahiptir ki dünyanın yaşam koşulları zor olan bölgelerinde kutuplarda, buzullarda, çöllerde kendilerine yaşayabilecekleri ve üreyebilecekleri ortam elde etmişlerdir. Doğal şartlar ne kadar ağır olursa olsun, sel, fırtına, sıcak, soğuk her koşulda doğaya karşı savaş vererek; yaşamlarını devam ettirip bu savaşı kazanmışlardır.

       İnsanlar kendilerini o kadar geliştirmişlerdir ki uzaya açılarak, yerleştirdikleri uydularla atmosferde gerçekleşen hava olaylarını gözlemleyerek tahminden çok öngörüde bulunmaktadırlar; böylelikle hava olaylarının şiddetini ve yönünü, etkileyebileceği alanları bilerek ona göre tedbirler alabilmekte, can ve mal kaybını önleyebilmektedirler.

        Yeryüzünde gelişen doğal olayların sebebini bilimsel araştırmalar sonucu öğrenmişler, doğayı ve kendilerini korumak adına birçok önlemler almış; doğanın kendi kendini yenilemesi yüzlerce, hatta binlerce yıl sürdüğünü bile bile ya da bilinçsizce yeniden yeniden ve ısrarla doğayı tahrip etmekte, yok etmekte ve inşa etmektedirler.

       Doğanın kendisine bahşettiği naturasında yer alan düşünce gücüyle düşünen, düşüncesini birbiriyle etkileşerek, aktarımları değerlendirerek, örnekleri çoğaltarak, sorarak sorgulayarak, araştırarak ve okuyarak geliştiren insanlar, tarihsel süreç içinde her zaman bir güce sahip olmuşlardır. Bu güçle eğitimli, uygar olmanın yanı sıra uygarlığın getirdiklerini doğaya özellikle de hemtürlerine karşı kullanarak egemen olmanın savaşını vermişlerdir. Hiç kuşkusuz ki bu böyle sürecek gibi gözüküyor...

 Günay UZUNER                
  03.05.2002                    

15 Aralık 2011 Perşembe

KALEYDOSKOP

ÇİÇEK DÜRBÜNÜ

Misketin içine hapsolunmuş renk kıvrımlarına özenip de
Toprağın kucağına dağıttığı saçlarını yayarak
Güneşin kuruttuğu rüzgarın misklerini savurduğu
Sere serpe uzanmış yayılan  renk cümbüşlerini
Bohçalayıp dürerek  avucunun içinden  salıvermek
İçerilere ;


Parmağının sızısını, 
Yanı sıra da
İnceden inceye sızan 
Kırmızımsı naif sızıntıyı katarak, 
Kederleriyle birlikte hapsetmeye.
Kederleri çiçeklerle eritip
Güllerle yüzünde yansıtabilmeye


Pan'ın Syrinkse kavuşma isteminin  bağışı mıdır,
Bayram akideleri gibi rengarenk?
Bir mavi yoktu  sende;
Hapsolmuştu da çiçekler
Kıpırdadıkça renkler dans ediyor içerde...


Gözleri güzelliğine kapılıp
İçine hapsolmuş da
Gülüşü umudu müjdeliyordu.
Krizantemleri, menevişleri bir yana bırakıp
İçinde maviyi ve papatyayı arıyor çocuk…


Günay UZUNER
15.12.2011 
      



       

13 Aralık 2011 Salı

DANS EDEN RUHLAR

        Hani lacivert akşamlarında yazların başınız göğe yönelmiş yıldızları gözlerken bir yıldız kayıp dilek tutuvermişsindir ya alel acel, bilir misin ki  binlercesi aynı yıldız üzerine dileklerini uçurmaktadırlar gökyüzüne onun yıldız olmadığını bile bile; meteorluğuna aldırmadan. İşte o dileklerin çoğu mutluluk ,huzur üzerinedir, dilekler buluşur göklerde, aynı ahenk içinde; birbirini tanımayan ruhların dansı başlar…

        İnsanoğlu milyarlarca yıldır varlığını sürdürmektedir dünya üzerinde. Milyarlarca yıl, milyarlarca milyarlarca insan canlarını bedenlerinde taşıyarak gerçek danslarını sunarken yeryüzünde, Eflatun’un  deyişiyle   “bölünmez, parçalanmaz, bozulmaz” olarak nitelendirdiği madde dışı varlık olan tini, canlarını bedenlerinden ayırarak ruhlar aleminde danslarını etmeye devamdadırlar hala.

         Tanrı, ana rahmine düştüğü an üflermiş bedenine ruhunu insanoğlunun. Ruhlar yaşama başlamanın ilk mutluluğunu ana karnında yaşar, haliyle de ilk danslarını; ki bir anne için doyulmaz bir seyirliktir canındaki canın yüzünü güldüren ritmik devinimleri ve  iki can ruh birbiriyle çarpışarak dans eder dururlar. Dünyaya geldiğinde neden ağlar bebecikler bilir misiniz? O huzur içindeki güven ortamında onu dinginleştiren büyüleyici musiki eşliğinde yaptığı dansı kesilmiştir de ondan. Birkaç zaman sonra  henüz dünyanın farkında değilken kendi kendine bir takım hareketler eşliğinde gülücükler yayar ya çevresine hani; bilin ki yeni keşfine vardığı kendi iç dünyasındaki musikinin ritmine uyarak meleklerle birlik dansını etmektedir.

         Düşler alemine daldığınız bir ara çocuk sesleri duyup cama seyirtirsiniz: “Aç kapıyı bezirgan başı, bezirgan başı” şarkısını söylemektedir koroları. Ve o şarkı eşliğinde gülen yüzler, kahkaha dolu sesler karışır birbirine, mutludurlar, mutluluk avazları coşkuyla evrene yayılmaktadır. Evrene yayılan çocuk sesinden, coşkusundan  daha güzel melodi olabilir mi? O melodinin eşliğinde mutluluktan dans etmez de, ne yapar çocukların ruhları?

       Gün gelir ayaklarınız birbirine dolanarak, dilinizde bir türkü seke seke yürümeye başlarsınız, yüzünüzdeki gülümsemeyi ,olur olmaz şeylere gülmeyi zapt edemeden gözleriniz etrafa ışıl ışıl bakmaktadır. Gözlerinizin aurası güneşinkinden daha çekicidir.Her şey, herkes size dost görünür o vakit, ruhunuzu bir şeyler sarar ya o nu görünce hani aklınız da havadadır. Hep onu görmek onunla olmak istersiniz. Onun adı aşktır; sen de onun aşkı. Ruhunla dans içindesindir aşkınla, gözlerinin önüne geliverir davetsiz, olmadık yerde sen sonsuz gülümsemene devam eder durur, Aşk Tanrısı Amor’un şahitliğinde , ona ait hayallere  eşlik edp, tutturduğun türkülere takılarak yaşamının raksıyla yorulursun, taa ki bedenlerinizin gerçek dansı başlayana değin.

      Kumsalda birbirine çattığınız odunlar yanmaktadır. Ay denize vurmuş, yakamozlar salınmaktayken nazlı nazlı, derya sularının şarıldayan sesinin sarhoşluğuyla yıldızların gölgesi altına oturmuş , o ateşin  yıldızlara nispet kıvılcımlar saçarak yanmaktaki dansını izler durursun gitar eşliğinde, ortak  şarkıya sesini katarsın sen de; sesler birleşir, gönüller birleşir... Büyülü dansıdır bu  alazlar, can yakıcıdır, şeytanın. Ateşin dumanı müziğin eşliğinde kıvrıla kıvrıla gökteki dansına başlamıştır çoktan.

      Sobada yanan alevlerin çatırdayan sesini dinlersin yalnızlığında kış günleri. Radyodan bilip bilmemekte kararsız kaldığın bir melodi tınılanmaktadır. Aynı tını binlerce evde yankılanmaktadır o esnada. Binlerce el, binlerce ayak, binlerce dil birbirinden habersiz ortak olmuş aynı tınıya ritim tutmaktadır. O coşkuyla sokağa vurursun kendini, sokağa vurmuş binlerce insan, aynı duyguyla empati içinde olduklarının farkında olmadan , kalp kalbe karşı dururlar. Bütün duyularını sollamıştır altıncı his dedikleri beden ötesi bir duyun araya girer. Börtü böceğin,  kuş seslerinin şakımasına ayak uydurarak; “Yaşamak ne güzel, çookk güzel!” diye taşları tekmeleyerek yürür durursun o binlerce insan gibi; gözün gökyüzündeki bulutlara takılır. Bulutlar yeryüzünden yükselen bin bir çeşit sesin armonisiyle  danslarını ederken;  sobaların düz borularından , dümdüz bacalardan çıkan dumanlar da çıkar çıkmaz kıvrılarak bulutların dansına eşlik ederek, onlara karışmaya başlarlar. Yaşamın bu ahengi seni daha da mutlu kılmaktadır; o vakit “Ey hayat , seni çoook seviyorum!” diye haykırıp kendini yaşamın akış ritmine salarsın rehavet içinde. Yaşamın ritimleri her birimizi kendi ritimlerimizde dans ettirmektedir artık.   

       Arılar, kelebekler çiçeklerin etrafında dans ederken kuşların cıvıltıları eşliğinde yaşamdaki seslerin harmanlandığı armoni, güneş ışığından gerimize takılıp peşimizi bir türlü bırakmayan delifişek gölgemiz, bedenimizle sarmaş dolaş her daim dans etmektedir.  Willibold’un   zarif tınılı  Kutsal Ruhların Dansı Melodisinin flüt solosu bizi ayaküstü yakalayarak sarhoş etmekte ruhlarımızı top yekun dansa davet etmektedir .

      Ateş, duman,çocuk sesleri, kuş sesleri, rüzgar, deniz,bulutlar, dünya,yıldızlar, ay , güneş ve biz.. doğanın ayrılmaz değerleri, kendi ritimlerimizle dans eder dururuz hep kainat kuruldu kurulalı beri. Ruhlarımız evrene yayılmış, bulutların arasında ince dodan yakaladıkları melodilerle dans eder dururlar kimseye fark ettirmeden bulutların gözü önünde.

      Bulutlar öte yandan  şimşeklerin şakımasıyla dans ededursun deli dolu, yağmurun toprakla kavuşup o hararetli danslarından yansıyan kokusu bizim ruhlarımızı dansa çağıran  en büyük  davetkardır.Haydi yağmur yağıyor, şimdi dans zamanı!…
 13.12.2011                 
    Günay UZUNER            

"ruhların dansı" na eşlik etmek için FBM blogerleriyle yarışırken ruhumdan yukarıdaki satırlar fışkırdı...             

10 Aralık 2011 Cumartesi

BASAMAKLAR

         "Geçmek bilmiyor" dediğimiz zamanımızı çabucak tüketiyoruz. Oysa  Ahmet Haşim : "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden”  demişti şiirinde; yaşamın tadına varmamızı öğütlercesine... Halbuki biz akıp giden  anların bir daha geri gelmeyeceğini bildiğimiz halde  bilinçsizce tüketerek  onu; " Offf bir türlü geçmiyor şu zaman!" diye sızlanıp duruyoruz.

         Altmışa merdiven dayadığım bu günlerde arkama dönüp baktığımda hızlı çıkışım da olmuş basamakları; yorulup, dinlendiğim de; "Şu zaman geçmiyor" dediğim de; basamakların hakkını vere vere çıktığım da;  şarkılar eşliğinde sekerek çıktığım da.

          Henüz okula başlamamışken özenip okullu gibi davranmak;onlu yaşlarda 'ağır başlı' deyiminden hoşlanıp  olgun davranışlar göstermek; gençlik dönemlerinde ülkenin gidişatını beğenmeyip, kurtuluş mücadelesine katılmak; hedeflerini daraltıp ilk gördüğün okula kapağı atıvermek; erkence evlenip, erkence anne oluvermek… Körpe dimağları hedeflerine ulaştırabilmek adına her birinin ellerinden ayrı ayrı tutabilmek...Bir şehir insanı bir taş bina içerisinde tüm zorluklara karşın sağlıcakla koruyabilmek... Sanki yaşamda olabileceklerin hepsi oluvermiş gibi… yapılacak hiç bir şey kalmamış gibi.. Son basamağa gelmiş gibi...

             “Offf sıkıldım!” ları pek söylemesem de, dolu bir yaşamın boşluklarını, boşa geçmişliklerini fark ediyorum şimdi, yaşam merdiveninin bulunduğum basamağından geriye baktığımda. Zirveye baktığımda  belli belirsiz birkaç basamak kalmışlığı gözükse de yorgunluktan; bende arta kalan zamanı dos dolu , mutlu, huzurlu geçirme telaşı da başladı.

            Yukarı çıktıkça, yaşam yolculuğunda eğleştiğim yerlerden gönül ve zihin heybeme doldurup birlikte  yol aldıklarımın yükü de çoğalarak benimle çıkıyor ve yüküm ağırlaşıyor; ben de  şairin dediği gibi artık;” ağır ağır” çıkıyorum merdivenin basamaklarını.

          Heyecanlı , kanı deli deli akan gençlerle aşık atıyorum oturduğum yerden. Onların hızına yetişemesem de, az ara farkla peşlerinden yetişiyorum işte. Mesela şu an: Adnan Hocam “Bir kağıt daha !” dedi. Birlikte yazı yarışması yapıyoruz... diyordum ki  tam; O ,yazısını bitirdi bile. Seda “Pıt pıt pıt” diyerek son rötuşlarını yapıyor. Mustafa latifelerini bıraktı kendi yönetiminin derinliklerinde geziniyor gibi gözüküyor. Ben de oturmuşum birbasamağa  son demlerinde yaşamımın, gençlerle eğleşiyorum.

        Bulunduğum yer çok güzel, yaşadıklarımızı tekrar geçmek gibi bir lüksümüz olmayacağına göre alt basamaklara da geri inme gibi bir şansım da yok. Bulunduğum basamakta daha uzun, daha sağlıklı, daha güzel, daha anlamlı ve yeni  yeni basamağına basmışlar için kendi merdivenlerine, izinden yürüyecekleri güzellikler bırakmak için kalabilmenin yollarını bulmalıyım diye düşünüyorum. Bu olsa olsa kalemimin ucundan dökülen sözcüklerin cümbüşü olacak.

         Yaşantım boyunca mükemmel olmanın yollarını arayıp durdum, kendimin ve başkalarının hatalarından dersler çıkararak hatalarımı aza indirmeyi, güneşe ulaşmayı hedefledim.  Hangi basamağında olduğumu bilmiyorum  kendime özge merdivenimin, fakat merdivenimden yeniden tırmanacaklara,  tekrar geçecekleri ölmez eserler bırakırsam basamakların sonuna gelmiş, güneşe ermiş olacağım...
         
10.12.2011          
Günay UZUNER    
FBM blogerleriyle  "basamaklar"ını tıımandığım yarışta zirveye  bu kadar çıkabildim.