10 Haziran 2023 Cumartesi

 Sevgili Cengiz;

“Kaç yıl oldu?“ yazmıştın gönderdiğin çiçekte kırk birinci yılımızda evliliğimizin. Söyleyeyim mi şimdi sana, bu gün 23 Kasım 2022 ve kırk üç yıl oldu seninle olan evlilik birlikteliğimiz. Evimizdeyim. Üzerine not iliştirilmiş papatya buketin yok, sen de yoksun, gülen yüzün de...
Depremle uyandım gecenin dördünde dün gece. Çok uykusuzum. Korktum, hem de çok. 99 depremiyle yendiğimi sanıyordum deprem korkumu. Oysa korkularımı senin güvencenle aşıyormuşum. Gisto’da iken akşamüzeri muhtarın yanına Dölek’e gittiğinizde hissettiğim Erzurum depremiyle korkudan bir hışımla dışarı çıkıp öyle bir inletmiştim ki koca köyü “Cengiiiiiiz!” diyen çığlığımla iki dakikada o dik tepeyi aşıp yanıma gelmiştin. O vakit de Haziran vardı yanımda, bebecikti. Dün gece de yanımdaydı çok şükür. Lodosla beraber yağmur var dün akşamdan beri üstüne üstlük. İnsan yalnızlaşınca şehrin kalabalık gürültüsünde bile doğanın o korkunç yüzünü daha bir hissedip kendini yenik hissediyor maalesef. Bilemiyorum ki acı ve korku doğanın yenilmez ve amansız gücünden midir yoksa yalnızlığın kederinden mi?
“Dışarıya yağmur,
Yüreğime hasret
Fikrime sen
Nasıl yağıyorsunuz üçünüz birden
Bir bilsen…” demiş ya şair tam öyleyim işte.
Korkular bir yana, hasret bir yana, yalnızlık da bir yana yavanlaştı dünya sensiz, tat tuz yok hiçbir şeyde. Öncesinde üzüldüğüm günlerin geçiyor olmasında, çabuk çabuk geçiyor diye seviniyorum şimdi. Günleri sayıyorum bir bir beklediğim, varmak istediğim neyse artık gelen günlerde.
Yıl dönümümüzde hüzünle başladım sana yazmaya, güzel geçen günler de oluyor aslında, iyileşiyorum gün gün. Çocuklar bu günden tahtayı süslemiş sürprizler hazırlamışlar sınıfta. On dakika boyunca sınıfa girmemem için yalvar yakar oldular. O çocuk heyecanları mutlanmama yetiyor anlık bile olsa. Bileklerime renkli renkli boncuklardan dizdikleri bileklikleri takıyorum, gönlümü okşuyor boncuklar. Helen’imin bayram için yaptığı boncuk kolye hala boynumda. " Bana yok mu ?" demiştin de Helen gülmüştü "sen kız mısın dedeee?" diye. Takmasam da boncukları çok severim. Neden takamadığımı, boncuklara niçin kırgın olduğumu ilerde anlatırım belki; o çoook eski, çok uzun, çok ayrı bir hikaye; işte bu kırgınlığım da çocuklar sayesinde geçmeye başladı, pek çok korkumu çocuklarla yendiğim gibi. Yaşam bu yavan da olsa geçiyor işte, ağlayıp gülüyorum kardeşliklerinde, gezip dolaşıyorum, şarkılar türküler dinliyor, şiirler romanlar okuyorum, seni buluyorum içlerine dalarak, dizilerin sahte dünyalarına takılıp sahici hüzün, mutluluk, umut yükleniyorum; yiyip içiyorum da “Ne yiyeceğiz?” diyenimiz olmayınca yavanlaşıyor yediklerim…
Yarın 24 Kasım, dört ay olacak gidişinden bu yana. Duygularda değişen hiçbir şey yok. Hep sen varsın, hep burdasın, hep kendimi seninle konuşurken yakalıyorum. Sürekli, anahtarı çevirip içeri giriyorsun, haber izlerken dönüp yorum yapasım geliyor hep, kayıp kitaplarımın hesabını soruyorum sıkça, bilmen gereken bir olayı, bir haberi sana anlatma isteğim oluşuyor hep, evde yemek yok ne yapayım diye koşuşturuyorum eve. Geçenlerde sabah uyandım sen bilgisayarın başındaydın. Ben çıktım odadan okul için hazırlandım. Ameliyatlıydın ya, kahvaltını hazırladım yine, getirirken yanına tepsi elimde tam odadan içeri girdim oradaydın hala “öğle yemeğin de mutfakta” dedim ki birden yokluğunu fark ettim. Bu durum sıkça oluyor. “Deliriyor muyum?” diye soruyorum kendi kendime, sonra kendimi kendimce test ediyorum ki aklım fikrim yerinde, aklım da fikrim de yeri olan sende.
Yokluğunun üçüncü ayında yani geçen ay senle buluşmaya, senle olmaya Dalyan’a gittik Haziran’la, Hatice de bizimle geldi; Pamir, Işık, Helen Mavi, Pera Deniz de Antalya’dan geldiler hep birlikte buluştuk. Dostların, arkadaşların, yoldaşların da oradaydı. Sen de ordaydın. Adlarından tanıdığım arkadaşlarınla tanıştık, görüştük, senden bahsettik, seni çekiştirdik, sana olan sevgimizi paylaştık, güldük, eğlendik, türküler söylendi, tam senlik bir buluşma oldu.
Biz Dalyan’a vardığımızda toplantıya başlanmıştı. Biz arka koltuklara oturduk. Herkes pür dikkat paneli dinliyordu. Bu kapalı salonda bir arı hafif bir vızıltıyla salonun dört bir yanını dolanıyordu. Annemin anlattığı batıl bir inanışa takıldı aklım ister istemez( biri ölünce ruhu sinek, arı, böcek, kuş.. kılığına girer aramızda dolanırmış). İleride en önde birisi, konuşmacıların dışında tek onun yüzü dönük dinleyenlere bakıyordu, video, fotoğraf çeken biri gibi geldi geçti aklımdan, sonra bir an bu tanıdık yüzü görünce içimi büyük bir sevinç kapladı, o sendin. Büyük boy resmindeki gülen yüzünle bize bakıyordun. Panel bitince yakından görmek, sana dokunmak için kürsüye yaklaştım. Evet sen bizimleydin. Ertesi gün seni anmak için yine salonda toplandık. Slaytın ilk fotosu duvarda yansıtılmış sabit duruyordu. Pera’nın “Dedem!” diye bağırışını duymalıydın. Nasıl da sessizce izlediler dedelerini. Senin yaşamın ailenle başlayan, bizimle olan, dostlarınla olan, özgürlük düşlerinin yolcuları yoldaşlarınla olan; o güzel, o mücadeleci, o insanların mutluluğu, dünyanın barışı, halkların kardeşliği için yaşamın tılsımını arayan onurlu yaşamın bir bir geçti resimlerinle beraber gözlerimizin önünde hatıralarla.
Ben seni- bizi anlatmaya çalıştım karmaşık duygularımla beraber. Işık birey olmanın mücadelesinde senin kızın olmanın zorluğunu anlatırken aslında bunun bir güzellik olduğunu yokluğunda fark ettiğini anlattı bize. Ve sen iyi ki bizimleydin, iyi ki bizimdin, iyi ki dünyanın güzelleşmesine, o güzelliğe kavuşmak için yaşadığın, yaşadığımız zorluklara katlanmışın. İyi ki var olmuşun…
Anmadan sonra tekne ile çamurlu banyo kaplıcalarına gittik. Yol boyunca bir arı da bizimle yolculuk yaptı. Kaplıcada iki saatliğine mola verdik. Döndüğümüzde teknenin kaptanı yoktu. Bir arı, muhtemelen teknede dolanan arı kaptanı boynundan ısırmış, sağlık ocağına gitmiş, birazdan buz kalıbı boynunda geldi kaptan. Arıcılık da yapıyormuş, benden çok endişelenen yoktu sanki. Kaptan da rahattı, yola koyulduk. Ertesi sabah ağrıdan uyuyamadığını söyledi. Şükür ki bununla kaldı.
Dalyan çok iyi geldi bize yoldaşlarının benzerliğinde, hikayelerinde, anılarında, söylenen türkülerde, senle buluştuk, seni soluduk. Akşam yemeğinde sen krem renkli montun ve mavi gömleğin üzerinde biraz ileriden tekne limanına gidiyordun sırtın dönük, merdivenleri yavaşça bir bir inerken başını yavaş yavaş sağa doğru döne döne gözden kayboldun. Bu durumu Hatice’yle de paylaştım. Dalyan buluşmasını sen örgütlüyordun, bu son görevin de güzelliklerle sonuçlanmıştı, sende ve bizde bunun huzuru vardı. Bülent Uyguner’in olağanüstü çalışmaları da takdire değerdi. Birlikte yolculuğuna çıktığımız düşlerin için de hiç merak etme “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” kalanlar mücadeleye devam edecek, devam edeceğiz…
Dünya iyi olmasına iyi de, ülkemiz de öyle diyemeyeceğim, bildiğin gibi her gün gündem değişiyor. Yine savaş var Güneydoğu’da. Yine çocuklar ölüyor ,yine anneler ağlıyor Kobani’de.
Olaylara hep bir örneklemelerin vardı, bir fıkra, bir hikaye bir şiir dörtlüğü, bir atasözü ile muhakkak örneklerdin konuyu. Daha çok da hayvanlara dair olanlarından. “Arı soktuğunda ömrünü tamamlar “demiştin bir savaş sürecinde. Bizim arı kendi ömrünü tamamlamakla kalmadı bu kez dünyamızı da yaktı kavurdu. Bu hafta okuma programımızda “Dünyayı Kurtaran Arı” kitabını okuyacağız sınıfta. Korkmadığıma, ürkmediğime şaşıyordum arılardan. İlk kez dehşete kapıldım arılı bir kitap , bir çocuk kitabı okumaktan. Bizim dünyamızı karartan bir arı kocaman bir dünyayı nasıl kurtarırdı ki? Elime de alamadım kitabı, dur bakalım okuma sürecinde ne olacak?
Gidişinle beraber obituary yazıyorum gibi, aslında sana her dem yazardım bilirsin. En çok da tartışıp senin kapıyı çekip evden çıktığında sana ulaşmak için, kızgınlığımı atmak için, derdimi anlatmak için yazardım, sen hep kaçmakta buldun tartışmalarımızdan kurtuluşu, ben de yazıp rahatlardım, pek çoğunu okumadın bile, çabuk unuturduk neye tartıştığımızı. Yine kaçtın bizden ben de yazıyorum sana, içimi döküyorum, belki okumaya uğrarsın bir gün. Telefonun bende ya facebook taki anıların bu güne yazılmış gibi:
“Gitmek gerekir bazen,
fazla yormadan
daha çok bıktırmadan
eğer vaktiyse
ardına bile dönüp
bakmadan “ yazmışsın sanırım bir gittiğindeydi yine evden, veya bir yönetimden ayrıldığında. Bu gidişinde tartışmamıştık da. Niyeydi ki gidişin?
Yaşamda bazı şeyler tesadüfmüş gibi gelir. Sanmıyorum tesadüflüğünü. Bir 24 Temmuzda, nişanlanıp yüzük takmıştık yaşam yolculuğunu birlikte yürümek için, yine bir 24 Temmuz’da veda ettin birlikteliğimize. Yazdıkların, söylediklerin anılar öylesine örtüşüyor ki yaşamla…
Sen gittin ama eczanelerin arıyor hala, ilaç vaktini hatırlatıyor, randevu aldığın hastanelerdeki randevu tarihlerin de geldi senden sonra.. hele en acısı geçenlerde Çankırı’dan bir dostun aradı, yayladaymış yaz boyu. Bana kızmaklı “ Siz niye açıyorsunuz Cengiz’in telefonunu “ diye sorunca ben de “Sekreteriyim” dedim. Kızdı yine bana, , sonra durumu anlatınca koca adam ağlamaya başladı. Ben kapatamadım telefonu. O kapattı. Neden sonra tekrar aradı yine ağlıyordu, az önce kızan ses özürler diliyordu, sevginin özrü mü olur. Öyle çok yürekte iz bırakmışsın ki. “Ben onu arayıp dertleşirdim hep” dedi. Kederli bir insanın diğer kederli insanı avutması ne zormuş meğer, “Acını anlıyorum” diyebiliyorsun ancak. Hala profillerinde senin resmin asılı bazı dostların var.. Gün geçmiyor ki birinin bir yazısında, bir paylaşımında sen yoksun. Sosyal medyayı açar açmaz ölüm haberlerini görmesem dostların sıkça, seni görebildiğime daha çok sevinebileceğim.
Burhan Abi gitti senden sonra, çok üzülüyordun rahatsızlığına. O’nun varlığı, sakinliği, o içinden çıkılmaz tartışmaların arasında susup susup son cümleyi hiç bir şey olmamışçasına yumuşak ses tonuyla konuya noktayı koyması nasıl da güven vericiydi. Mustafa Abiye de aldığın randevunun hatırlatmaları geldi onun gidişinden nice sonra… Ahhh ne çok çabaladın onu yaşatmak için! Toplantılar uzadıkça geceleri sendikada senin işin uzar diye beni zorla eve kadar getirirdi, yalnız bırakmadı hiç beni, depremde de destekleri çok oldu. Yazları kaçış için sığınağındı Mustafa Abinin evi… Ardından çok sürmedi sen de gittin.
Bugün 24 Kasım. Birçok anlamsızlığın içinde pek çok anlam da yüklü. Her ne kadar biz kabullenmesek de dört ayı doldu gidişinin. Mesleğimize de başlayalı, birlikte yaşam yolculuğuna çıkışımızın da kırküçüncü yıldönümü. Pek çok öğretmenin mesleki koşulların iyileşmesi için verdikleri mücadeleden kaynaklı TÖB-DER’ li yoldaşların işkencelerden geçtiği, işkencelerde öldürüldüğü, sürgünlerde yalnızlaştığı, ailelerin çile çektiği bir devirde adımıza gün kondu. Evet biz ne kadar istemesek de toplum çabucak kabullendi bu günü. Küçücük bir çocuğun yüreğinin sevinciyle gün kutlayan o sesini ne deyip de reddedebiliriz ki? Sınıfa girdiğimde bu gün tüm sınıf bir telaş içindeydi, yine beni sınıfa sokmadılar. Sekiz yaşındaki çocukların gözlerindeki parıltı… ahhh o parıltı denizine gömülüp kaybolmak istersiniz… Bir olmuşlar birlik olmuşlar, tahtayı yazılarla, masayı kağıtlarla süslemişler, sınıfa girdiğimde fonda da bir müziğe eşlik eden bir bütünsellik, ne güzel bir duygudur o, tarifi imkansız: “Öğretmenim. Canım benim, canım benim….” İstediğimiz de tam da bu değil mi, güzellikler uğruna birlikte davranabilmek… umuyorum ki sevgi dolu bu minik yürekler büyüdüklerinde dünyanın güzellikleri için bir ve bütün olabilecekler.
Sevgili Cengiz dört ayda ne değişti desen, yokluğunun acısı daha bir derinleşiyor, bakışının sıcaklığına daha da bir hasretim, ufak bir hatırlatıcı done burnumu sızlatıyor, gittiğin son yolculuğun dönülmezliğini daha bir kanıksıyorum, dışarıda bir koca dünya gürül gürül akıp gidiyor binmiş yaşamın terkisine insanlar, herkes yine işinde gücünde… ‘İnce Memet’leri aldım okumaya yeniden, evdekiler yok bir çok kitabım da yok, niyeyse bunu sana sormalı, sorduğumda da yanıtın hazırdı zaten; “Ben ne yapacağım senin kitaplarını?" Ben bir şeyi kaybedince daha bir önemsiyorum bunu iyice öğrendim seni kaybedince. Kitapları tek tek parçalayıp yaktığımızda banyonun kazanında dökülen göz yaşlarıma bakıp bakıp biraz da kızarak “ Hepsini yeniden alacağımız günler gelecek” diyerek sarılıp beni avutmanı özledim. O günler illa ki gelecek buna inanıyorum da sevincini birlikte yaşayabilseydik. Söz verdiğin gibi dünyanın rengine kanıp bir de biz tadabilseydik.
Kırk üçüncü yılımızda Kasım rüzgarları esse de sertçe ve soğukça esintilerinde hep sen varsın, papatyaların olmasa da, kitaplığın karşısında o gülen resmine bakarken ben :
“O içten gülüşünü
Bir gün dudağından çalıp
Gözlerinin önünde
Yüreğimin ortasına koyup
Öpeceğim… diyebilseydim keşke… 23.11.2022
Günay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder