10 Ekim 2011 Pazartesi

ESKİ BİR KİTABIN SAYFALARINDA


                                                                      İbrahim İşyar'a saygıyla

        " Şefik Kardeş!

        Yazmaktan, okumaktan, eski kitaplardan konu açmıştık bir gün hani… Derse giriş zili o tatlı sohbeti  keserek tadını damağımızda bırakmıştı her zamanki gibi.  Laf aramızda böylesi durumlarda şu zillere kızmıyor da değilim.

          Zaten zile karşı öğrencilikten kalma epeyce hıncım var. Bitmeyen yakan top maçlarını kesmesi kızgınlığımın başında gelir , ya yalayıp yalayıp bitiremediğimiz osmanlı macunlarını cebimize sokmak zorunda kalışımız  ve de sözlülerde bi türlü çalmayışı hepimiz tahtaya kalkmadan…

          Okul kapısında renk renk şekerli macun satan yerel kıyafetli macuncuya, seyrek de olsa aldığımız harçlığımız ederince renkli karışım macun dolattırırdık ağaç çubuğa. Arkadaş sohbeti arasında, oyunlarda koşuşurken yalar dururduk. Kıvamı sertti macunların, şimdiki gibi ağda yumuşaklığında değil. Yalamakla da bitmezdi bir türlü. Zil çaldı mı bitiremediğimizden cebimize sokardık devam ederiz ümidiyle. Derste fırsat buldukça elimizle cebimizi yoklama çeker, çaktırmadan öğretmene elimizi yalardık. Ders zor biterdi böylesi durumlarda. Macun cepte, akıl macunda, şu zilse bir çalmıyordu ki çabuk. Bazı dersler uzun gelirdi nedense. Ders boyunca erir dururdu macun, bir de cepteki toza kire karışırdı. Diğer teneffüste ayıklayıp tozları bi de akıttık mı çeşme altında, yalamaya devam kalan macunu sopası gıp  gıcır olana kadar.

         Kötü bir anısı da alnımdaki yara izinde saklı şu hain zilin. Uzunca tahmini yirmibeş otuz metre, yüksek, tahta bir köprünün birleştirdiği iki mahalleden oluşan bir köy okulunda birinci sınıf öğrencisiyim bindokuzyüzaltmışbeş yılında. Birdeyim ama okulda kıdemliyim. Beş yaşımdan beri dersini bilemeyen okuyamayan biri oldu mu okulun öğretmeni  beni çağırıyor okula; söylediklerini bana yazdırıp, okutturarak diğerlerini sopalıyor.Önceleri oyun gibi  gelip hoşuma giden bu durum da- ha sonra o minicik aklımla ileride öğretmenim olacak kişiye karşı nefrete dönüştü bende. Ben okuyordum, matematik yapıyordum, zoraki alkışlıyordu herkes ve ardından şu an bile içimi parçalayan durum tüm sınıf sıra sopasında, iki abim de dahil; üstelik ağlamak da suç.

          Ve ben çocuk aklımla nefret ettiğim bu durumdan kurtulmanın yolunu buldum. Bildiklerimi saklamaya söylememeye başladım; sınıftakileri kurtarmak için.

           Seksenli yılların birinde o öğretmenin, ilk öğretmenimin yılın öğretmeni seçildiğini bakanlıkça yayımlanan öğretmen dergisinde görünce hayal kırıklığıyla garipçe gülümsedim, böyle oluyordu bu işler demek.

           Babam Kocaeli’nin , Gölcük İlçesi, Yukarı Değirmendere Köyü’nde öğretmen. Birkaç yıldır buradayız. Öğretmen çocuğuyum ya herkes el üstünde tutuyor okulda beni.

           Komşu abla adı Müjgan’dı galiba, çan biçimindeki kocaman paslı demir zil elinde öğrencileri derse çağırıyor. Zil de öyle bi cezbediyor ki beni. O vakitler yabancı filmlerde gördüğümüz kocaman binaların tepesindeki ucuna kalın urgan bağlanmış, urgana asıldıkça çalan dev kampanaları andırıyordu o zamanlar. Büyülü bir sesti çıkardığı. Öylesine büyülüyordu ki beni, biri çaldıkça hep elime alıp çalmak istiyordum onu; çalarsam büyümüş olacaktım. Okulda büyümenin ifadesi, zili çalmak, bayramda şiir okumak, nöbet tutmaktı. Güzel okuyorum diye bayramlarda büyümemi beklemeden şiir okutuyorlardı bana, fakat nöbet şöyle dursun; çelimsiz, sıska bedenime göre çok büyüktü zil. Kaldırıp sallamam imkansız ; o nedenle kimse yanına yaklaştırmıyordu beni ve diğer küçükleri, Elektronik zil yoktu okullarda cıngıl cıngıl paslı demir ziller çalardı derse çağırmak için çocukları ve paydoslarda. O büyüleyici, devasa zil hazır yakinen tanıdığım birinin, komşu kızı ablanın elinde, koştum yanına; okulda seviliyordum ya reddedileceğimi hiç düşünmeden; “Ben çalayım” dedim; vermek istemedi; şaşırmıştım, reddedişine beni. Görev sorumluluğundan mı, tembih mi edilmişti, yoksa taşıyamayacağımı hissetmesinden mi vermek istemedi zili bana. Öyle ya zile bu kadar yaklaşmışım, bırakır mıyım hiç. İnat bu ille de çalacağım; abla sapından çekiyor, ben ucundan çekiyorum zil ortada; bu çekişmeden tabi ki abla galip geldi, zil ondan yana geçti sonunda, ben pes etmiş bırakmıştım ki savaşı tam, gözlerimde yıldızlar uçuşmaya başladı, canım çok yanıyordu. Zili ikimizde bırakmıştık artık, ben elim yüzüm kanlar içinde ağlamaya başlayınca. İki yana çekiştirirken, zil alnımın ortasına oturmuş meğerse, ben ondan bırakmışım zili elimden, yenilgiden değil.

İnadımın cezasını uzun süre acılarla alnımda gezdirdim. Şimdiyse aynaya baktıkça tatlı bir tebessümle beni o günlere götüren minik bir çizgi taşıdığım. Ona baktıkça kitaplarım , defterlerim hele de düzgün yazmayı beceremediğimiz ya bayır yukarı, ya da bayır aşağı yazdığımızdan öğretmenin çok kızdığı sarı yapraklı matematik defterim, süslü elbiseleri olduğu için Ayşegül’ün benim çok fazla sevmediğim ama yine de okuduğum ki okuyacağımız fazla kitap yoktu, parlak sayfalı Ayşegül kitapları, eski oldukları sararmışlığından belli adıyla özdeşleşen Eski Türk Masalları, bir de anneme işi aralandığında arkası yarın misali okuduğum; Kerem ile Aslılar, Ferhat ile Şirinler, Tahir ile Zühreler geliyor aklıma her defasında. Bir çantamı hatırlamıyorum, beynime depolamıştım da tüm bu kitap ve defterleri nasıl bir çantanın içinde taşıdığımı hatırlamıyorum hiç. Oysa abimin siyah bir bezden dikilmiş , rengi solmuş, eski önlük kumaşındandı herhalde, heybesi vardı boynuna çapraz taktığı; bir de tahta minik bir bavul çantası, heybeye değil de o tahta çantaya gözüm kaymıyor değildi, bugünkü deyimle küçük ama işlevi büyük bavul çanta karizmatik yapıyor haliyle; ama ben neyle gider gelirdim okula hiç bilmiyorum.

Yıllar insanın saçlarını ağartır, cildini kırıştırır ya işte, bana yaptığı gibi; aynı yılların sarartıp, sayfalarını buruşturarak, lekeler bıraktığı bir eski kitabı koydun önüme bugün. Kapağı açtım hemen; daha ilk sayfada “SİNEMADAN ÇIKIŞ” metnini ve tanıtım resmini görünce;  “Bu benim kitabım!” diye iyice yapıştım ona...Evet biz de aynı kitabı okumuştuk orta okulda. Çabuk çabuk sayfalarını çeviriyor, bir şeyler arıyordum o sayfalarda… Öğretmenimin bana örnek okuma yaptırdığı, evde yalnız kaldığımda avaz avaz okuduğum metinleri gördükçe on ikili yaşım, sınıfım, oturduğum sıram, arkadaşlarım beliriverdi hemen gözlerimin önünde… Geçmişe dalıp giderken, sayfaları hızla çeviriyor, bir şeyler arıyordum oralarda sanki; geçmişte değildi de, şu an gibi yakındı; ben buradaydım kitabım elimde ve sınıfımdaydım. Aradığım bu sahne miydi, seri biçimde çevirirken sayfalarını, yoksa çoook gerilerde kalmış çocukluğum muydu, bilemedim?

 Yetmişli yıllarda yirmi beş kuruşa sinemaya giderdik; bugünkü bir lira değerindeydi. Çekirdek paramız da üç kardeşe yirmi beş kuruştu. Abimler büyük diye on on paylaşırlar, bana da beş kuruşu kalırdı yirmi beşliğin. Dondurma alırken de öyle benim hakkım beş kuruşluktu hep. Hafta sonları hele, mahalle toplanır hiçbir filmi kaçırmaz muhakkak giderdik sinemaya. Akşamları ailece gittiğimizde olurdu, loca kiralardı babam o zaman. Yeşilçam filmleri oynardı mahalle sinemalarında. Tarkan, Karaoğlan filmleriyle yüzlerce kez İstanbul’u alırdık Bizanslılar’ın elinde oyuncularla birlikte. Filmleri izlemez adeta içine girer onlarla yaşardık olayları. Nedense ben en çok Yılmaz Güney filmlerini severdim, hatta küçük yaşıma bakmaz ileri gider; “Büyüyünce Yılmaz Güney’le evleneceğim” derdim.

Yazlık sinemaların tadı daha bir başkaydı. Yaz akşamlarının o bunaltıcı sıcağını hissetmeden açık havada çekirdeğimizi çitleyip, gazozumuzu yudumlarken serin serin ne de güzel olurdu; herkes mutluydu o zamanlar. Sinema dönüşü şen kahkahaları yayılırdı yıldızların aydınlattığı akşamların karanlık sokaklarına komşu sohbetlerinin.

Okuduğum metinlerdeki kahramanlar benmişim gibi geldi birden. O vakitler defalarca defalarca okuduğumdan olsa gerek bugün dolaşırken sayfalarında bu eski kitabın; satırlar, mısralar peşi sıra dizildiler hatrıma ilk kelimeden sonra, ister istemez dudaklarımdan dökülüverdi birden, kurnası bozulmuş çeşmeden akan su damlaları gibi hiç durmadan. Şaşılası bir şey, hayret, nasıl da unutmamışım hiçbirini yazıların bunca yıl!

Beşinci sınıftan itibaren İzmit’in o vakitler kenar semti olan Bekirdere’de oturuyorduk. Sokağımız, Şehit Kazım Sokağı, yeni oluşmaya başlamış, evler henüz tek yanına dizilmişti sokağın. Karşı taraf parsellenmiş arsalarla doluydu. Komşular ve taaa arka sokaklardan gelen uzak komşular, sahibi belirsiz o arsaları kendilerince pay edip sebze ekiyorlardı, annem de öyle. Yolu ise topraktandı sokağımızın, yağmur yağdı mı zor yürürdük sapsarı balçıktan. Şimdi küresel ısınmadan dengesiz yağsa da o zamanlar kışın sürekli, yazın on beşte bir sağanak yağardı yağmur, kapımızın önünde küçük bir gölcük oluşurdu yağmur sularından; yazın o gölün sularıyla oynamak en büyük zevkimizdi kardeşlerimle. İşte bizim bu sokakta üç dört tane ev olduğundan bana arkadaş yoktu, kardeşlerim de erkekti; ara sıra erkeklerin oyununa karışıp onlara kalecilik yapsam da, gazoz kapaklarını yere saplayıp dikerek, kaflik    (kafalık)dedikleri misketle yere yıksam da onlardan daha çok, çelik çomak oynasam da onlarla, genelde yalnızdım. Evde oturur, yere serili el dokuması yün kilimin desenlerini çizgi oluşturup kendimce seksek oynardım kendi kendime.

Kars kilimi deniyordu, rengarenkti o kilimler, kök boyasıyla boyanmış, dokuyanlar kendisi oluşturmuş motifleri, arada anlamsız motifler de var, çocukları oyalansın, öğrensin diye oturtmuşlar tezgahın başına sanırım; kilimin bütününe aykırı çünkü. Anneme kızardım o vakitler halı sermiyor diye; arkadaşlarımın evlerinde halılar seriliydi yerlerde; bizim halılarsa rulo halinde duvara dayatılmış, dolap arkasında. Ama şimdi çocukluğumun oyun arkadaşları kilimler olsa da evime hep onları serip makine halılarını hiç sokmasam da, üstünde oyun oynasam yalnızken gizlice, desenlerini incelesem yine.

Saatlerce dalar, incelerdim o renk ve desenleri. Zaman zaman çok az hatırladığım doğduğum köye, Yalnızçam’a giderdim desenler arasında hayallere dalarak.

 Cahit  Külebi’nin kitapta geçen:

“Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin,
  Benim doğduğum köyler de güzeldi.
  Sen de anlat doğduğun yerleri.”

Dizelerinin davetine uyarak doğduğum yerden anımsadıklarımı söyleyeyim yeri gelmişken:
Yalnızçam’da herkesin evinde bu kilimlerden var, öyle anımsıyorum hayal meyal. Çok küçüktüm ayrıldığımızda. Dalıp giderken kilimlerdeki motiflere, çocuklarla taştan ev yapışımızı hatırlar, motifin çevresini yan yana dizerek oluşturduğumuz taş duvarlar olarak düşünürdüm. Kiminle oynardık, arkadaşlarım kimdi pek hatırlamıyorum ama amcamın çocukları da aramızdaydı. İneklerin gün batana doğru dönüşünü hatırlardım, şu anda da belleğimde taptaze. İçimizden biri “Nahır göründüüüü!” diye heyecanla bağırır, başımızı o yana doğrulturduk hep birlikte, bizi de heyecan basardı. Nasıl basmasın hayatımızın en önemli görevini yerine getirecektik birazdan, üstelik eğlenceliydi de. Köyün çobanı kocaman köpekleriyle beraber, önüne katmış davarları sıra sıra sahiplerine teslim ediyordu her akşam. Onlar zaten evlerinin yolunu bellemişler daha bahçe kapısına yaklaşmadan sürüden ayrılıp evin yoluna düzülüveriyorlardı. Artlarından koşarak tezek toplama yarışı yaptığımızı hatırlardım hatırlamadığım çocuklarla. Belimizde bir peştamal, taşlı topraklı yolda çelimsiz kipkirli bir sürü ayak, inekler, camuşlar, aklı karalı koyunlar nereye biz oraya koşturuyoruz peşlerine, kim daha çok tezek toplayacak diye. Dünyanın en zevkli oyunu gibi gelirdi o. Hem oynuyor hem de kışa hazırlık yapıyorduk, oyun işe dönüşmüştü; evden “Aferin!” almak da fazladan ödül, kimse üstümüzü, başımızı batırdığımıza kızmazdı, büyük iş yapmıştık, tezek toplamıştık kışa. Bir fışkısı bile ziyan edilmezdi tezeklerin, kışı çok çetindi oraların, karda açıkta kalıp donmak da vardı, bir tezek bir tezekti. Oynarken mutlandığım oyunların başında gelir hep bu sahne, çocukluğumdan.

Öyle ezberimdeki renkleri ve desenleri, otursam aynısını çizerim hemen o kilimlerin, dokuyamam da. Bir keresinde yaz tatilinde gidişimizde beni de oturtmuşlardı tezgahın başına, kargacık burgacık motif oluşturmuştum kendimce, o kilim kim bilir kimin evinde serildi, hangi çocuklar oynadı üzerinde tezekli ayaklarla, gerçi onların oynayacak oyunları ve oyun alanları öyle çok ki, kilimdeki gizli oyunların farkında bile değildirler. Şimdi “al eline doku” deseler ürkerim yapamamaktan neyin cesareti vardı o zaman? Şu an dokuyacak kadar öğrenememişim demek, çizmek en kolayı olur motiflerini.

Bir de kitap okurdum daha çok, radyonun dışında oynayacak bir şey de yok, alışkanlığa dönüştü okumam sonra. Hele annem komşulara, pazara, doktora gittiğinde büsbütün yalnız kalır kitapları yüksek sesle okurdum o zaman. Bi de sevdiğim bir şiirse okuduğum sesim çıkabildiğince bağırarak okurdum; o vakitler kahramanlık şiirlerini seviyordum daha çok, ta ki Eylül on iki de radyoyu açıp da Hasan Mutlucan’ dan dinlediğimiz kahramanlık türkülerinden tiksintiyle karışan nefret gelene kadar. Mutlucan’ ın gür ve tok sesinden mutlu mutlu(?) türküler söyleniyordu insanlar katlediliyordu, türküler söyleniyordu kitaplar yakılıyordu, türküler söyleniyordu türküler türkücüler yok ediliyordu...
Ders kitaplarında hep onlar yazılıydı o dönemlerde. Başka şiir türleriyle tanışıp karşılaşmadığımızdandır sevmem kahramanlık şiirlerini... Bir keresinde yine kendimi kaptırmış şiirler okurken avaz avaz, komşumuz Zehra Teyze de bize geliyormuş, sesimi duyduğundan kapıyı defalarca çalmış, açan yok; bağırtı hiç kesilmiyor;

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
  Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!”
     
  Kaygıya kapılmış kadıncağız “Bir şey mi oluyor?” diye. Bense feryat figan kendimi kaptırmışım şiire. Cam ataş atmak gelmiş aklına, bir, iki, üç derken dördüncü taşta kendime geldim; ben korktum bu defa; “Ne oluyor?” diye. Camdan bakınca komşumuz kaygılarını anlattı, ben de kitap okuduğumu. ikimiz de rahatlamıştık, o kaygısız evine, ben de biraz mahcup kitaplarıma döndüm...
Sonra... kapının hızla açılıp okul müdürünün önde iki asker arkada sınıfın ortasına kadar gelerek, tahtada bizlere anlattığı şeyleri yazan öğretmenimizi dersten almaya çalışmaları geldi gözüme... Sus pus olmuş onları izliyorduk hep birlik.
Belki belki de ilk kez suskunduk. Dikkat kesilmiştik olan bitene. Zaten o günlerde çocuk aklımızla nedenini anlayamadığımız bir sebepten herkes fısıltıyla konuşuyordu birbiriyle, birbirinden kaçar olmuştu büyüklerimiz. İlk kez bir dersi dikkatlice, suskunca dinlemiştik sınıfça. “Hocam bizimle geleceksiniz!” diyen jandarmaya değil bize ders veriyordu öğretmen: “Ben öğrencilerime ders vermek için buradayım, hiç bir güç bana dersimi böldüremez, teneffüsü bekleyin, dersime devam edeceğim, derhal sınıfı terk edin!” diyerek kapıyı arkalarından kapadı vee devam etti hayatının, hayatımızın en önemli dersine... Bize kitaptaki konuyu anlatırken, öyle eminim ki içinden de Köy Enstitülü Mecit Aşkan’ın “Son Ders” şiirini sessiz çığlıklarla söylediği onunla geçen öğretim hayatımızın son dersine devam etti...:
“ Yüce duygularla gelirdim size
Her gün, her zaman...
Sakıncalı bulmuş efendilerimiz
Görevden alınmamız için çıkarmış ferman.
Bu günkü ilk ders,
Belki de son ders...
.............”

Hangi sayfalarındaydık o gün bu kitabın, hangi konuyu işliyorduk hiç mi hiç hatırlamıyorum. Bu gün kaç kez evirip çevirerek karıştırdım sayfalarını elimdeki kitabın ama yine de o gün hangi konuydu okunan ve öğretmenin anlattığı, hatırlamıyorum işte. Hafızamın en kuytu köşelerinde dolaştım alel acele ama tek bir işaret yok yine de. Tek hatırıma gelen İbrahim öğretmenimin gür ve sert sesiydi; jandarmalara ve onları önüne katıp getiren müdüre seslendiği ve artlarından kapıyı çarparak hiçbir şey olmamışçasına dersine devam edişindeki sükuneti .

İkinci ders derse gelmedi öğretmen, gelecekmiş gibi ayrılmıştı dersten. Hiçbir şey söylememişti bize, dersi işleyişindeki rahatlık geleceği güvencesini vermişti oysa. Dersten çıktığımızda götürüldüğünü söylüyordu herkes jandarmalar tarafından. Nasıl ve ne şekilde götürülmüştü bilen yoktu. Derse girişimizi beklemişti sanırım.

Komünistmiş de ondan alınmış içeri dediler. O da neydi? İlk kez duyuyorduk çoğumuz bu sözcüğü. Anlamını pek bilen yoktu ama ‘’ Çok kötü bir şeymiş’’ dediler, öyle kötüymüş ki kelimeyi söylerken korkuyorlardı o sözcüğün kendisinden. Neydi acaba komünist, ne yapmıştı acaba bu kadar kötü öğretmenimiz, bize çok büyük kötülük yapmıştı da biz mi fark edememiştik çocuk aklımızla?

Bugün yetişkin aklımla düşündüğümde yüzlerce öğretmen tanımıştım kendim dahil, onun gibi görevini sorumlulukla, bilinçle, sevgiyle yapanına rastlamadım ki ondandır yüzlercesini unutmuştum, silinmişlerdi hafızamdan, ama onu hiç unutmadım.

Yıllar sonra bir kırtasiye dükkanında buldum onu . Artık bende öğretmendim ama o emekli olmuş kitap dükkanı açmıştı. Pek sevindi ziyaretime ve öğretmen oluşuma. Sanki o benim öğretmenim değildi de ben onun öğretmeniymişim gibi davranıyordu bana. Ummadığım kadar çok mutlu ve huzurlu görünüyordu. Bizi bıraktığı gibi gelmişti. Hiç değişmemişti Mart vurgunundan sonra Eylülü de yemesine karşın.

Evet ikinci ders derse gelmemişti öğretmen; ders boştu tarihte ilk kez belki öğretmensiz geçen bir ders sessiz geçmişti. Beynimin sayfalarında sorgular mı yapıp yanıt arıyordum yoksa kitabın sayfalarını karıştırıp bu yaşatılan olaya uygun metin mi arıyordum?

Mart ayıydı iyi biliyorum, onikili yaşlardaydık hepimiz; Dilbilgisi dersinde hayatımızın bilgisini belletmişti dayatılan. Aslında çok acı olan ama inanıyorum ki sınıfta bulunan herkesin yaşamını çok derin anlam yükleyen ve yön veren çok iyi bir dersti o: ‘’ Derhal çıkın, dersimi işleyeceğim,teneffüsü bekleyin, ben dersimi yarıda kesmem! ‘’

Kitabın hiçbir sayfasında bu sözler yok... Gözlerimi yumup hafızamınkileri geriye çevirdiğimde bu kitabın sararan sayfalarını her birinde gün gibi ortada, bugün gibi yakın, güneş gibi sıcak bir anı beliriyor belleğimde, ama bu sözler yok. Hangi konuydu işlenilen? Eli tahtada yazı yazıyordu öğretmen başlar kapıya yönelik, öğretmen tahtaya yazıyor, ben bir metin okuyorum. Ve okul müdürüyle iki jandarma içeri geliyor, öğretmen onları dışarıya çıkarıp tahtaya yazmaya devam ediyor, ben de sesli sesli okumaya. Sesim yüksek okumam güzel, diksiyon ve telaffuzum doğru diye örnek okumayı hep bana yaptırırdı İbrahim öğretmen ve diğerleri.

Bu çok okuma derdimden elim de fena kalem tutmuyordu hani yaşıtlarımın yanında. Şiirler yazardım kendimce, sınıftaki herkes bunu bilir, sevdiğine şiir yazmamı isterdi benden. Öyle zaman olurdu ki aynı sevgili çifte karşılıklı dörtlüklerde yazardım kendileri yazmış gibi. Sınıfın en çelimsizi bendim henüz ergen olmamıştım, sevgilim de yoktu ama ne aşk şiirleri döktürtüyordular kalemimden kâğıda. Yalvarıyorlardı yazmam için, isteklerin ardı önü kesilmiyordu hiç. Ben de eğlenmiyor değildim bu durumdan, arkadaşlarım çok diye mutlu oluyordum bir de. Diğerlerine göre küçüğüm diye önemsenmediğim olmuyor değildi ya, şiir yazma durumu gözlerinde büyütüyordu beni. Sınıfın en muteberi bendim, millete şiir yazıp yaranacağım sevinciyle dersleri de asmaya başlıyordum. Arkadaşlarım çok değerliydi, onları nasıl kırardım, ders de ne oluyormuş. Ya şimdi o arkadaşlar nerde, nasıllar, ne yapıyorlar, ilk aşklarıyla birlikte midirler acaba? Çocuksu duygularla yazılan aşk “şiircik” leri birilerinin hayatını gerçekte birleştirmeye vesile oldu mu bilemiyorum? Orta okuldan sonra yollar ayrıldı, bağlar koptu bir bir.

 Bu kitaptan öğrenmiştim akrostiş şiir yazmayı. Önce sevgilinin adını konduruyordum satırlara, ardından gelsin bakalım aşk nağmeleri. En çok bir sıra önümde oturan Yurdanur istekte bulunurdu benden. Mübarek bir değil birkaç sevgiliyi idare ederdi. Sarışın kumral arası tenli, yeşil gözlü, saçları upuzun, hep ortadan ayrılı ve iki yana örgülü, kirpikleri uzun ve geri kıvrık, ki çok özenirdik kirpiklerine, gevezelik derecesinde konuşkan, dersleri de bir şekilde idare edip sınıf geçebilen, Bulgaristan göçmeni, çok mu çok güzel, delişmen Yurdanur’u bir de sınıf başkanımız adı neydi diyecektim ki tam geldi aklıma Bilal, severdi; hem de ne çok severdi.Bizim mahalledendi Bilal. Çok iyi yürekli, çok güzel bir çocuktu.Yüzü sivilceli esmer tenliydi.Yemyeşil gözleri vardı.Okul dışında da fıstık yeşili bir ceket giyerdi üstüne,içine de bir ton açığı boğazlı bir kazak.

En son benim de eve gidip gelirken, üzerindeki tahta köprüden geçtiğim dere kenarındaki kanalın üzerinde hışımla koşarken gördüm onu; konuşmadı benle hiç, öyle hızlı kaçıyordu ki bakmadı bile benden yana. Arkasından da Yurdanur’un, babası komiser olan ve okula gitmeyen serseri ruhlu başka bir sevgilisi ve arkadaşının ellerinde ve arkadaşının ellerinde tabanca kovaladıklarını gördüm Bilal’i. Hasım olan bu iki aşık gencin kavgalarına şahit olurduk okul dışında da. İkisine de şiirler yazmıştım Yurdanur’un ağzından. Tehdit edildiğini duyardım başkanımızın, hasmı tarafından. Biz derste iken sınıfı seyrederdi, okul yöneticileri kavga dövüş çıkarana dek bahçeden serseriyi. İdarecileri de tehdit ederdi.”Silahlı geziyor” diyordu arkadaşlar, babasına güvenirmiş. O vakit hep gülen Yurdanur ağlardı “Ailem duyacak” diye.

Bilal’i son görüşüm kurban arifesiydi. Yarım gün ders vardı ve ben okuldan dönüyordum. O okula gelmemişti o gün ve sanırsam birkaç gündür de öyle. Herkes bayram yapadursun kurbanda; başkanımız, eve de gitmiyor haberini aldık ailesinden. Her yerde onu arıyorlardı...

Bayram dönüşü çok kötü bir haber vardı sınıfta. Trajik bir olay olmuştu hepimiz bayram yaparken. Başkanımız dördüncü günü bayramın kendini trenin altına atmıştı, “Bedeni paramparça olmuş.” dediler. Yeşil ceketinin kana boyanmayan ufak bir parçasından teşhis etmiş ailesi. O yeşilin tonu da silinmedi benden hiç. Nerede bir ceviz yeşili görsem Bilal’in gülen yeşil gözleri çakılır karşıma. Masa başında yoklama alıyordur sınıfın. Aynı mahalleliydik Bilal ile. Abisi ona çok benzerdi. Onun siyah saçlısı idi. Onu gördükçe arkadaşım gelirdi aklıma. Bu trajik olay hepimizi çok üzdü haliyle. Ama annesi çok kötü günler geçirdi ölümünden sonra oğlunun. Aklını yitirmişti. Birkaç yıl sonra o da intihar etti. Yokluğuna dayanamamıştı yavrucuğunun. Umarım koyun koyunadırlar cennette şimdi.

Hangi sözlerle gönlünü hoş ettim kim bilir arkadaşımın sevdiğine ısmarladığı şiirlerde. Şimdi ona gelen ve ondan uğruna canını verdiği sevdiğine giden benim şiirciklerimi okuyor mudur cennetteki yerinde? Ya sevdiği, ya Yurdanur hatırlıyor mudur bir an için de olsa sevdiğini? Gerçi kısa zaman sürmüştü yası, birkaç zaman sonra aynı delişmen Yurdanur’du gene. Gene birilerinin onla ilgilenmesi hoşuna gidiyordu çok. Ama biz ilgimizi koparttık onunla, şiirlerimi de alet etmedim oyunlarına. Öyle ya kıymetliydi şiirlerim ona harcatmayacak kadar.

Uzunca bir dönem kendimce şiirler, hikayeler yazdım. Sonra Eylül fırtınası girdi yaşantımıza; yazılar, günlükler, kitaplar yakıldığında yazmalar aralandı istemeden, yazmaya mı nefretti, yazdırmayanlara mı , yazmaya elim varmadı epey vakit. Okumayı seyreltsem de ister istemez okunacak bir şey oluyordu elimizde. O günkü okuma sesim, bugün lider ses, binlere hitap eden ses oldu bu güne doğru da gittikçe gürleşti. Şefkat vardı önceleri daha çok, şimdilerde hiddet yüklü.

Önce Mart vurdu kazmayı belimize, sonra Martın üstüne nice Martlar Eylüller geçti... O Martlar ve Eylüller nice yakınımızı savurdu yerden yere, okuyacağımız nice kitapları yok ettirdi de ondandır diyorum dönüşümü hiddete şefkatli sesin. Öyle bireyselleştirildik, öyle yalnızlaştırıldık ki tek başınalığımızdandır, sorunlar karşısında hiçbir şey yapamama korkusu hiddetimizi arttırıyor giderek, bastırdığı şefkati sinsice yok ediyor. Artık güneşler doğmadan, geceleri kapılar çalınmadan evler basılıyor, derse başlamadan daha ellerinden alınıyor öğrencileri öğretmenlerin, evlerinden sessizce alınarak. Ondandır ki ders alamıyor öğrencileri öğretmenlerinden; şairler şiirler yasaklanıyor, türküler türkücüler yakılıyor... İnsani değerler yok olmakta, kendini bilmezlik almış başını gitmiş...

Binlerce öğretmene ihtiyaç varken yurdumda, Haydiler öğretmenlerini beklerken sıcacık umutlarla, okullara adım atmalarının önünde yüksek duvarlar var öğretmenlerin. Çıkacak merdivenleri yok, aşmaya o duvarları... Ad koyacağız yaşamdan, masallardan, hikayelerden en güzelinden öğretmen bekleyen körpelerimize; Haydi diyeceğiz, Kardelen, diyeceğiz, Ünzile diyeceğiz, adlara şarkılar besteleyip söyleyeceğiz. Adlar çoğalacak, çözümse hiçbir zaman düşünülmeyecek.

Artık öğretmenim de yokkk! Hastalığını duymuştum bir gün, Karasu’daydık o zaman. “Kanserle boğuşuyor” dediler arkadaşlar, “şimdi de”. Ha bugün ha yarın gidemedim bir türlü, dört saatlik İstanbul çok uzak oldu sanki, kendime çok kızıyorum bu yüzden, son bir görebilseydim, son bir ders daha alabilseydim ondan. Nasıl dik durmuştu kansere karşı görmeliydim, nice dertlere, belalara dik durmuştu çünkü. Eşim ziyaretine gitmişti, “çok iyi.” diyordu; “Hafta sonu beraber gideriz” dedik ama yenilmişti ilk kez bir belaya, hafta sonunu bekleyememişti. Biliyorum bana gücenmemiştir öğretmenim, gitmedim diye; ben, yine öğrencilerimi bırakamamıştım, o öğretmişi bunu bize.

Her iki darbede de TKP’ den yargılanmıştı. Bana ve arkadaşlarıma yaşama sevgiyle bakmaktan başka, sorumluluk bilinci vermekten başka, vatanı, doğayı, insanları sevmekten başka ne öğretmiş olabilirdi ki bu insan, bende bugün bir değerler fazlasıyla yüklü, arkadaşlarımın çoğunda da öyle. Neydi ürküten yöneticileri bu insanda; sevginin, kardeşliğin, barışın hakça bir düzende yaşama isteğinin neresi korkutuyordu onları. Tehlike alarmları estiğinde “Sen tehlikelisin !”deyip, içeri almalar, sorgulamalar, işkenceler, yakmalar, yıkmalar, sürmeler, sonra salıvermeler bir şey olmamışçasına içeri alınanları ve tekrar tekrar içeri almalar... Allahım bu insan, bu insanlar, bu kitaplar, bu şiirler, bu türküler dönem dönem mi tehlikeliydi, arada bir Zemzemle mi yıkanıp arınıyorlar ve zaman içinde tekrar günah işliyorlardı?

Yetmiş iki buçuk liralık, yüz altmış sayfalık bir ortaokul Dil Bilgisi Kitabı 1980 basımı... bugün bana uzattığın. Mavi ciltle kaplanmış hafiften rengi bozarmış. Cicili bicili kaplıklar yoktu o zamanlar, kitap ve defterlerimizi ya gazete kâğıdıyla kaplar, ya kırmızı ya da bunun gibi mavi kaplıkla; bazıları şart koşardı, kızlar kırmızı, erkekler mavi diye. İşte bu kitap bana uzattığın bu kitap on dakikalık bir teneffüs diliminde nerdeeeen nereye götürdü beni. 1970’li basımını okumuştuk bu kitabın. Oysa ders kitaplarının binlercesi işi bitti diye atılmış, yakılmıştır; Mart ve Eylül vurgununda evler basılıp da suç işleyen kitapların telef edilmesi ve de can kurtarma pahasına istemeden zoraki atılan , yakılan kitaplar gibi olmasa da evi, kitaplığı temizlemek adına gönüllüce, isteyerek, sessizce ve öylesine; unutulup gitmişlerdir çoktan, ben beynimden atmamışım oysa içindeki metinleri ve bana öğrettiklerini, onu gördüm bu gün de. Binlercesinde ne anılar yanmıştır, ne dersler vermiştir binlercesi kim bilir kimlere külleri nerelere savurmuştur yaşanmışlıklarla beraber... ? Yanındaki arkadaşa aklına gelen sormalar, ya da özür dilemeler... Ve ilk aşklar, utanıp sıkılarak sevgiliye uzatılan papatyalar da unutulmuş mudur? Ya da sağlamca perçinlenen çocuksu dostluklar.

“Eski kitapları çok seviyorum.”  demiştin ya hani geçenlerde ve bugün bu kitabı uzatmıştın bana da; ben de ; “Eski kitaplardaki her metin, her cümle bir ders veriyor insana” deyip, ilk çevirdiğim sayfada “Tam otların sarardığı zamanlar... ” diye başlayan Behçet Necatigil’ in Kır Şarkısı şiirini okumaya başlamış, diğer satırlar daha okumadan dökülüvermişti dudaklardan;
“ .......
Yere yüzükoyun uzanıyorum,
Toprakta bir telaş bir telaş .....”

O dizeler o kadar uzun, o kadar karmaşık, o kadar anlamsız ki (?)Niye mi? Azıcık mürekkep yalayanların iki satır karalayıp da matbaanın bol ve ucuz olduğu dönemlerde iki hikâye, iki şiir bastırıp ünlü olma istemlerindeki, gölgede kalma korkularındaki bir telaş ve bir telaştan; o kadar uzun ve anlamsız (?)  eski kitaplarda yazılanlar . Öyle gözükür gibiyken; ne kadar sade ne kadar anlaşılırdı, ne kadar anlam yüklüydü değil mi? Anlamıştık ki çocukken, anlatabiliyoruz hallerimizi bu gün tüm anlamayanlara, anlamaz görünenlere, anlaşılmaz diyenlere inat...

Ben kitabın sayfalarında gezinirken çocukluğumu:
-Bu günlerde yazarlarla konuşuyordum da, diye söze başlayınca sen, bu güne döndüm birden:
-Hangi yazarlarla? diye sorduğumda:
-İki yazarlarla görüştüm, dedin.
-Nerde görüştün? dediğimde;
-Okulda, dedin.
-Dershaneye mi geldiler? diye sordum,
-Yooo okulda, burda, dedin.
Nasıl yani okula yazarlar geliyor da benim haberim yok. Üzüldüm, gücendim, kıskandım seni. Okula yazarlar gelmişti ve benim haberim yoktu. İçten içe üzüldüğümü bastırmaya çalışarak kendimce, bir kez daha güçlülük rolüne bürünmeye çalışırken “ işte bir yalnızlık daha!” dedim kendime.

Yalnızlık farklı olmamdan, farklı yaşamamdan, farklı düşünmemdendi herkesten. Yalnızlık aldığım yaşam dersini harfiyen uygulamamdandı. Hiç terk etmedim öğrencilerimi çok şeye rağmen böyle öğrenmiştim, çok çalışmamdandı yalnızlık, çalışmayı sevmeyenlerin uzak duruşundan, terk edişindendi. İdeallerimin doğruluktan, özgürlükten, herkesi sevme, aydınlatma tutkusundan, barıştan, kardeşlikten yana olmamdandı yalnızlık, Büyük düşünmemden, üretmemdendi, taşlamalarındandı meyvelerini ağacımın, hep tüketmek, yok etmek istemelerindendi güzel olanı; işte bu yok etmelere, sevgisizliğe, derslerde öğretmenleri almaya, geceleri evleri basmaya, sebepsiz, sorgusuz yargılamalara, kendinden olmayanı ötekileştirmelere karşı koyuşumdandı yalnızlık...

Bütün bunlar bir fırtına gibi geçerken beynimden, “Ne zaman geldiler?” diye sorabildim. “Her gün buradalar.” cevabını duyunca iyice hayıflandım ve bu defa da sana kırıldım. Okula yazarlar geliyor,hem de her gün ve sen bana söylemiyordun.Ve hayret nasıl haberim olmuyordu benim?..Ben artık uyuyor muydum ayak üstü? Şaşkındım..Cidden uyuyor muydum ben? “Niye duyarsızdım bu kadar?” diye düşünüp kendime kızarken, parmaklarım bir sayfasını aralamıştı bile kitabın:

“Kadının biri gece evine girip, soyan hırsızı şikâyete gitmiş padişaha. Padişah da:
-Hırsızı fark etmeyecek kadar neden böyle derin uyudunuz? diye sormuş.
Kadın da:
-Biz sizi uyanık sandık da derin uyuduk, demiş padişaha.

Ben herkes bana güven duyarken; nasıl habersizdim her gün okula gelen yazarlardan diye kızıp , durdum kendime ve de sana.Fena bozuldum doğrusu.Çocuklar bahçede rahat oynuyor,anneler evde huzurlu , öğretmenler derste rahat,ben buradayım,uyanığım diye .Beni tanımayan çocukların bile ,bir tehdit karşısında tek güvencesi “Günay öğretmen geliyor!”, “Günay öğretmene söylersem!” söylencesiyken, ben nasıl görmemiştim okula her gün gelen yazarları da sen onlarla konuşmuştun?

Ve onlar:”Eski kitaplar anlamsız, uzun ve karmaşık cümlelerle yazılmış. Eski yazarların dolaylı anlatımları var, anlatım dediğin kısa öz cümlelerle olmalı ve herkes anlamalı”  diye iddialı ve hararetli tartışmalar içine giriyorlar. Bu kadar öz güvenleri var ki bu yazarların, eski kitaplara ve yazarlara atıfta bulunuyorlar. Ve ben bunları hiç görmemişim diye gereksiz kızmışım sana ve kendime diye düşünüp, elimde eski kitaplardaki eski yazarların, klasiklerin anlamsız, uzun cümleleri olduğunu...” diyerek; bir eski yazar La Fontaine ‘nin bu kitapta olan eski bir şiiriyle (fabl) sana seslendim:

“Bir cahile bir kitap miras kalır
Cahil de hemen bu kitabı alır,
Yol üstündeki kitapçıya uğrar,
Der ki :”Bu kitabı vereyim sana,
Yerine sen üç-beş kuruş ver bana;
O benim daha çok işime yarar.”
Sen de;
-Hani okulda kitap yazmış iki tane öğretmen var ya... diyorsun, gözlerim gözlerine takılıyor bir an, duraklıyoruz ikimiz de.Az sonra bir ;
-Haaaaa! çıkıyor ağzımdan sadece ve gülüyorum ve mutlanıyorum birden.
-Ben iyi ki uyumuşum(!) da okulda gelen yazarları(?) görmemişim, diyorum ve eski bir yazarın, öğretmen yazar Talip Apaydın’ın elimdeki eski kitaptan aldığım eskimeyen, anlaşılır,anlamlı dizleriyle sana veda ediyorum:

“  .......................
Sideri Köyü’nün öğretmeni
Ben tepeye varınca zili çalar,
Toplar öğrencilerini derse başlar
İçimden uzun şiirler söylemek geçer,
Öğretmene, öğrenciye karşı
Benden gelen inançtır.
......

Sideri Köyü’nün üstünden bakarken
Korku içimde rüzgârlar esiyor
Boş geçmiş yıllara karşı,
Bana uzaklar yakın geliyor.”

Hoşça kal kardeş, inan küskün değilim sana okula gelen yazarlardan yana söylemediğin için. Her zaman uzattığın dost el gibi çok sıcak geldi düşlerimde eskimeyen bu eski kitap bu gün bana. Bir kitap, bir eski Dil Bilgisi kitabı, benim de İzmit Namık Kemal Orta Okulu yedinci sınıfında okuduğum Dil Bilgisi kitabının aynı olan bu kitap, beni nerelerden nerelere götürdü. Bu sebeple bir kez daha yolculuğuna çıkışımdı çocukluğumun. İşte bundan minnetim sonsuz sana. Daima sıcak ve dost kal; kitaplarımız eskise de; sevdiğimiz, belleğimizin en güzel köşesinde saklayıp hoş bir gülümsemeyle hatırladığımız gibi, hiç eskimesin dostluğumuz daima taze kalsın.

Amaaaa birileri uyanık,bizi bekler düşüncesiyle derin derin uyumayalım sakın...Kim bilir uyanıklar bir gece ansızın.......................
                 Ablan “                  


Mart 2009                                                                    
Günay UZUNER

8 yorum:

  1. okurken kilimin çizgilerinde misket yuvarladığım günlere gittim..öğretmenimin sesini duydum,,hatıra defterime yazdığı şiir geldi sonra aklıma..ne çok ağlamıştım o defteri aldırabilmek için anneme..pembeydi sayfaları ve çilekli sakız gibi kokuyordu..misket,çizgi,öğretmenim,şiir..sonra ağaran saçları öğretmenimin..saçlarım ağarırken içindeki duyguları ağartmayan öğretmenime bir gece ansızın sevgilerimi sunuyorum..
    sibel...

    YanıtlaSil
  2. Kompozisyon sınavlarında kağıtları değiştirmemiz... birbirimizin yazdıklarını okumamız...senin yazılarını eleştirdiğim halde senin benden yüksek alman...şimdi hocalarımıza bir kez daha hak veriyorum.seninle dostluğunla hep gururlanmışımdır.yazmaya devam(sakın ha..eleştirmedigimi de düşünme:))) )sevgiyle kal........Mehpare DOĞAN

    YanıtlaSil
  3. O kitapta neler vardır okunacak kimbilir?
    Nermin Yılmaz

    YanıtlaSil
  4. Her bir metin yaşam için ders veriyordusonradan elime geçtiğinde baktığımda daha çok anımsadım anılar da eklenince

    YanıtlaSil
  5. Canım Mehpare yorumun için sağol, tabi ki eleştireceksin insanlar dostlarının eleştirileriyle yol alır sen söylemezsen ben doğrularımı ve eğrilerimi göremem ki; yazılar da da eleştirilerini bekliyorum. Sen de benim için önemlisin; sana ait yazım da sırada. Daha büyümedim ortaokul sıralarında dolaşıyorum...

    YanıtlaSil
  6. Sevgili Sibel zaten ansızın ansızın geliveriyorsunuz geceleri aklıma, sevgin için de teşekkürler,al benden de o kadar. Senin de yazmanı istiyorum, yazı- şiir ne olursa ; ağaran saçlar bir gün yaşamı da ağartmadan yazılarınızı görmek dileğimdir Sevgiyle kalın...Mutluluklarrr

    YanıtlaSil
  7. 1973 tarihli "Dostlarla" şiirinde Ruşen hakkı diyor ki:
    "Hemen bitişiğimde
    Hendekli İbrahim
    Yerine göre sarışına yakın suskun
    Yerine göre bozbulanık konuşkan ( ... )
    Ömer susuyor
    Gülen mavi gözleri
    Tütün sarısı bıyıklarıyla susuyor ( ... )
    Habip bir şiire giriyor
    Açık bir kapıdan
    Osman'a yaslanıyor
    Turan'a takılıyor ( ... )
    Bugün suskunluğu üstünde Dursun'un da.
    Daha dostluğumuz yeni:
    O büyük gözaltında
    Önce İbrahim'i
    sonra Ömer'i , Osman'ı Turan'ı
    Habip'i alıp götürdüklerinde
    Alıp götürdüklerinde kitaplarını
    Bir dolu semaver gibi
    Tüter oldu dibimde..."

    Selam olsun kitaplarıyla alınıp, kitaplarıyla anılanlara... GÜNAY

    YanıtlaSil
  8. Eski kitaplar eski anıları da içinde barındırıyor, hele içinde kurutulmuş bir gül gördüğümüzdeki mutluluğumuz ömre bedel.
    Hayriye

    YanıtlaSil