13 Ağustos 2011 Cumartesi

ŞUNUN ŞURASINDA ALTMIŞA NE KALDI?
                                                                                                         Musti’ye       

       Magdelena doğum gününde pasta yollamış. Onların kültüründe sevdikleriyle doğdukları günün sevincini paylaşırlarmış pasta yollayarak.

          Magdelena  bir Türk’le evlenmiş, Türkiye’ye yerleşmiş, bir kız bir erkek iki çocuk annesi, ince, uzun, mavi gözlü, samimi, sıcakkanlı otuz- otuzbeş yaş arasında, güzelce, Polonyalı bir kadın. Bizim de velimiz olur. Meryemimiz’in annesi.

          Öğlen yemeğinde topluca oturmuş güle söyleye yemeğimizi bitirmiştik ki sıra pastaya geldi. Pasta ve doğum günleri üzerine sohbetler arasında pastayı yemeye koyulduk. Sohbet hararetle devam ederken Mustafa: “ Şu yaşlıların doğum günü kutlamaları ne garip!  <<ellerini çırparak>> <Yaşasın !... Elli yaşıma geldim, altmışıma on yıl kaldı, yakında öleceğim, yaşasın !>diyerek ölüme yaklaşmalarını kutluyorlar, ben şahsen yaşlanınca kutlamam.” dedi.

            Kendi girişimimle doğum günü kutlamam ama çevremdeki sevdiklerimin doğum günümü kutlamaları, yaşamdan gidiyor olmamı değil de, yaşamda var olmamı kutladıklarından gururumu okşamıyor da değil. İki gün sonra da benim doğum günüm olduğunu hatırlayarak, Mustafa’ya :”Seni bi döverim çocuk, elli yaşındayım ama altmışımda ölmeyeceğim “ diyerek sitemle karışık sözde nazire yaptım. Gülüşmeler arasında Magdela’nın pastasını da bitirmiştik.

            İki gün sonra elliikinci yaşımı aynı masada aynı kişilerin aldığı pastayla kutluyorduk. Sevildiğimi hissettiğimden gururum bir kez daha okşanmış, yaşım ihtiyarlığa doğru yol alırken yaşamımın ilk yıllarından kırpa kırpa çalıp biriktirerek bu günlere yanımda taşıdığım çocukluğumun şımarıklığıyla: “Yaşasın! elliikime bastım atmışa şunun şurasında ne kaldı..”dedim. Seda başta herkes altmışa kaç yıl, gün ve saati ve hatta dakikam kaldığını hesaplamaya başladı. Hesap kolaydı, henüz dakikaları, bilemedin saatleri ya da o günü çıkardılar: Altmışa yedi yıl, üçyüzaltmışdört gün, yirmiüç saat yirmi dakika kaldı; gibi.

          O günden sonra bir şey yapılacaksa, hedeflenecekse, konu yaş ise, ortamda on kişi de olsa nedense benim yaşım hesaplanıyor; “Altmışa kaç kaldı hocam?” diyerek.

            Mustafa her defasında mahcup, biraz da pişman… Hele  aynı şakayı hemen hemen aynı yaş grubunda olduğum babasına yaptıktan sonra……

          Ben espriler arasında az biraz üzülmüyor da değilim ama değil on yıla bir güne bile sığdırılacak çok güzellikler olduğunun bilincindeyim. Hem altmıştan sonra güzel sayılar da var; yetmişler, seksenler, doksanlar gibi.

        Yaşam şakaya gelmez, az sonrası da olabilir bu işin. Çocukluğumdan bu yana taşıdığım “yazar olma” isteğimi amatörce de olsa başlatmam gerektiğini hatırlatıyor bu espri. Ben de ufaktan ufaktan bişeyler karalamaya başlıyayım ne yazarsam kardır dedim altmışa yedi yıl, yüzotuzdokuz gün doksekiz saat yirmiyedi dakika kalmışken…. 



13.08.2011     
Günay UZUNER  

2 yorum:

  1. Yol göstericimiz, öğretmenimiz, annemiz… Bloğunuz hayırlı olsun.
    Yaklaşık iki yıldır en yakınınızda bulunan kişilerden biri olarak her zaman fikirlerinize saygıyla yaklaştım ve bu fikirlerinize, hayata bakışınıza değer verdim. Bu değeri fazlasıyla hak ettiklerini düşünüyorum.
    Hayatın kıyısında köşesinde kalmış, çoğumuzun önemsiz olarak kabul edip görmezlikten geldiği şeyler sizin gözünüzde her zaman daha önemli olur. Öyle de olması gerekir. Hayatı değerli kılan, hayat yapbozunun taşlarıdır zaten. Düşüncesizce yapılan bir gaf, düşüncesizce söylenen bir söz, sokak ortasında hiç birimizin dikkat etmediği bir davranış...
    Hayatın, ruhunuzla ve zekânızla harmanlanarak sunulduğu bloğunuzu tüm ilgim ve dikkatimle takip edeceğim… Emeğinize sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız.

    Montaigne

    YanıtlaSil