17 Ağustos 2011 Çarşamba

BALTAYLA PARÇALANAN



Bir kısmı kül,diğer kısmı da çöp olacaktı birazdan.

Başına dikilen üç kişi vur ha vur ediyordu kan ter içinde. Baltayı biri bırakıyor biri alıyordu güçsüz acemi ellerine. Her defasında da ıskalıyorlardı. Canhıraş biraz biraz kesmeye başladılar sonunda.

O başına geleceklerden habersiz ,aşağıdan yukarıya üzerine inen darbeleri ve terleri kızıl kana bulanmış bu darbeleri indirenleri seyrediyordu, duvarı olmayan çatının altında oturanla beraber.

Ondan kurtulma gayretine bir türlü anlam veremedi. Nedendi bir an önce kurtulma isteği. Daha az önce birlikte kahve içmemişler miydi? Bahçenin durumundan konuşarak. Daha çok da fasulyeler anlatıldı; ekimi, dikimi, sulama, çapalama, sırık dikme vs.

Otuz yıldır tamı tamına otuz yıl birlikteydiler. Ah bir dili olsa da söylese şimdi. Ne sırlar sinmişti bağrına. Ağzı dolu kahkahalara, sessiz- içli ağlamalara, fısıl fısıl konuşmalara, şen sohbetlere, uyanıklıklara ,uyumuşluklara, kabuslara, efsunlu rüyalara, gelecek hayallerine şahit olmamış mıydı? Sonsuzluğa göç edenler  anılarını üzerine bırakıp da gitmediler mi? Remziye Hanım torunlarına ilk Gürcüce sözcükleri öğretmemiş miydi.Yusuf Beye kaçışını, aşkını  büyük bir hazla anlatmamış mıydı? Hop oturup hop kalkanları, sevilen sevilmeyen konukları, nice hastaları, keyfince boylu boyunca kıçını gerip yatanları, evin ahalisini, kırk yabancıları, şişman ,zayıf, sivri popoluları, televizyonun, kapı zilinin, süpürgenin, telefonların, dışarının sesini, televizyon dizilerini, oradaki olayları, karakterleri karakterlerin  özel yaşamlarını, maçların hararetinden heyecanla omzuna atılan “tüh be” tokatlarını, tezahürat şakşaklarını, katlanan çamaşırları, ayıklanan fasulyeleri , soyulan patatesleri, ayaküstü atıştırma yemeklerini, onların tadını- tuzunu, dökülen çay ve kahveleri, sobanın, daha sonraları kaloriferin ısısını, insanların sıcaklığını, havanın, klimanın,serinliğini, gülmeyen suratların soğukluğunu, okunan gazeteleri, onların haberlerini, haberlerdeki insanların yaşamını, oda kokusunu, gelenin gidenin beden- parfüm kokusunu, kirini pasını, lekesini, çocukların çişini, evin hanımının dönem dönem kah kızgın, kah neşeli, kah yorgun ve bıkkın aceleyle üzerini temizlemelerinde deterjan kokusuyla ıslanmaları, kadifelerini, kumaşını okşarken gıdıklanmaları, üzerine sinen tozları silkelerkenki tokatlamalarda canının yanmalarını neleri neleri baltalıyorlardı şimdi. Balta darbeleri üzerine indikçe düşünmeye başladı o da: Doğan bebelerin analarından süt emişi,ıngalar,kız istemeler, mevlitler, çocukların çınlamaları, tartışmalar, kırgınlıklar, mutluluklar, sevişmeler, iğne oluşlar serum bağlantıları,hıçkırıklar, kahkahalar dahası yaşamın içinde olup biten herşey balta vuruşunun sesinin ahengiyle karışıp yankılanıyor şimdi.

Balta elindeki adam altmışdördünde. Henüz birkaç ay olmuştu kalp ameliyatı olalı. Balta sallamada usta olmasına usta ama, biraz temkinli. Onu dinlendirmek istiyor altmışiki yaşındaki eşi,arada baltayı alıyor elinden, çalı çırpı kesmişliği var vaktiyle fakat bu iş o iş değil. Üçüncü şahıs destek güç, arada baltayı alıyor eline ya, hiç balta tutmuşluğu yok hayatta, elliikisinde o da. Duvarsız çatının altında oturup izleyen kişi  teknik taktikler veriyor, “Şöyle vurun , böyle vurun!” diyerek ahkam kesiyor, ne de olsa üç günlük mimarlık akademisi öğrenciliği var(!) imalat yıllarında.

“Dördü de yabancı değil bana.” deyip dillendi dayanamayıp; Şimdi parçalarken beni bir de yaşanmışlıklarını, yeniden tanımlıyorlar; fırınlanmış gürgenden yapılmışım, onun için zorluymuşum kesilmekte. Otuz yıl önce alınmışım. İlk kahve içişleri farklı zamanlara dayanıyor.

Bıyıkları yeni terlemiş on yedilik bir delikanlı Tevfik, elindeki çekiçle çivilerken beni, alnından boncuk tanesi terleri de üzerime akıtıyordu ,düşleriyle birlikte otuzbeş yıl öncesinde. Bir bitirirse iskeleti, ustasından maaşını alacak; doğru ayakkabıcıya… Bir spor ayakkabı almalı hanı nike-puma-kinetix olmasa da olur , spor bir ayakkabı işte; bir de kot pantolon jeanslı meanslı olmasa da olur; kot işte. Gömleğinin kollarını şöyle bir kıvırdı mı rota  Şerifeler’in sokağına. Onun bir gülüşü için bu terler, hala üzerimde şimdi damla izleri. Kumaşım sıyrılınca gün yüzü gördüler benek benek.

Tekstil atölyesinde dokunmuştu kumaşım. Belikleri örmeli güzel kızlar umutlarını, hülyalarını dokudular havlarıyla beraber. Kumaş toplarını sırtlandı Arif usta, satılırsa kumaşlar körpe Murat’ını doktora götürecekti. Amansız bir derde düşmüştü Murat. Para gerekti, çok para. Arif usta deva dileklerini yoğurdu sırtının terini bulaştırarak kumaşımın tenine.

Kumaşlar ağaç iskeletlerle buluştu, görkemli kanepeler oluştu. Ben onların içinde en güzeliydim, kendimi övmek gibi olmasın ama…Megalomanlık yapacağım inadına… Her ne kadar tombul bodur et tavuklarını andırsa da görüntüm en güzeli bendim işte. Kahve -krem piti kareli kumaşım,maun ağaç kolluklarım, yuvarlak metal aksesuarlarımla hayli muhteşemdim.

Sekiz yaşındaki Caner ilk mektubunu yazacaktı. Öğretmeni Haberleşme ünitesinde “Mektup yazacağız.” demişti ,uzaktaki yakınlara. Caner gurbetteki tek yakını  amcasına yazmıştı ilk mektubunu. Hatır ve selamlardan sonra benden de haber vardı mektubunda. “Amcacığım evimize yeni koltuk aldık ;çok güzel, fiyatı da  elli lira.” diye.

Ünüm Diyarbakır’a varmıştı. Herkes hayırlamıştı beni ,herkes. Bayramlarda doldu taştı üzerim. Tatlı şerbetlerinin damlaları ve hoş sohbetlerle tadlandım. Kül tabakları, sigara külleri, çocuk oyuncakları sıkça uğrayan oldu bana. Köşe yastıkları kırlentler daim konuklarımdı hiç eksilmeyen ,her biri dağıldı bir yerlere kim bilir şimdi neredeler?
Az önce üzerime kurulmuştunuz güle söyleye kahve içiyorduk hep birlik. Herkesleri her şeyleri  konuk ettiniz de üzerimde, son konuklarım güveleri, onların döküntülerini gördükçe çekemediniz.

Otuz yıllık anılarınızı parçalamak, dağıtmak ,bir kısmını yakmaya , bir kısmını çöpe atmaya kalkışmak neyin nesiydi? 

Heyyy siz! Balta darbeleriyle yankılanan sesleri duyuyor musunuz?
                                                                                                               
 28.07.2011            
                                                                                                      Günay UZUNER        

1 yorum:

  1. bu yazınızı çok sevdim hocam =)
    yazınızın içindeyken zihnimde bir şeyler canlandı durdu...

    küçük şeylerle gözlerimizi kapatıyoruz, bir anda ne varsa siliyoruz ya; hani giden aslında bizden değil gibi zarar verip atıyoruz ne varsa, karanlık bir yerdeyiz aslında, düşüncelerimizin köhne kaldığı uçsuz bir tarlada gururla ilerleyeme çabalarken elimizdeki baltayla kendi kolumuzu, ayağımızı kesiyoruz ama "bildiğimizden" midir nedir aynı edayla ilerlemeye devam ediyoruz... bizden ne varsa çığlıklar içerisinde işte.

    YanıtlaSil